1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. KIBRISLI TÜRKLERİN HALLERİ…
KIBRISLI TÜRKLERİN HALLERİ…

KIBRISLI TÜRKLERİN HALLERİ…

Bir yazarın, gerçekten değerli olup olmadığının ölçütlerinden biri de, kendi dönemi içinde başkalarına benzemez oluşudur

A+A-

 

 

Kara Gerçeklerimizle yüzleşme…

KIBRISLI TÜRKLERİN HALLERİ…

Bir yazarın, gerçekten değerli olup olmadığının ölçütlerinden biri de, kendi dönemi içinde başkalarına benzemez oluşudur. Bu bağlamda, Tufan Erhürman, K.Türk yazınında, kendine özgü sağlam bir köprü olarak alınabilir… Gittikçe, kendine özgü belirgin bir çizgi oluşturmakta oluşu bunun en bariz göstergesi…

Romandan – denemeye, yazın biçemlerini / Türkçe’yi usta kullanmanın yanı sıra, edebiyatımıza katkısı, şaşırtıcı biçimde sadece Türk ve Dünya Edebiyatı’ndan ustaca örneklemeleri ve dili, onu, yavaş yavaş kendine özgü bir yaratı ve konuma taşıyor…

O bir hukukçu ama yaratısıyla yavaş yavaş güçlendirdiği… Anlatı geleneğimizi oldukça aşan anlatım biçimi, dili, kurgusu ve bakış açısıyla tırmanıyor yavaş yavaş “başarı basamaklarını…”

İnsancıl, hümanist özü yanı sıra, anlatım biçimleriyle de başarılı genç bir yazarımız o…

 

KARA GEREKLERİMİZLE YÜZLEŞME…

Dokuzuncu eseri, “İdari Yargıda Meşru Menfaat” eserinden hemen sonra, önemli bir eserini yayımlamış – tüm  eserlerini yayımladığı – Işık Kitabevi Yayınları’nda: “Kıbrıslı Türklerin halleri” Alt başlık ise kitabın özünü açıkça belirtiyor: “Kara Gerçekle Yüzleşme Denemeleri…”

Evet, bu denemeler, (2009-2011) yılları arasında, Yenidüzen Gazetesi’nin, Kültür-Sanat ekinde, Gaile Dergisi ve Kıbrıs Postası’nda yayımlanmış…

Kitabın hazırlanması sürecinde ise, ‘Tümü yeniden gözden geçirilerek, dipnotlar eklenip, alıntılar netleştirilmiştir… Bu yazıların ‘ortak noktasını’ söyle tanımlıyor, Tufan:

“Kıbrıslı Türklerin, bir halk olarak onurlarını kaybetme ve yok olma sürecini yaşadıkları bu dönem içerisindeki hallerini, sanatın sunduğu olanaklardan yararlanarak, eleştirel bir gözle anlama çabasının ürünü olmalarıdır.”

***

İyi ki yapmış bu toparlamayı  ve sunmuş bize yazar; çünkü, gazete sayfalarında kalan her satır, zamanla unutulmaya mahkumdur. Her yazı için geçerlidir bu… Tufan’ın dileğine ben de yürekten katılıyorum:

“Dilerim, bu kitaptaki yazılar, çirkinliklerimizi saklamadan ansıtan bir ayna işlevi görsün… Bizi üzsün, hatta kızdırıp öfkelendirsin. Bu kadar zorlu bir mücadelede ihtiyaç duyduğumuz umudun ancak bu olumsuz duygulardan devşirilebileceği kanaatindeyim…

KİTABIN İÇERİĞİ

Kitap (5) bölümden oluşuyor:

1-   GEÇMİŞE DAİR HALLERİMİZ:

BUGÜNÜ İŞGAL EDEN GEÇMİŞ

Köksüzlük. Unutkanlık. Utanma Duygusundan Yoksunluk. Geçmişin Esiri Olmak…

2-   BUGÜNKÜ HALLERİMİZ

BİZ KİMİZ?

·        Kimliksizlik. Küçük Burjuva yaşam tarzı. Tutsaklık. Sürgün

3-   SİYASETE DAİR HALLERİMİZ

KEENLEMYEKÜN

·        Erginleşememe.  Aymazlık. Tarafsızlık. Döneklik. Ahlaksızlık

 

4- GELECEĞE DAİR HALLERİMİZ

TÜNELİN UCUNDA IŞIK VAR MI?

·        Mağlubiyet.  Gelecek Endişesi. Her Şeye Rağmen Umutlu

***

Bunlar sadece başlıklar. Bu başlıkların altında öylesine ilginç konular yer alıyor ki… Kitabı okuynca bana hak vereceksiniz. Çünkü,

Tufan Erhürman’ın yazıları gibi, söz ya da yazı, hayata öykünmüyorsa, onu taklit etmiyorsa  “Onu yeniden kurguluyor” demektir; ki bu da, çok şey, önemli bir şey demektir… Bir tür, hayatı olduğu haliyle, biçimiyle kabul etmeme, teslim olmama çabasıdır…

Gerçi, bizdeki gibi hayatın o ferah, rahat, aydınlık, güzel yüzü esirgenmişse, uzaklardaysa, bağ kopmak üzereyse, yazının– sözün hükmü biter; yine de, karşı duruş devam ediyorsa, hayatı okumaya devam etmeliyiz.

İşte Tufan, yazılarında bunları solukluyor. Elinde sadece sözcükler olduğunun bilinciyle, bunları çok anlamlı ve etkili bir biçimde kullanıyor… (Aslında ve genelde, yerinde ve ustalıkla kullanılan sözcükler, kör yüreklere, gözlere ve beyinlere bir şeyler söyler…)

***

Neye mi yazıyorum böylesi satırları… Bir mücadeleye zorlanan, zorlandıkça da daha bir pasifleşen, silikleşen artan korkusuyla sadece kendiyle değil, her şeyle ilişkisini gittikçe kesen çoğul insanımızın… Bir mücadeleye zorlanan, zorlandıkça da daha bir pasifleşen, silikleşen, artan korkusuyla sadece kendiyle değil, her şeyle ilişkisini gittikçe kesen çoğul insanımızın… Bir mücadele içinde ve daha başında – hade ortasındayken diyelim - korkularından- yılgınlığa düşerek, bir zorunluluk haline getirdiği “ölmeye yatmak = teslim olmak” durumu ile…

Geçen gün, yaşlı bir dosta, neden bu kadar umutsuzca hayatın yakasını bıraktığını sorduğumda:

“1950’lerden beri hep mücadele ettik, ediyoruz ama bize değil de başkalarına yaradığını gördükçe, her gün biraz daha ölüyorum… Her gün bu zulmü çekeceğime, “gebereyim inşallah, diyorum; çünkü,  cehennemden öte köy yok ve biz o köye çoktan geldik…”

Hayır, hayır, hayır…

Bu ülkede, böylesi bir aşağılanmayı – sonucu (aslında sonuçsuzluğu) kimse hak etmedi.

Kimse de aklına getirmemeli, kabul etmemeli…

 

EĞER… HAYATIN YAKASINI KOYVERMEZSEK

Eğer yazı, eğer eylem, bir “hayır” deme biçimiyse… “HAYIR”, yokluğu, yokoluşu, eksiyi, utancı, eksilmeyiz söylemez…

Hayır demek, kabullenmemektir; reddetmektir… Var olanın ötesini işaret etmektir… “Öteki köy” her zamana ölüm değildir…

Ölümden öte de köy vardır…

***

Hayatı okumaya devam edelim dostlar…

Kendi deneyimlerimiz + gözlemlerimiz + Tufan’ın, bu kitabı gibi… Yazılı ve sözlü anıları paylaşarak… Bunlara, yenilerini ekleyerek… “Yazılı ve sözlü belleğimizi” güçlendirerek…

***

Hayatın yakasını, hiçbir anlamda bırakmamak kaydıyla dostlar…”

Umudu yaratmada, direnenlerle birleşip çoğalarak…

İşte bu bağlamda, Tufan Erhürman’ın ve diğerlerinin tarihe not düşmek sayılan yazılarını okuyarak ve pratiğimizi çoğaltarak…

Lütfen ve sakın unutmayalım:

Her şeye, bir defa daha, sıfırdan başlamak zorundayız…

 


 

PERŞEMBE GÜNÜ SANATÇILARI

BİR SERGİDE BULUŞTU…

Anne Hughes, Muriel Clutten, Marilyn Bosworth, Heidi Trautmann, Gönen Atakol, Tüneysel Yaylalı Christina Hessenberg, Gülseven Coles, Margaret Goulding-Bosworth, Catherine Bayley, Monika Ottow, Llsemarie Petzoldt, Maxene Shailer, Ingrid Blackhouse 21 Ekim’de, Girne Halk Kütüphanesi’nde ortak bir sergide buluşuyorlar…

Bu, sıradan bir buluma değil. Öykülerini ise şöyle dile getiriyorlar:

“Profesyonel Sanatçıların haricinde, anatomi ve canlı model çalışmaya yeni başlamış, sanata, taze bakış açılarını, kişisel yaratıcılıklarını katan üyelerinden oluşan bir topluluğuz. Sanatçılar insan bedenini çalışmaktan yorulmaz ve onun kurallarını inceleyip öğrendikçe doğaya karşı bir hayranlık ve saygı ile dolar… İnsanın beden yapısı değişmese, çalışma sonuçları mankenin kişilik ve karakteriyle de şekillenir.

(…) Aramızda, on yıldır birlikte çalışan üyelerimiz var. Gurubumuz (grubumuz olacaktı), 2006 yılından beridir her Perşembe toplanmaktadır.

(…) Bu sergiyi düzenleme hedefi ile gurubun amacını yeniden gözden geçirerek, enerji dolup tazelendik. (Bu önsöz’de, maalesef, “Ell, diyalok, turizim sözcükleri, noktalama işaretleri dizgi ve çeviri hatalarına keşke özen gösterilseydi.)

 

SERGİYE GELİNCE…

Böylesi bir grup, yaratıları, azimle çalışmalarını ve bir sergide bunu bizlerle paylaşmaları… ne yalan söylemeli, müthiş bir başarı ve övgü unsurudur. Ülkemizde, varlıkları bizim zenginliğimiz olan bu tür kişiler ve çalışmaları bize – sanatımıza özel bir renk katıyor… ve, bazı yaratıcı kadınlarımıza da örnek olması gerekiyor. (Bu arada, bu sanat çalışmalarının merkezi olan ve hayatını gezgin olarak geçiren Heidi Trautmann’ın da bu çalışmaların merkezi ve yaratıcı gücü olduğunun da altını çizerek onu kutlamak gerek… Hem de yürekten…

***

Bu serginin, “KKTC Turizm, Çevre ve Kültür Bakanlığı” tarafından desteklendiğini okuyunca, yüreğimi acıtan bir duyguyla gülümsedim… Çünkü, bizde, hâlâ devletin sanat üzerindeki gölgesi devam ediyor. Siyasal irade, her ne kadar çağdaşlaşma, sivilleşmek, demokratikleşmek ve ve… Sözde, uluslararası ortama açılmak gibi değerleri kendi programı içine almış gözükse de… Bunlarla sadece “slogan” boyutunda ilgileniyor…

Ama, bir bilse ve artık ayırdına varsa ki… bir devlet, “Dünya Kültür Trafiğinde” yer almadan… Sanatıyla Dünya haritasına  yayılmadan, Dünyayla bütünleşebilmesi mümkün değildir…

***

Heidi’yi ve bu sergideki bazı imzaları tanıma şansım oldu… Bu arkadaşların, gittikçe daha da hiçselleşen ve metalaşan hayatın anlamsızlığı karşısında bir şeyler yapmaya çalışmaları ne kadar anlamlı… Çünkü, hayatın eksiye gidişi karşısında bir şeyler yapamıyorsan, zaten sen de ister istemez anlamsızlaşıyorsun.  (Ama, sadece bunun için de, ‘resim yapıyorum, yazıyorum’ vb. de denemez.. yazmak / yaratmak, yani, özetle “sanat”, insanın yaşama karşı yaşadığını duyumsamasıdır bir bakıma…

 

TAM DA SIRASI…

Heidi’nin bir başka çalışmasını konu etmenin, bu noktada tam da sırası: Girne Halk Kütüphanesi Personel sorumlusu, Rukiye  Kaymak ile birlikte hazırladıkları bir kaynak eser: “Kıbrıs Türk Kütüphaneler Tarihçesi” gerçekten de derli toplu bir araştırma bu. Bir özelliği de iki dilde: Türkçe – İngilizce olarak sunulması.

Konu altı bölümde araştırılıp, sunulmuş:

* M. Ö. – 1571 Osmanlı Öncesi Dönem

* 1571 – 1878 Osmanlı İmparatorluğu Dönemi

 1571’de Osmanlı Devri’nin başlamasından, 1829 yılına kadarki süreyi kapsıyor.

* 1878 – 1960 İngiliz Dönemi

* 1960 – 194 Kıbrıs Cumhuriyeti Dönemi

* 1974-1983 Barış Harekatı Dönemi

* Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Dönemi.

Bunlara ek olarak: “Diğer Kütüphaneler” başlığı altında: Araştırma Kütüphaneleri, Üniversite Kütüphaneleri, Diğer Kurum ve Kuruluş Kütüphaneleri ile Girne Halk Kütüphanesi verilmiş. Kaynak olarak da, Servet Sami Dedeçay’ın, “Kıbrıs’ta, Kıbrıslı Türklere Ait Kütüphaneler ve Kitabevleri (1991)” adlı eserinden yararlanılmış.

Bir de, Heidi’nin yaptığı iki önemli röportaj yer alıyor belgede: Başında: “ Kitapların Kokusu” başlığıyla, örnek kütüphaneci “Umure Örs ve Lefkoşa Milli Kütüphanesi”

Sonunda ise: “Girne’de Kültür – Kütüphanecinin Görüşü” başlığı altında, Rukiye Kaymak’la yapılan röportaj.

***

Ve, son değiniler

Bundan sonra yazacaklarımı kesinlikle yazmak istemezdim… Yazmak zorunda oluşum, bana müthiş bir baş ağrısı veriyor:

Hem Resim Sergisi hem de Kütüphanelerle ilgili yazılı eserlerde – Türkçe bölümlerde – o kadar yazım,  söylem ve noktalama işareti hatası var ki… Abartmasız – neredeyse – her cümlede. Bu konuda, hiçbir zaman, ‘bak ben hata buluyorum’, duygusu içinde olmadım; sadece her dil gibi, Türkçe’ye de verilmesi gereken önem ve özen çabasındayım, o kadar. Bir de, ikinci baskının hatasız çıkması dileğiyle.

***

Sondan bir sonraki söz ise:

Bu çalışmalar gerçekten de çok önemli… Kutluyor ve devamını diliyorum… Lütfen, 29 Ekime kadar sürecek bu sergiyi zaman ayırıp gezin… çok beğeneceksiniz…

 

 

 

 

Bu haber toplam 1953 defa okunmuştur