Kıbrıslırum yazar George Kumullis yazdı: “Kıbrıs Cumhuriyeti’yle alay edilirken...”
George Kumullis
(Çok değerli Kıbrıslırum yazar arkadaşımız George Kumullis, geçtiğimiz Cumartesi günü yani 7 Ekim 2023’te POLİTİS gazetesinde Rumca olarak yayımlanan yazısını, ricamız üzerine İngilizce’ye çevirdi, biz de bu değerli yazıyı okurlarımız için Türkçeleştirdik. Arkadaşımız George Kumullis’e çok teşekkürler... S.U.)
Sözde bağımsızlık kutlamalarımızla birlikte bir kez daha tüm Avrupa’nın alayına maruz kaldık bir kez daha...
Kıbrıs’ın Bağımsızlık Günü olan 1 Ekim’deki kutlamalarda önde gelen bir konuk olan Avrupa Parlamentosu Başkanı Roberta Metsola’nın izlenimleri neydi çok merak ediyorum, eminim ki kibar bir küçümsemeyle karşılamıştır bunları. Tüm kutlamaların Kıbrıs Cumhuiyeti’nin değil, bir Kıbrıslırum yönetimin varlığını kanıtlaması nedeniyle mutlaka düşkırıklığına uğramıştır.
Buradaki dram şudur: yıllardır anormal olan şeyleri normalmiş gibi karşılamaya alıştık ve artık “normal”in ne olduğuna dair bir algımız kalmamıştır. Zihnimizin antenleri donmuştur ve artık azametli, vicdansız, bariz, paradoksal, şizofren olan şeyleri algılayamıyoruz...
BİR BAŞKA ÜLKENİN MİLLİ MARŞI...
Kutlamaların yapıldığı resmi geçit, bir başka ülkenin, Yunanistan’ın milli marşıyla başladı. Bu arada tüm politikacılar, Yunan milli marşının 1966’da kabul edilmiş olmasının aslında Anayasa’dan bir sapma olduğunu itiraf ediyorlar ancak eğer normal bir devlet olarak algılanmak istiyorsak kendi milli marşımızın olması gerektiğini tartışma cesaretini bugüne kadar hiçbir hükümet göstermemiştir.
MİLLİYETÇİLİK CANAVARI EVCİLLEŞTİRİLEMİYOR...
Bugüne kadar bu cesareti gösteren çıkmamıştır çünkü ne kadar istese de hayata egemen olan ve iktidarını sürdüren aptal milliyetçilik canavarını evcilleştirmek mümkün değildir.
Her halukarda Roberta Metsola aynı zamanda resmi geçitte yürüyen Kıbrıslı askerlerin taktıkları berelere Yunan amblemi işlenmiş olduğunu görünce şaşırmıştır sanırım. Bu komedya, Kıbrıs bayraklarının yanında uçuşan Yunan bayraklarıyla ve Yunan marşları çalınarak tamamlanmıştır – aynı marşlar, o korkunç 15 Temmuz 1974 günü de çalınmıştı. Şunu da eklemek gerekir ki aralarında pek çok çocuğun bulunduğu töreni izleyen insanların büyük çoğunluğu da Yunan bayracıkları sallayarak resmi geçidi izlemiştir.
CEPHELEŞME ATMOSFERİ YARATIYORLAR...
Özellikle şimdilerde 2017’de durmuş olan görüşmeleri yeniden başlatma çabalarına girişmişken (ister tırnak içinde, isterse tırnak koymaksızın) askeri gücümüzü sergilemenin Kıbrıslıtürk yurttaşlarımızla bir cepheleşme atmosferi yarattığını liderliğimizin algılayamayışı, trajik bir olaydır.
Eğer barışçıl bir çözüm arıyorsak, o zaman bu ölümcül silahları sergilemekten vazgeçmenin zamanıdır şimdi.
KIBRISLITÜRKLER DIŞLANMAMALIYDI...
Mantıken, bağımsızlığın yıldönümünde, Kıbrıslıtürkler şimdi yapıldığı gibi dışlanmamalıdır, tam tersine, Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar bu yıldönümünü kültürel ve diğer etkinliklerle elele kutlamalıdır. Bu, en güçlü güven yaratıcı önlem olurdu ancak ne yazık ki günümüzde herhangi bir güven yaratıcı önlem, askeri resmi geçitlerimizle harfiyen ezilmektedir.
BU RESMİ GEÇİTLER, TARİHSEL BİR HATADIR...
Böylesi resmi geçitler tarihsel bir hatadır ve buna son vermeliyiz. Bağımsızlık Günü’nün ille de askeri resmi geçit törenleriyle kutlanması gerektiği gibi bir şey sözkonusu değildir. Dünyanın en büyük askeri gücü olan ABD, her sene bağımsızlık günü olan 4 Temmuz’da, askeri resmi geçit töreni yapmıyor. Ölümcül silahların sergilenmesi Milliyetçi Sosyalist ve diğer totaliter rejimlerin (Hitler, Stalin, Musollini, Mao, Franko vs.) bir icadıydı ve modern bir demokratik toplumun değerleriyle hiçbir alakası yoktur.
İKİYÜZLÜLÜĞÜN BAŞYAPITI...
Ancak bu kutlamaların bir diğer yönü daha vardır ki o da üzüntü yaratmaktadır. Kutlamalardaki konuklar arasında iki devletli çözüm en içten dilekleri olan politikacılar vardı. Müzakerelerde ilerlemeyi etkileyici biçimde engelleyenler ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni havada bırakmış olanlar bunlardı... Nasıl olur da bunlar bu yıldönümünü onore ediyordu? Nihayetinde 1 Ekim kutlamaları az da olsa bir çözüme ulaşma umudu olan hem Kıbrıslırumlar’la, hem de Kıbrıslıtürkler’le alay eden ikiyizlülüğün bir başyapıtı olmuştur.
KIBRIS CUMHURİYETİ’NE DÜŞMAN FANATİKLER ORDUSU YETİŞTİRİLDİ...
Ancak Bağımsızlık Günü’nün kutlamalarının altını oyan yalnızca devlet kurumumuz değildir. Sözde milliyetçi futbol kulüpleri de, Kıbrıs bayrağına ve Kıbrıs Cumhuriyeti amblemine düşman bir fanatikler ordusu yetiştirdiklerinden emin olmuşlardır. Bu takipçiler, iki kutuplu sloganları dillerinden düşürmüyorlar (örneğin “Kıbrıs Yunandır” sloganı gibi). Bunlar bireyler ya da tek bir grup değildirler. Çoğunluğu büyük bir partinin üyeleri olan futbol kulübü liderleri tarafından yönetilmektedir bunlar.
ERDOĞAN’IN YENİÇERİSİ BUNLAR...
En kötüsü de bu futbol kulüplerinin yöneticilerinin bu “yurtseverlerin” davranışları hakkında sessizliklerini korumaları ve onları stadyumlardan uzaklaştırmaktan kaçınmalarıdır. Açıkça söylemek gerekirse bu bu sağcı futbol kulüplerinin “örgütlü” destekçileri, son tahlilde, Erdoğan’ın yeniçerileridir.
Erdoğan sürekli olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin geçersiz olduğunu ileri sürmektedir, onlar da milyonlarca izleyici tarafından televizyonda izlenebilecek olan uluslararası karşılaşmalarda yalnızca Yunan bayrakları sallayarak Erdoğan’a destek çıkmaktadır. Erdoğan iki devletli çözümden yanadır, onlar da Erdoğan’ın bu hedefine ulaşmasında taksimci sloganlar kullanarak kendisine yardım etmektedirler. Erdoğan, Kıbrıs’ta iki halk olduğunu söylemektedir ve bunlar da bunu kabul etmektedirler çünkü Kıbrıs’taki Kıbrıslıtürkler’i, yabancı bir varlık olarak addetmektedirler.
PARANOYAK FAŞİSTLER YETİŞTİRİLİYOR...
Kısacası askeri resmi geçitler, milliyetçi eğitimle, “milliyetçi” futbol kulüpleriyle ve ideolojik gericilikle uyum içerisindedir. Kıbrıslırumlar’la Kıbrıslıtürkler arasındaki güveni de yok ederek devletimizin varlığını baltalamaktadır.
Bunlar Yunan yanlısı, eleştirel bir zihinle özgür düşünen insanlar yetiştirmiyorlar, tam tersine paranoyak faşistler yetiştiriyorlar.
(George Kumullis’in 7.10.2023’te POLİTİS’te Rumca olarak yayımlanan yazısının kendi çevirisiyle İngilizcesi’nden Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR...
“Benim milletim katliam yapmaz” mı?
Ohannes Kılıçdağı
Son zamanlarda Karabağ ve İsrail-Filistin meselelerinde yaşananlar, etno-dinsel çatışmaların ne kadar kıyıcı, zalimane ve yıkıcı olabileceğini maalesef bir kez daha gösterdi. Yaşananlar ve yaşananlara verilen tepkiler, bu gibi sorunlar karşısında ve bu sorunların çözümü için takip etmemiz gereken bazı düsturları hatırlamamıza, kayda geçirmemize vesile olmalı. Bütün bu vahşet, insanın insan zulmü bitmeli, hayat böyle yaşanmamalı ve bu söylediklerim naif bir romantizm gibi algılanmamalı, öyle muamele görmemeli, çünkü bunların olması gerektiğine ve olabileceğine inanmak ve bunu ifade etmek, bunların gerçek olmasının birinci şartıdır. Değişmeyeceğine inanırsanız değiştiremezsiniz.
Belki ilk önce söylenmesi gereken şu ki, etno-dinsel çatışmalara müzakere yoluyla kalıcı çözümler bulunmadığı sürece silahlı yöntemler ve gruplar inisiyatifi ele alıyor, meseleyi domine ediyor. İşte Karabağ meselesi öyle, 80 yıldır süregelen İsrail-Filistin meselesi öyle. Silahlar bir kere konuşmaya başladığında, karşılıklı olarak yanlış yanlış üstüne biniyor, bir tarafın sergilediği vahşet diğerinin vahşetini çağırıyor, iş içinden çıkılmaz bir hâl alıyor, masum bir taraf kalmıyor. Müzakere yoluyla kalıcı çözüm devamlı olarak peşinden gidilen bir hedef olmalı. Onlarca yıla, kuşaklara yayılmış bir sorunda karşılıklı çatışmaların sönümlenir gibi olduğu anlarda rehavete kapılmamalı, o çatışmanın şiddet üretme potansiyeli akılda tutularak çözüm gayretlerine tam da durulma anlarında hız vermeli, çünkü var olan yanlış hâl devam ettiği, sorun çözülmeden kaldığı sürece şiddet her an tekrar yükselebiliyor. Açık yara iltihap üretmeye devam ediyor.
Etno-dinsel çatışmaların çözülmesi yolunda bir başka gereklilik de –ki buna psikolojik bir ön şart diyebiliriz kanımca– “Benim milletim/dindaşım şunu yapmaz, bunu yapmaz”, “Benim milletim katliam yapmaz” vs. dememek. Herkes için geçerli bu. Her milletin içinde en adi suçları işlemiş ve işleyebilecek binlerce kişi var. Tüm bireyleri kötülükten azade tek bir topluluk bile yok. Bu basit gerçeği unutmamak ve ‘bizimkiler’e insan üstü bir iyilik durumu atfetmemek, tarafların katılığını, tavizsizliğini kırabilir. Aksi takdirde, “Biz ne yaptıksa doğru yaptık, onlar ne yaptıysa yanlıştı” anlayışı uzlaşmayı engeller. Buna, tamamlayıcı bir unsur olarak şunu ilave etmek gerek: Size veya atalarınıza haksızlık veya kötülük yapılmış olması size sonsuz bir hareket alanı, her şeyi ama her şeyi yapma hakkı vermez.
Başka bir deyişle, yakın veya uzak geçmişte bir kötülüğe, bir haksızlığa maruz kalmış olmanız, size onun bir benzerini yapma hakkını vermez. Örneğin, bir katliam diğerini meşrulaştırmaz. Bu tür çatışmalarda karşılıklı katliamlar, cürümler birbiri ardına masaya sürülen kartlar hâline geliyor ve aslında bir noktadan sonra anlamsızlaşıyor. “İlk önce kim öldürdü?” sorusu etrafında, içinden çıkılamayan bir tartışma başlıyor. Kimi üç sene evvelsinden bir örnek veriyor, kimisi elli sene evvelsinden, nasılsa tarih denen zaman dilimi içinde X’in Y’yi katlettiği vakalar bulunduğu gibi Y’nin X’i katlettiği vakalar da bulunabiliyor. Dolayısıyla, etno-dinsel çatışmaların çözümünü zorlaştıran bir ‘ilk günah’ arayışından vazgeçmek gerekiyor. (Başlı başına ele alınması gereken bir konu ama şunu söyleyeyim; ‘ilk günah’ arayışı çoğu zaman faydasızdır ama bir ‘ölümcül günah’ vardır: soykırım. Etno-dinsel çatışma ve soykırım birbirinden farklı olgulardır. Bir durum etno-dinsel çatışma boyutunu aşıp soykırım veya etnik temizlik boyutuna varmışsa, orada farklı değerlendirmeler yapmak gerekir.)
Burada, bu tür çatışmaların çözümünde tarihin rolü konusuna da değinmekte fayda var. Tarih hakkında daha ziyade tarih zanaatıyla pek haşır neşir olmamışların tekrarladığı beylik bir laf vardır: “Tarih bugünümüze ve yarınımıza ışık tutar.” Maalesef her zaman öyle olmuyor, çoğu zaman da tarihin gölgesi bugünümüzün üzerine düşüp onu karartıyor. Tarih, etno-dinsel çatışmaların çözümünde bir kolaylaştırıcı değil, bir ayak bağı hâline geliyor, çünkü tarih dediğimiz koskocaman bir gayya kuyusu, isteyen herkes kendi savlarını destekleyecek bir şeyler bulabilir orada. Velhasıl, etno-dinsel çatışmaların çözümü tartışılırken tarihi baş köşeye oturtmamak, onun yerine bu sorunların çözümünde günümüzde insan haklarının ve özgürlüklerinin, hukukun, azınlık haklarının ulaştığı standartlar takip etmek gerek.
Başka bir husus, kolektif cezanın kabul edilemezliği. Bir cürüm, bir katliam işlendiğinde o suç için sadece failleri cezalandırılabilir; bütün bir topluluğu veya halkı sorumlu tutup cezalandıramazsınız. Son yaşananlarda örneğin, Hamas’ın sergilediği vahşet için bütün Filistinlileri cezalandırmazsınız. Örnekler, başka güncel ve tarihsel vakalar bağlamında kolayca artırılabilir.
Bu yazıda söylediklerim, aslında bariz ve bilinen ilkeler ama şiddet ve vahşet önü aldığı zaman kolayca unutulabiliyor. Unutulmamalı, hatırlatılmalı.
(AGOS – Ohannes KILIÇDAĞI – 13.10.2023)