1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Kıbrıslırum “kayıp” Sokratus’un ailesine tazminat…
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Kıbrıslırum “kayıp” Sokratus’un ailesine tazminat…

A+A-

1-043.jpg

 

Lefkoşa, 27 Şubat 2019 (T.A.K): “Kayıplar” arasında bulunan Kıbrıslırum Sokratus’un ailesi, Güney Kıbrıs’ta açtığı ve Kıbrıs Cumhuriyeti makamlarını, “şahsın kaybolmasından sorumlu kişinin ceza alması için gerekli eylemlerde bulunmamakla” itham ettiği davayı kazandı.

Fileleftheros gazetesi, “Kayıp Olayında Ağır İhmal – Mahkeme İlk Kez 50 Bin Euro Tazimat Kararı Verdi” başlıkları altında verdiği haberinde, kayıp durumunda bulunan Kıbrıslırum Hristos Sokratus’un iki kardeşi tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti mahkemelerinde açılan davanın dün sonuçlandığı ve “Kıbrıs Cumhuriyeti makamlarının Sokratus’un dosyasının gerekli şekilde ele almadığı gerekçesiyle aileye 50 bin Euro tazminat ödemeye mahkum edildiğini” yazdı.

Gazete, Kıbrıslırum Hristos Sokratus Yuannu’nun 4 Şubat 1964 tarihinde Goşşi (Üçşehitler) ile Lurucina (Akıncılar) arasındaki bölgede motosikletiyle giderken “kayıp” edildiğini, ailenin “bu durumdan ötürü iki Kıbrıslıtürk’ü sorumlu tuttuklarını belirtirken, Kıbrıslırum polisi ve sorgu makamlarını ise, söz konusu Kıbrıslıtürk’ün 1990’larda Güney Kıbrıs’ta serbestçe dolaştığını ve çalıştığını bilmelerine karşın gerekli eylemlerde bulunmamakla suçladıklarını” aktardı.

Haberde kayıp ailesinin iddialarına geniş yer verildi.

(TAK Ajansı Rumca Haber Bülteni’nden – 27.2.2019)

(Gazetemiz YENİDÜZEN’de bu sayfalarda 1964 “kaybı” Hristos Sokratus Yuannu ile birlikte “kayıp” edilen Andreas Petru’nun öykülerine ve olası gömü yerlerine yıllar önce geniş yer vermiştik. S.U.)

 


Bu “kayıp” cenazesine hiçbir politikacı ve medya kuruluşu sokulmadı…

2-036.jpg

Lisili “kayıp” Kiriakos Yuannu’nun geçtiğimiz günlerde düzenlenen cenaze törenine, ailenin isteği üzerine hiçbir politikacı ve medya kuruluşu sokulmadı.

Kiriakos’un ailesi cenaze ile ilgili verdiği ilanda da, politikacılardan ve medyadan bu cenaze törenine katılmamalarını talep etmişti. Ailesi politikacıların ve medyanın bu cenaze törenini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmalarına böylece engel oldu…

Henüz 23 yaşında ve nişanlı olan Kiriakos’tan geride kalan birkaç parça kalıntı, “Celebrity Otel yanı” olarak bilinen askeri telli bölge içerisinde bulunmuştu – yüzük parmağı ve yüzük parmağındaki nişan yüzüğü de bulunan birkaç parça kemik arasındaydı… Kiriakos’un nişanlısı, hiçbir zaman evlenmeyerek Kiriakos’un dönüşünü beklemişti…

Yıllarca hakkında yazılar yazdığımız ve “boşaltılmış” bir alan olduğu söylenen Lapta kıyılarında “Celebrity Oteli yanı” olarak bilinen askeri bölge içerisinde birkaç kemiciği Kayıplar Komitesi tarafından yürütülen çalışmalarda bulunarak DNA testleriyle kimliklendirilen Lisili 23 yaşındaki Kiriakos Yuannu’nun cenaze töreni 16 Şubat 2019 Cumartesi günü sabah saat 10.00’da Leymosun’da Ayios Athanasios bölgesindeki Apostol Luka Kilisesi’nde yapıldı ve ardından onu Sfaganyiotissa Mezarlığı’nda ailesi ve sevenleri tarafından toprağa verildi.


BİR FİLM, BİR KİTAP…

 “Kırmızı mantolu küçük kız: Roma Ligocka…”

3-029.jpg

Roma Ligocka, Rominka Liebling adıyla, 13 Kasım 1938 yılında Polonya’nın Krakow şehrinde doğdu. Bir Holokost kurtulanı olan Roma, günümüzde kostüm tasarımcısı, yazar ve ressam.

1933 yılından itibaren, Almanya’da sinagoglar yanarken ve Yahudi dükkânları yağmalanırken, Theofila Liebling, Krakow’da, kalabalık ve refah içinde yaşayan bir Yahudi ailenin ferdi olarak,13 Kasım 1938 tarihinde kızı Roma’yı dünyaya getirir.

Doğumundan bir yıl sonra, II. Dünya Savaşı başlar ve tüm Yahudilerin kökünü kazımaya karar veren Hitler, Polonya’yı işgal eder. Roma, 1941 yılında annesi, babası ve babaannesi ile birlikte Krakow Gettosuna kapatılır. Artık, milyonlarca diğer Yahudi gibi onları da ölüm beklemektedir. Yılın ilk yılları hep korku ile geçer, çünkü Krakow Gettosunun şartları çok zordur. Açlık, soğuk, bir odada yaklaşık 15 kişinin bir arada ve hijyen olmayan bir ortamda yaşamak zorunda olma tehlikesinin var olduğu bu yerde, insanların salgın hastalıklarda birbirlerinden mikrop kapmaları günlük olağan hallerdir. Çocuk, yaşlı demeden, herkesi en küçük bir bahaneyle, gözlerini kırpmadan bir kurşun sıkıp öldürmeleri günlük felaketler arasındadır. 1943 yılında, Roma’nın en iyi arkadaşı, henüz minik bir çocuk olan Stefus, küçük kızın gözlerinin önünde kurşuna dizilir ve öldürülür. Bu korkunç anı, küçük kızın gözlerinin önünden ömür boyu gitmeyen bir olaydır.

Getto yıllarında, babaannesi minik Roma’ya, kırmızı bir manto diker. Kız, savaş bitene kadar artık sürekli olarak o mantoyu giyer. Kısa bir süre sonra babaannesi gönderildiği Auschwitz’de gaz odasında katledilir. Babası da aynı kampa nakledilmiştir. Roma ve annesi o sırada, mucize eseri kampa gönderilmekten kurtulurlar. 1943 yılından itibaren, devamlı olarak valizleri ellerinde oradan oraya kaçıp, gizlenirler. Ari ırka benzemesi için, Roma’nın saçları sarı renge boyanır. Düzenlenen sahte pasaportunda Roma’nın soyadı artık Ligocka olarak değiştirilmiştir. Birçok insan onun hayatının kurtulması için kendi hayatlarını feda ederler. Örneğin Krakow’da yaşayan Polonyalı Kiernikowa ailesi gibi. Roma, Nazilere yakalanmamaya çalışarak yıllarca, savaş bitene kadar arkadaşsız, oyuncaksız, çeşitli mahzenlerin veya evlerin kömürlüklerinde, karanlık ve kuytu odalarda annesiyle birlikte gizlenerek, Nazi cehenneminden kurtulmayı başarır. Babası David Liebling, Auschwitz’den sağ olarak çıkar, fakat savaştan sonra beyin kanaması geçirerek ölür.

Savaş sonrası travma

Roma savaştan sonra bedensel olarak hürdür, fakat zihinsel olarak yaşadığı travmalardan bir türlü kurtulamaz. Savaşın korkunç izlerini içinden atamayan küçük kız normal yürüyemez, bisiklete binemez, kendini hep hasta ve sakat hisseder, korkudan sürekli fısıltı halinde konuşur.

Ağır ağır iyileşme sürecine geçer, okula gider. Genç kız olduğu vakit başından kısa ve mutsuz bir evlilik geçer, boşanır. Savaştan sonra Amerika’ya yerleşen öz kuzeni, ünlü rejisör Roman Polansky ile Krakow’a geldiğinde buluşur ve onunla birlikte uzun uzun kızın geleceği hakkında konuşurlar. Roma, onunla birlikte girdiği sanatçı ortamlarında resim çizme yeteneğini keşfeder. Krakow’daki Güzel Sanatlar Akademisine girerek, resim ve özellikle manzara çizme konusunda eğitim alır ve mezun olur. Genç kadın artık yolunu çizmeye başlamıştır.

Roma, tiyatro, film ve televizyonda, set tasarımcısı olarak önemli bir yere gelir. 60’lı yılların ortalarında aktör olan ikinci eşi Jan Biczycki ile evlenir. Bir süre sonra Komünist Polonya’yı terk ederler ve Münih’e taşınırlar. Orada tek oğlu Jacob’u dünyaya getirir. Bu evliliği de iyi gitmez ve tekrar boşanır. Yaşamını tek başına sürdüren Roma ondan sonra hem Berlin, hem de Krakow’da yaşayarak hayatına devam eder. Berlin’de çok ünlü bir ressam olarak büyük ün kazanır. Hâlâ resim çizen sanatçı, bunun yanı sıra yazarlık ve zaman zaman da değişik şehirlerde söyleşiler yapmaktadır.

‘Schindler’in Listesi’ filmi hakkında…

Yıl 1993, Jacob, bir gün annesini telefonla arar ve onu Krakow’da yapılacak olan ‘Schindler’in Listesi’ (Schlindler’s List) adlı filmin galasına davet eder. Geçmişin izlerini hala içinde taşıyan kadın aslında Holokost ile ilgili anılarını maziye gömmüştür ama oğlunu kırmamak için galaya gitmeye karar verir. Filmi, salonun ilk sıralarında oturmuş izlerken, filmin bir sahnesindeki ‘Kırmızı Mantolu Kız’ı görünce donakalır ve  “Bu benim! O kırmızı mantolu küçük kız benim!” diye bağırır. Filmin aslında belgesel film olan o bölümü siyah beyaz olarak çekilen esas filme bir sahne olarak montaj edilmiş ve filmde üzerinde mantosu olan minik kızın mantosu kırmızı renge boyanmıştır. Roma şaşkınlık içindedir, yıllardır içine gömmeye çalıştığı anılar yeniden beyninde dans etmeye başlar. Artık geçmişi ile yüzleşme zamanı gelmiştir.

Bu olaydan iki yıl sonra 1995 yılında, ‘Schindler’in Listesi’ filminin yönetmeni Steven Spielberg’in karşısına çıkarak yönetmene büyük bir sürpriz yapar. Hâlbuki Spielberg, ailesinin trajik öyküsünden etkilenerek filmde yer verdiği bu kızın ne adını, ne de akıbetini biliyordu. Bu sürpriz buluşma Spielberg’in, Alman Liyakat Nişanı almak için gittiği Berlin’de meydana gelir. Almanya Cumhurbaşkanı Roman Herzog’un, Spielberg onuruna verdiği yemekte, Roma Ligocka, elindeki sararmış siyah-beyaz resimle ünlü yönetmene çekingen adımlarla ulaşır ve Spielberg gözlerine inanamaz. Filminde ölen küçük kız karşısında durmaktadır. Hemen soru faslına girişir. Nerede yaşıyor, ne yapıyordu Roma Ligocka? Roma, Berlinli bir ressamdı ve yaşadığı acıları tuvale aktarıyordu. Resim eleştirmenleri tarafından “yaşayan en iyi Yahudi ressamlardan biri” olarak tanımlanıyordu. Sinema oyuncusu Jan Biczycki ile evlenmişti ve oğlu Jacob multimedya uzmanı olarak çalışıyordu. Yönetmeni bekleyen diğer bir sürpriz de, Roma Ligocka’nın, ünlü ‘Piyanist’ filminin yönetmeni Polonyalı Roman Polansky’nin kuzini olmasıydı. Aslında Polansky’nin de soyadı Liebling’dir. Fakat ailesi savaş sırasında soyadlarını değiştirmiştir.

Bu buluşma Roma’nın yaşamında bir kırılma noktası olur, çünkü yaşadıklarını bir biyografi olarak yazmaya karar verir. 2000 yılında yayınlanan kitabı rekor kırarak –çok satanlar- listesine girer. 25 dile tercüme edilir. Türkçe çevirisi ‘Kırmızı Mantolu Küçük Kız’ adı altında mevcuttur.

(AVLAREMOZ  - Kaynak: Şalom, Sara Yanarocak – 22.2.2019)

 

 

 

 

 

 

 

 

***  BASINDAN GÜNCEL…

 

AGOS

 

“Arcoş’un hikâyesinin peşinde...”

 

Varduhi Balyan

 

    Hollanda’da yaşayan müzisyen Aktaş Erdoğan, köklerindeki Ermeni kimliğine yaptığı keşif yolculuğunu, son çalışmasıyla anlattı. Erdoğan, ‘Nare Nare’ ezgisi için çektiği klibi, büyükninesi Arcoş’un hikâyesi üzerine kurmuş. Bu hikâyenin sanatla anlatılması gerektiğine inanan müzisyen, aynı zamanda büyük babaannesinin adını taşıyan son çalışmasında, bir Ermeni kadının göçünü, düşüşünü ve tekrar doğrulup hayata tutunmasını anlatıyor.

Siyasi sebeplerle Hollanda’ya göç etmiş bir ailenin çocuğu olan Aktaş Erdoğan, babasının babaannesinin hikâyesini çok geç öğrenmiş ve bunu yaptığı müzik çalışmalarına yansıtmaya başlamış. Erdoğan’la, hem Ermeni kimliğiyle tanışması ve Arcoş’un hikâyesi üzerine konuştuk.

 

***  Müzikle yolunuz nasıl kesişti?

Annem ve babam 12 Eylül Darbesi’nden sonra Avrupa’ya göç etmek zorunda kalmışlar. Ben 1987’de Hollanda’da Rotterdam’da doğdum. Babam o yıl Türkiye’ye dönmüş. Annem, dönme hazırlığı yaparken, beni, iki yaşımdayken babaannem ve dedemin yanına gönderdi. Beni onlar yetiştirdi. Beş-altı yaşlarımdayken annem müziğe ilgim olduğunu keşfetti ve her fırsatta bana şarkılar öğretti. Müzik kulağı çok iyidir. Eskiden akordiyon çalardı. Lise yıllarında beni BEKSAV’da gitar kursuna gitmeye teşvik etti. Bir süre sonra ‘Vardiya’ adlı bir müzik grubunda gitarist olarak yer aldım. Kocaeli Güzel Sanatlar Fakültesi’ne başladım. O senelerde yurtdışında müzik eğitimi alma isteğim vardı. Annem ve babam 2006’da siyasi nedenlerle tutuklandılar. Benim için yüzleşmesi zor bir durumdu. Daha sonra müzik hayatıma Hollanda’da devam ettim. Hollanda Kraliyet Konservatuarı’nın sınavlarını geçip orada okumaya hak kazandım. Hollanda hükümetinin verdiği burs ve akrabalarımın desteğiyle eğitimimi sürdürdüm. 10 yıldan uzun bir süre klasik gitar eğitimi aldım. Yüksek lisansı tamamladıktan sonra hayal ettiğim şeyin, yani müziğin peşine düştüm diyebilirim.

 

***  Ne tür müzikler yapıyorsunuz?

Başlangıçta daha çok solo konserler ve yarışmalara yoğunlaşmıştım. Hollanda’nın Enschede kentinde düzenlenen gitar yarışmasında En İyi Hollandalı Gitarist Ödülü’ne layık görüldüm. Aynı yıl ‘Dreamers of Dreamer’ adlı bir solo gitar albümü çıkardım. Çeşitli gruplarla Asya, Avrupa ve Avusturalya’da konserlere çıktım. Geçen yıl CCO3 ile yaptığımız Hindistan turnesi çok değişik bir deneyim oldu. Beste ve düzenlemeleri müzisyen dostlarımla birlikte yaptık. Hollandalı gitarist Martin van Hees ve İtalyan davulcu Nello Biasini ile birlikte farklı müzik tarzlarını harmanladık. Ocak ayında Hindistan’da, müzisyen arkadaşlarım Sameer Rao ve Sai Shiv Leksav ile, Hint müziği ve cazı sentezleyerek bir konser verdik. Akabinde bir single çalışması yaptık. Buna yakında internet üzerinden ulaşılabilecek.

Bu arada, duduğa merak sardım. İki yıldır büyük bir tutkuyla duduk çalışıyorum. İki ay kadar önce, sanatçı arkadaşlarımın da katkısıyla, büyükninem Arcoş’la ilgili bir klip çalışması yaptık. Bu, ilk duduk kaydım oldu.

 

***  Büyükninenizle ilgili bir çalışma yapmayı neden istediniz?

Onun yaşadıklarından çok etkilendim. Hikâyesinin detaylarını ilk kez babaannemle yapılan bir söyleşide okudum. Arcoş, 1915 yılında 10 yaşındaymış. Sivas-Divriği’nin Armutak köyünde yaşarken, annesiyle birlikte köyü terk etmek zorunda kalmış. Babası ve diğer Ermeni komşuları toplu olarak öldürülmüş. Geriye sadece kadınlar ve çocuklar kalmış. Arcoş bir şekilde hayatta kalıp yaşama tutunmayı başarmış. Yaşadıkları, annem Füsun Erdoğan’ın kaleme aldığı, Bianet’te yayımlanan yazıda okunabilir. Arcoş’un hikâyesi sanatla anlatılmalıydı. Kendisi, hikâyenin çok ufak bir kısmını, sadece çocuklarına anlatmıştı. Belki o günlere dönmek istemedi, belki anlatacaklarıyla sevdiklerini üzmek istemedi. Bunun, özellikle bugün, insan olabilmek adına anlatılması gereken bir hikâye olduğuna inanıyorum.

 

***  ‘Nare Nare’ adlı şarkıyı seçmenizin özel bir nedeni var mı?

‘Nare Nare’ o dönemde dinlediğim ve çok beğendiğim bir Ermenice şarkı. Ne zaman dinlesem hep Arcoş’un hikâyesi canlanıyor kafamda. Onun göçü, düşüşü ve doğrulup hayata tutunması... Klipte, dansçı arkadaşın performansında da bu rahatlıkla hissedilebilir. Arcoş’un yaşadığı kimlik sorununu, yüzündeki pelerini çıkarmaya çalışmasıyla kurguladık klipte. Pelerin, sanki yüzüne zorla geçirilmiş bir kimlikti. Anadolu’da her kimlik bir renktir aslında, renksiz bir hayat düşünülemez. Bazı acılar insanı fiziksel olarak öldürmeyi başaramasa da, ruhen çöküntüye uğratabilir. Hayata devam etmek yeniden doğuşla gerçekleşir. Klipte aslında Arcoş’un yaşamı tercih etmesini ve yeniden doğmasını gösteriyoruz. Çölden yeşile, kurudan yaşa yolculuk yapan bir iradenin ta kendisi... ‘Nare Nare’ ezgisi Ermeni halkının ruhunu yansıtıyor bence.

 

***  Büyükninenizin Ermeni olduğunu ne zaman öğrendiniz? Bu durum sizde nasıl bir kırılma yarattı?

Evde akrabaların, çocukların, torunların, anne ve babaların fotoğrafları vardı. Bu fotoğraflardaki akrabaların bazılarını hiç tanımıyordum. Lise yıllarına kadar çok sordum ama babaannem hiç anlatmadı. Bir süre sonra babam anlatmaya başladı. Annemin yaptığı röportajı okuduğumda detayları öğrendim. Empati kurma şansım oldu. Yaşadıkları gerçek bir dramdı, insanlık ayıbıydı. Onun hikâyesi bir hakikati yansıtıyor, bilinmesi gerekiyor. Hikâye beni derinden sarstı ama kimliğimle ilgili bir kırılma yaşamama neden olmadı. Türklüğü ya da herhangi bir inancı kimlik olarak edinmiş, benimsemiş biri değilim. Tabii, dünya o kadar saf ve temiz değil. Siz bir kimlik hissiyatı ve aidiyeti içinde olmasanız da birileri bir kimliği size dayatabilir. En nihayetinde, 10 yaşındaki Arcoş çocuk olduğu için değil, Ermeni olduğu için sürgündeydi.

 

Geleneksel Ermeni müziğiyle ilgili çalışmalarınıza devam edecek misiniz?

***  Beni çok heyecanlandıran, kayıtları yakında tamamlanacak olan, ‘Turna’nın Yolu’ adlı bir single çalışması var. Çok etkilendiğim Ermeni müzisyen Tigran Hamasyan’dan esinlenerek yaptığım bir bestenin kayıtlarını alacağız.

 

    Arcoş’un hikâyesi

    Müzisyen, video paylaşım sitesi Youtube’da yayınladığı çalışmasının altında, Arcoş’un hikâyesini şu şekilde anlatıyor:

    “Arcoş benim büyükninemin adı. Bu video çalışmasını yaparken ondan ilham aldım. Burada onun hikâyesini babaannemden dinlediğim gibi, hiç değiştirmeden paylaşıyorum:

    Arzavat 1915’te 10 yaşındaymış. Ailesi, arkadaşları ona ‘Arcoş’ diyormuş. Bir Türk’le evlendikten sonra ismini ‘Arzu’ olarak değiştirmiş. Ermenice konuşurdu, Türkçe okuyup yazardı. Çocuklarıyla hiçbir zaman Ermenice konuşmamıştır. Ailesi Sivas-Divriği’deki Armutak köyünden. Annesinin adı Anno, babasının adı Hambarsan’mış.

    Hambarsan’ın Divriği’de bir dükkânı varmış. 1915’e kadar zengin bir adammış. Arcoş’un doğduğu köyde ve civardaki dört köyde yaşayan bütün Ermeni erkekler hükümet emriyle toplanmış. Yetkililerin emirlerini almak üzere Murat Paşa’ya gittiklerini sanıyorlarmış. Hambarsan dahil, Armutak’ın bütün erkekleri Derin Bahçe denen yerde bir araya getirilmiş. Hepsi o bahçede Osmanlı ordusu tarafından katledilmiş. Diğer dört köy, Odur, Ersin, Hazerkek ve Vartan.

    Topal Osman ve adamları, köy sakinlerinin bütün değerli eşyalarını aldıktan sonra, kadınları ve çocukları (Anno ve Arcoş’u da) bir köprüye götürüp, hepsini birer birer nehre atmaya başlamış. Köyden başka bir Ermeni kadın, Zarife Ana önce oğlunu, sonra kendini Fırat Nehri’ne atmış.

    Çok az sayıda insan kurtulmuş. Babaannem, Arcoş ve Anno’nun nasıl kurtulduğunu hâlâ bilmiyor. ‘Nasıl olmuşsa, kurtulmuşlar’ diyor. Sarıçiçek adlı bir Kürt köyüne sığınmışlar. Sığındıkları evde Anno hizmetçilik, Arcoş ise çobanlık yapmaya başlamış. Bir süre sonra Hambasan’ın bir arkadaşının evine yerleşmişler. Uzun yıllar orada kaldıktan sonra kendi köylerine, Armutak’a dönmeyi başarmışlar. Evi ve dükkânı yağmalanmış halde bulmuşlar. Arcoş’un mülteci olarak ABD’ye yerleşen akrabaları onu Armutak’ta bulup ABD’ye almak istemişler ama Arcoş bir Türk’le evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş olduğundan, ailesiyle kalmayı tercih etmiş.”

(AGOS - Varduhi Balyan – 25.2.2019)

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 2036 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar