1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. Kıbrıslı Türklerin ilk çocuk doktoru: Orhan Oktay, 50 yıllık meslek hayatını anlattı
Kıbrıslı Türklerin ilk çocuk doktoru: Orhan Oktay, 50 yıllık meslek hayatını anlattı

Kıbrıslı Türklerin ilk çocuk doktoru: Orhan Oktay, 50 yıllık meslek hayatını anlattı

“Kıbrıslı Türklerin ilk çocuk doktoru” olarak bilinen Orhan Oktay, 94 yıllık yaşam öyküsünü ve 50 yıllık meslek hayatını anlattı…

A+A-

Dr. Orhan Oktay, Kıbrıslı Türklerin ilk çocuk doktoru olarak 50 yıl çocuk hastalıklarını takip ve tedavi etti, muayene ettiği çocuklar için “Sayısız…” dedi.

Türkiye’deki ihtisas döneminde kızamık, dizanteri, verem gibi birçok salgın hastalık gördü, genç bir uzman olarak 1957’de döndüğü Kıbrıs’ta da zor koşullara, imkansızlıklara, fakirliğin, savaşın ve göçün çocuklara verdiği zarara tanıklık etti.

Hadiseler başladığında yatıracak yer bulamadıkları için hasta çocukları kısa bir süre Dr. Fazıl Küçük’ün evinde tedavi ettiklerini, o yıllarda çok fazla anormal doğumlar, hatta açlıktan ölen çocuklar gördüklerini söyledi.

94 yıllık yaşam öyküsünü Türk Ajansı Kıbrıs’a (TAK) anlatan Dr. Orhan Oktay, eğitim yıllarından bahsederken Larnaka- İstanbul arasındaki uzun yolculuğu, babasının ona yaptırdığı ve taşımakta zorlandığı tahta bavulu, memleket hasretiyle bindiği gemi Kıbrıs’a yaklaştığında burnuna vuran portakal çiçeği kokusu da hatırladı.

Çocuk bakmanın zorluğunu baba olduğunda anladığını söylen Dr. Orhan Oktay, uzun ve sağlıklı yaşam için “Yaratılış… Genetik yapı…” dedi.

Yakın zamana kadar tıptaki gelişmeleri abonesi olduğu İngiliz ve Amerikan mecmualardan takip ettiğini söyleyen “Artık okumak zor geliyor…” diyen Dr. Orhan, şimdiki doktorların her bakımdan kendilerinden önde olduğunu, aşıların çocuk hastalıklarının önlenmesinde önemli rol oynadığını söyledi, aşılar sayesinde hekimlerin artık karşılaşmadığı hastalıklardan söz etti.

Dr. Oktay, “Bizim zamanımızda kötü beslenme, açlık vardı. Şimdiki çocuklar aşırı beslendiği için zayıflamaya çalışıyor. Bana göre çocuklar fazla şımartılıyor, annelerine- babalarına bağımlı yetiştiriliyor. Eski aile bağları ve saygı yok. Kültür öyle oldu. Halk değişti, nesiller değişiyor…” dedi.

“En güzel yıllarım Girne’deydi”

Dr. Orhan Oktay, 1928’de Salih-Tevhide Oktay çiftinin 3 çocuğundan biri olarak Boğaziçi’nde (Lapathos) doğdu. Öğretmen olan babasının tayini nedeniyle ilkokulu Girne’de okudu. Orada geçirdikleri zamanı “En güzel yıllarımdı…” diyerek anlattı.

“Şimdi kapalıdır ama büyükçe bir okulumuz vardı. Hilmi Damdelen’in de olduğu 3-4 öğretmenimiz vardı. Babam öğretmenim olmadı ama anısı olanlar onu sert biri olarak hatırlar.”

doktor-4.jpg

“Öğrencilerine milliyetçiliği aşıladılar”

Babasının Türkiye’den gönderilen öğretmenlerin yetiştirdiği nesilden olduğunu da anlatan Dr. Orhan, “O öğretmenler Kıbrıslılarda çok iyi intibalar bıraktı, bilhassa ilkokul hocaları, yani bizim babalarımız onların sayesinde öğrencilerine milliyetçiliği aşıladı. Kıbrıs’taki gelişmelere Türkiye’den gelen öğretmenlerin de etkisi oldu” dedi.

“Lefkoşa’ya bomba düştüğünde okul tatildeydi”

Kıbrıs İslam Lisesi’nde okumak için 1939’da Lefkoşa’ya gelen Dr. Orhan Oktay, İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı o yıllarda okulun güvenlik için bir süreliğine Lapta’ya taşındığını, Almanlarla ittifak halinde olan İtalyanların Kıbrıs’ı bombaladığını anlattı.

 “Lefkoşa’ya bomba düştüğünde okul tatildi, köydeydik. Tren istasyonuna atmışlardı bombayı, şimdiki Trenyolu Polikliniği’nin olduğu yere... Mağusa’yı da bombaladılar. İsabetsiz bombalamalar oldu ama birkaç defa Mağusa Limanı’nı tutturdular.”

“Boyca da yaşça da arkadaşlarımdan küçüktüm”

Ortaokul ve lise yıllarını yurtta geçiren Dr. Orhan Oktay, “Aileden ilk kez ayrılmak zor gelmişti ama alıştık” dedi.

Köye tatillerde gittiğini, zaman zaman annesiyle babasının da onu ziyarete geldiğini anlatan Dr. Orhan Oktay, İslam Lisesi’nden ve dönem arkadaşlarından şöyle söz etti:

“İslam Lisesi’nin taş binası hâlâ duruyor. Büyük salonların olduğu bir binaydı. Yemekhanesi, koğuşları, öğretmen odaları vardı… Reşat Ebeoğlu yurtta görev alan öğretmenlerimizdendi.

Harp zamanı yangın çıkarsa diye avlumuza havuz yapmışlardı. O avluda vaktiyle badminton, voleybol sahası vardı. Ben spora pek meraklı değildim. Hoca birkaç kez beni denemişti ama boyca da yaşça da arkadaşlarımdan küçüktüm. Bir yaş erken başlamıştım okula, aralarında kaybolurdum.

Dr. Ali Niyazi Fikret, Dr. Ali Atun, Dr. Kelami Atun, eczacılar Nebil Nabi ve Arif Kufi, Dr. İsfendiyar Tuncer, Ali Özdemir vardı arkadaşlardan…

Tiyatro ve müzik kollarımız, oldukça teferruatlı bir de okul bandomuz vardı. Dersten başımızı kaldıramazdık. İmtihanlar sıkıydı. Yurttayken çok sık hastalanırdım, boğazım iltihaplanırdı. Dr. Nuri Bey muayene ederdi bizi. Yaşlı bir adamdı ama okul doktoru olarak yeterliydi…”

“Türk doktorlar parmakla sayılacak kadar azdı ve gözde mesleklerden hekimlik vardı…”

Liseden mezun olduktan sonra bir yıl olgunluk imtihanına hazırlandığını, bu sürede Mağusa’da ailesinin yanında kaldığını ve British Institute’de İngilizce dersleri aldığını söyleyen Dr. Orhan, neden tıbbı seçtiğini şöyle anlattı:

“Çocuklar etraftan etkilenir. Benim de kulağımı doldurdular. Nenem ‘Seni doktor göreyim, saraylarda göreyim’ diye dua ederdi. Liseden mezun olduğum zaman gözde mesleklerden hekimlik vardı ve Türk doktorlar parmakla sayılacak kadar azdı; Dr. Niyazi Manyera; Dr. Fazıl Küçük; Dr. Tahsin Gözmen, Dr. Orhan Müderrisoğlu, Dr. Fikret Rasım, Dr. Mehmetali Bey gibi isimler vardı Kıbrıs’a ilk gelenler arasında.”

13 günlük gemi yolculuğu…

1946’da İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’ne giden Dr. Orhan, gemiyle 13 günde tamamladığı Larnaka-İstanbul yolculuğunu şöyle hatırladı:

“Larnaka’ya, limana babam götürdü beni. Sınıf arkadaşlarım benden evvel gitmişti. Yalnızdım. Yemek verilmez diye bir sepete yakın yiyecek koydu annem yanıma, tavuk, köfte, onu-bunu… Yiyebileceğimiz kadarını yedik ama üç günde sıcaktan bozuldu yemekler, hepsini döktük.

İstanbul’da, veteriner Hakkı Atun karşıladı beni. Bir de ağır bavulum vardı, babam tahtadan yaptırdıydı. 15 gün kadar Hakkı Bey’in evinde kaldım… O zaman Türkiye’ye girebilmeniz için ya biri size vekâletname verecekti ya da vize muamelesi için bir miktar para yatıracaktınız. Babam o kadar zengin değildi. Hakkı Atun’un eşi Reza Hanım öğretmen olan babası vasıtasıyla bana vekâletname almıştı. Yurda yerleşmeme de Ovgorozlu (Ergazili) Nevzat Karagil yardımcı oldu. Hukukçuydu. Kıbrıslı talebelere yardımcı olmaya meraklıydı…”

“Kıbrıs’taki hayat İstanbul’dan daha yüksekti”

Dr. Orhan Oktay, 1947 İstanbul’unu da şu sözlerle anlattı:

“Bir karaltı gördüm gemiden. Samatya… Ahşap, boyasız evlerin olduğu bir semtti. İstanbul’la ilgili ilk intibam kötüydü. Hayal kırıklığına uğramıştım. Çok da fakirlik vardı… Kıbrıs’taki hayat İstanbul’dan daha yüksekti.

Tahsilli kimseler bilirdi ama Kıbrıs’ın nerde olduğunu bilmeyenler de vardı. İngiliz idaresinden ayrılacağımızda çıkan hadislerle tanınmıştık.

En güzel misali Dr. Ali Atun anlatmıştı; Abisi Türkiye’de olduğu için liseyi Ankara’da okumuştu, futbol oynadığını anlattığında ona ‘Top denize düşmez miydi?’ diye sormuşlar…”

Memleket hasreti ve gemiye kadar gelen çiçek kokusu

Hafta sonları yurttan arkadaşı Dr. Özdemir’le İstanbul’u dolaştıklarını söyleyen Dr. Orhan Oktay, şöyle devam etti:

“İlk yıl derslerde zorluk çektik. Fizik ve kimya bizde zayıftı. Çok başarılı olduğumdan değil de bir tek ben ve Vedat (Narkozitör) takılmadan geçmiştik.

Kıbrıs’a sadece yaz tatillerinde gelebilirdik. Uçak seferleri ben son sınıftayken başlamıştı… İlk yıl imtihanları verdik, ilk işimiz tren bileti almak oldu. İstanbul’dan İskenderun’a geldik. Sabaha yakın da gemiyle yola çıktık. Saatte 5 mil yapan bir gemi. Canın sıkılır, kürek atıp hızlanmak istersin, öyle yavaş…

Zaferburnu’nu döndükten sonra bir portakal çiçeği kokusu vurdu burnuma… Deniz çarşaf gibi… Ha geldik, ha geliyoruz. Öğleye doğru Larnaka’ya vardık. Vatanımıza geldik, evimize geldik. Mutluyduk...”

“Çocuk servisinde bana çok büyük yakınlık gösterdiler”

6 yıllık eğitimden sonra sıra ihtisas için bölüm seçmeye geldi. Dr. Orhan Oktay, neden Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanlığını seçtiğini şöyle anlattı:

“Evvela nöroloji bölümünü düşündüm ama Türkiye’de o yıllarda nöroloji çok gelişmiş değildi, tanınmış hocaları yoktu. Hangi alanı seçeceğiniz o bölümlerin şefleriyle de ilgiliydi.

Çocuk servisinde bana çok büyük yakınlık gösterdiler. İki asistan beni teşvik etti. İhsan hocayla (Ord. Prof. Dr. İhsan Hilmi Alantar) konuştular. İhsan hoca üniversiteyi kuranlar arasındaydı ve en yaşlı hocamızdı, asistanlarını kırmadı. Hocadan izin istedim, ‘1 ay memlekete gideyim’ dedim. 1952’nin son ayında Kıbrıs’a geldim, 1953’te de ihtisasa başladım.”

“Aşı çıkıncaya kadar salgın hastalıklar çocukları süpürür giderdi”

Dr. Orhan Oktay, İstanbul Üniversitesi Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki ihtisas yıllarından da şöyle söz etti:

“Haseki’deki klinik İstanbul’da üniversitenin tek çocuk kliniğiydi. Asistanlara bodrum katında bir oda verdiler. Kalorifer odasıyla duvar ayırırdı bizi, kışın çok güzel ısınırdık orda. 1950’li yıllarda Türkiye’de salgın hastalıklar vardı; verem, kızamık, suçiçeği, dizanteri, zatürre, difteri, boğmaca… Aşı çıkıncaya kadar salgınlar çocukları süpürür giderdi. Verem ve çocuk felci aşıları ben Türkiye’deyken yapılmaya başlandı, Kıbrıs’a gelince bunlara kızamık, kızamıkçık ve suçiçeği eklendi…”

doktor-2.jpg

Asya’dan gelen göçmenler ve Türkiye’deki verem salgını

Fakirlik nedeniyle çocukların yeterli beslenemediğini de söyleyen Dr. Orhan, bir anısını şöyle paylaştı:

“Asya’dan yola çıkıp yürüyerek bin bir güçlükle Türkiye sınırına gelen 300 civarında bir grup vardı. O göçmenlerden birinin bebeğini getirdiler bir gece nöbete. Çocuk ölmek üzereydi ve öldü de.

Devlet ‘neden öldü’ diye soruşturma açtı. Verem olduğu otopside anlaşıldı. O nispette olmasa bile gelenlerin çoğu veremliydi. Türkiye’de de çok verem vakası vardı o yıllarda. Tevfik hoca (Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam) kampanyalar, sanatoryumlar yaptı, halk röntgen muayenesinden geçirildi, üniversiteye girenlere röntgen çekildi, verem testi yapıldı. Bütün Anadolu bu şekilde tarandı, Türkiye’de verem azaldı ama yeni alevlenmeler var. Mikroplarda tedaviye dayanıklılık oldu. Onun da etkisi var tabii…”

“Halk fakirdi. Çocukların beslenmesi kötü durumdaydı”

İhtisasını tamamlayıp Kıbrıslı Türklerin ilk Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı olarak 1957’de Kıbrıs’a gelen Dr. Orhan Oktay, Lefkoşa’da, Abdi Çavuş Sokak’ta klinik açtı, 3 sene serbest çalıştı.

“Başka Türk çocuk doktoru yoktu diye ilk sene aşırı bir talep oldu bana. O yıllarda burada da vardı kızamık salgını… Aşı, geldiğim yıllarda yapılmaya başlamıştı.

Halk fakirdi. Çocukların beslenmesi kötü durumdaydı. Anne sütüyle beslenemeyen bebeklere bulamaç ya da Nestle kutu sütü verirlerdi. Toz sütler yeni çıkmıştı ve pahalıydı... Lohusa bakımı sorunluydu. Göbek bağını taşla, jiletle kesenler vardı ve yenidoğan tetanosu bunlardan kaynaklanırdı. Türkiye’de çok görmüştüm ama burada o kadar değildi. Çocuk beslemesi gibi çocuk yetiştirilmesi de cahilane yapılırdı. ‘Gocagarı’ ilaçları, muskalar... Bunlarla da mücadele ettim.”

“Konuşma tarzım sertti”

Sert bir doktor olarak bilinen Dr. Orhan, “Konuşma tarzım öyleydi” dedi ve ekledi: “‘Öyle yapma, böyle yapma’ diye tembih ettiğim anneler aynı şeyleri tekrarladığında kızardım. Yüze gülen birisi değildim, ticari kaygım yoktu ve az-öz konuşmayı severdim. Masal anlatmak huyum değildi” dedi.

“1960-63 istediğimiz gibi doktorluk yapabileceğimiz bir dönem oldu”

1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kurulunca Lefkoşa Genel Hastanesi’nde istihdam edilen Dr. Orhan Oktay, o yıllardan şöyle söz etti:

“1960-63 istediğimiz gibi doktorluk yapabileceğimiz bir dönem oldu. Maaşımız iyiydi. Hastaneden memnundum. Bırakın siyasi çekişmeleri… Hiçbir zaman fena muamele görmedim.”

“Çok fazla anormal doğumlar oldu”

1963’te olaylar çıkınca hastaneden ayrılan Dr. Orhan Oktay, Sigara Fabrikası’nın Kıbrıslı Türkler için hastaneye dönüştürüldüğü yıllarda yaşadıkları zorlukları, hekimlerin ne şartlarda hizmet verdiğini şöyle anlattı:

“Hadiselerin içinde Genel Hastane’de 17-18 civarında çocuk kaldı. Birleşmiş Milletler getirdi ama yatıracak yer bulamadık diye çocuklara bir süre Dr. Fazıl Küçük’ün evinde baktık.

Sonra lisenin orada, arka tarafa koğuş yapıldı. Kızılay geldi. Orada başladık çocuklara bakmaya. Üst kata yaşlı ve bakıma muhtaç olanlarla çocukları yerleştirdik, çocuklarla yaşlılar bir süre aynı koğuşta kaldı.

İnsanlar büyük sıkıntılar çekti, o yıllarda çok anormal doğumlar oldu. Kafaları büyük, elleri ayakları acayip, çok parmaklı ya da eksik parmaklı çocuklar… En büyük grubu kafa anomalileri oluşturdu ve bu çocuklar ölürdü. Ölünceye kadar da onlara hastanede biz bakardık çünkü ailenin bakacak durumu yoktu ya da çocuğu istemezdi. Şimdi nasıl yaşlı insanları bakım için bir yere verirler, onları da hastaneye verirlerdi...

Prematüre bebeklere sıcak su şişesi

Erken doğan bebekleri koyacağımız kuvöz yoktu. Ben tıbbiyedeyken prematüre bebekleri kuluçka makinesindeymiş gibi ampullerle ısıtırlardı. Biz de Kızılay’dayken onları sıcak su şişeleriyle ısıttık. İlk kuvözleri Macaristan’dan getirtmiştik ancak onlar da pek gelişmiş değildi. Şimdi 600 gramın altında doğup büyüyen çocuklar var. O zaman erken doğan çocukların yüzde 80’i ölürdü.”

Sigara Fabrikası’ndan sonra Dr. Burhan Nalbantoğlu’nun adının verildiği yeni hastaneye taşındıklarını anlatan Dr. Orhan Oktay, bir süre Kardeş Ocağı’nın karşısında Diş Hekimi Rauf Ünsal ve Dr. Saffet Ratib’le birlikte açtığı muayenehanede çalıştığını, 1980’de devletten emekli olduğunu söyledi.

“Çocuk hastalıklarında saat, gece-gündüz yok”

Dr. Orhan, bir süre de evindeki klinikte hasta gördü ve 2002’de doktorluğu bıraktı.

 “Fiilen 50 yıl çalıştım. Bir yıla yakın süre tek çocuk doktoru bendim. Çok zorlandım. Çocuk hastalıklarında saat, gece-gündüz yok. Baba olunca daha iyi anladık işin zorluğunu.”

“Şimdiki doktorlar her bakımdan bizden önde… İmkanları, bilgileri, sayıları fazla…” diyen Dr. Orhan, bugünkü durumu şöyle değerlendirdi:

“Musluğu akmaz, boyası dökülür diye hastanelerden şikayet edenleri bırakın… Binalar yaşlandıkça bunlar tabii olacak, hastanelerin güzel görünmesi para işidir ve bunlar tali meselelerdir. İmkanların nerden nereye geldiğini bilmeyenlerin burnu havada olur.

Ben artık her şeyde bir laubalilik görüyorum. Herkes kendini her şeyi en iyi bilen olarak görüyor. Fazla bir özgüven var insanlarda. Doktora bile işini öğretmeye çalışan insanlar çıkıyor…”

“Nesiller değişiyor”

Bu günün çocuklarıyla ilgili görüşünü de söyleyen, “Fazla şımartılıyorlar…” diyen Dr. Orhan Oktay, şöyle devam etti:

“Çocuklar anne babalarına bağımlı yetişiyor, eski aile bağları ve saygı yok, kültür öyle oldu. Halk değişti, nesiller değişiyor. Bizim zamanımızda açlık vardı. Kaşektik hale gelmiş, bir deri bir kemik kalmış çocuklar vardı. İki üç tane ölüm gördüm böyle. Şimdi de çocuklar zayıflamaya çalışır…”

58 yıllık birliktelik

Dr. Orhan, emekliliğini eşi Meral Oktay’la geçiriyor. 1964’te evlenen çift, 58 yıldır yan yana.

doktor-3.jpg

Dr. Orhan, eşini Victoria Kız Lisesi’nde öğretmenlik yapan kız kardeşinin tavsiyesiyle tanıdığını söyledi ama Meral Hanım, Dr. Orhan’ı düzeltti:

“Orhan’ı tanımamın evveliyatı vardı. Teyzemler, Orhan’ın kız kardeşi Necla ile samimi arkadaştı. Necla’nın İstanbul’da okuyan bir abisi olduğunu bilirdim. Orhan belki beni bilmezdi ama ben onu bilirdim. Sert biri olarak bilinirdi…” dedi.

Oktay çiftinin 2’si hekim, 1’i diş hekimi 3 çocuğu, 4 de torunu var.

Bu haber toplam 4816 defa okunmuştur
Etiketler :