Kıbrıs’ta Çanlar Herkes İçin Çalıyor!
Geçtiğimiz haftalarda Kıbrıs’ın yoğun bir jeo-politik rekabete sahne olduğunu yazdım. Maalesef, dünyanın ve bölgemizin içine sürüklendiği neo-jeopolitik ve jeo-stratejik yarış bölünmüş coğrafyamızın hem güneyine hem de kuzeyine yansıyor.
Bir tarafta giderek Batı’dan uzaklaşan Türkiye’nin bölgesel güç olma arayışları, diğer tarafta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Batı’nın jeo-stratejik dizaynının parçası haline gelmesi -ki bu savunma ve enerji alanlarını da kapsamaktadır- ve Türkiye’ye karşı Containment (Çevreleme) ve dışlama politikası gütmesi, ülkemizde karşıt çıkarları savunan karşıt güçleri karşı karşıya getirmektedir.
Özellikle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin İsrail ile yakınlaşması ve son dönemlerde ABD ile savunma alanında işbirliğine yönelmesi, Kıbrıs Sorununa bütünüyle jeo-politik ve jeo-stratejik antagonizmin damga vurmasına yol açmaktadır ki, bu, çözüm arayışlarını fevkalade zorlaştırmaktadır.
Bu rekabetçi sürece paralel olarak adada Türkiye’nin ve Yunanistan’ın varlığı ve ağırlığı giderek artmaktadır. Adanın kuzeyinde Türkiye’nin hüküm sürdüğü biliniyor. Güneyinde ise Yunanistan’ın rolü giderek büyüyor.
Bu konuya değinmeden önce yaygın bir yanlış anlamayı ele alalım.
Genellikle Kıbrıslı Türklerin Türkiye ile ilişkileri ile Kıbrıslı Rumların Yunanistan ile ilişkileri aynı kefeye konmaktadır. Oysa durum öyle değildir. Gerçek şudur ki, Kıbrıs Rum toplumu 1974 öncesinden başlayarak Atina’nın rotasından çıkmıştır. 1960’lı yıllarda Başpiskopos Makarios ile neredeyse bütün Yunan hükümetleri arasında gerilimler yaşanmıştır. 1974’te ise Kıbrıslı Rumlar Yunan Cuntasının darbesiyle sarsılmış, savaş esnasında da Cunta- sonrası Yunan hükümetinin seyirci kalması, Kıbrıslı Rumları derinden yaralamıştır.
Kıbrıs Rum toplumu bu zor zamanlarda Kıbrıs Cumhuriyeti’ne tutunarak ayakta kalmayı başarmış ve Yunanistan’a kuşkuyla bakmaya başlamıştır.
Gelgelelim, Kıbrıs Sorununun çözümsüz kalması ve Kıbrıslı Rumların Türkiye karşısında güvenlik sorunu yaşamaları, Yunanistan ile Kıbrıslı Rumları yavaş yavaş yeniden bir araya getirdi. Özellikle 1990’lı yıllarda Ortak Savunma Doktrini çerçevesinde Yunanistan’ın Kıbrıs’taki askeri varlığı güçlendirildi, Baf’a askeri üs yapıldı ve Güney Kıbrıs’ta görev yapan Yunanlı askerlerin sayısı artırılarak ortak tatbikatlar yapılmaya başlandı. (BM Güvenlik Konsey’in 1996 yılında hazırladığı Kıbrıs Raporunda adanın güneyinin “dünyanın en çok asker barındıran bölgelerinden biri” olarak nitelendirildi.)
Kıbrıs Cumhuriyeti Avrupa Birliği üyesi olduktan sonra Yunanistan’ın Kıbrıs’taki askeri varlığına, ekonomik varlığı da eklendi. Güney Kıbrıs’ta faaliyette bulunan Yunan firmalarının ve bankalarının sayısı giderek artmaktadır. Bu trend son zamanlarda hızlanarak devam ediyor.
Günümüzde tırmanan jeo-politik antagonizm Yunanistan ile Kıbrıs Cumhuriyeti’ni hayatın bütün alanlarda daha da yakınlaştırmaktadır. Güney Kıbrıs’ın Yunanistan üzerinden Avrupa Birliği ile elektrik bağlantısı kurma çabası ve bu projeye ileride İsrail’in de dahil edilmesi ve ABD’nin de bu projeye açık destek vermesi, jeo-politik antagonizmin haritasını gözler önüne seriyor. Bu haritada Kıbrıs Cumhuriyeti, İsrail, Yunanistan ve ABD yan yana duruyorlar...
De-Facto Çifte-Enosise Doğru mu?
Ülkede bu kadar “çok” Türkiye, bu kadar “çok” Yunanistan ve bu kadar “çok” jeo-politik hesap olması hayra alamet değildir. Ada de-facto çifte-enosise doğru sürüklenebilir.
Bir hatırlatma yapalım: Çifte-Enosis Kıbrıs’ın kapısını ilk defa Soğuk Savaş döneminde çalmıştı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Batı ile Sovyetler Birliği arasında yaşanan antagonizmin parçası haline gelmesi, başta ABD olmak üzere, Batılı güçleri harekete geçirmişti ve ülkenin büyük bir kısmının Yunanistan’a, geri kalan küçük kısmının da Türkiye’ye bağlanmasını öngören planlar yapılmıştı. (Türkiye bu planlara 1964 ve 1966 yıllarında bir üs karşılığında “evet” demişti.)
Bu girişimler, Başpiskopos Makarios’un direnci sayesinde başarısız olmuştu. (Bu direnç, bazılarının zannettiği gibi “anti-emperyalist” bir tavrın sonucu değil, Türkiye’ye en küçük bir toprak parçasının verilmesine karşı çıkan maksimalist milliyetçi bir tavrın sonucuydu.)
1974’ten sonra Çifte-Enosis fikri kısa bir süre için yeniden gündeme gelmişse de sonraları rafa kaldırıldı ama konunun hangi koşullarda gündeme geldiğine bakarsak, bugün ülkeyi bekleyen de-facto çifte-enosis tehlikesini daha iyi anlayabiliriz.
Önce, Kissinger ile Denktaş arasında 20 Kasım 1975 tarihinde New York’ta bu konuda neler konuşulduğuna bakalım.
Denktaş, bu toplantıda Kissinger’a “tam eşitlik istiyoruz” der.
Kissinger Denktaş’ın “tam” olmasa da “eşitlik” talebinin gerçekleşebilir olduğunu söyler: “Bugün elde edilebilmesi mümkün olan şeyler, iki yıl önce düşünebileceğiniz her hangi bir şeyden kat kat daha fazladır. İki-Bölgeli bir sistem ve sınırlı yetkilere sahip bir merkezi hükümet elde edebilirsiniz. Katılım konusunda istediğiniz %50’yi elde edebileceğiniz kesin değil ama merkezi zayıf bir hükümet olacaksa bunun zaten bir önemi yoktur. Burada önemli olan Türk tarafının toprak verip vermeyeceğidir.”
Fakat Denktaş toprak vermeye istekli değil: “Makarios’a bir şey verirsen daha fazlasını ister.”
Bunun üzerine öfkelenen Kissinger, “sen nereye varmak istiyorsun, müzakere olmazsa Kıbrıs Rum tarafı Yunanistan ile birleşecek” der.
Gerçekten de, tam bir çaresizlik içine sürüklenen Kıbrıs Rum toplumunda bazı çevrelerde ve Atina’da Çifte-Enosis formülü dillendiriliyordu.
Denktaş’a göre Çifte-Enosis söz konusu olamazdı, çünkü Türkiye bu formüle karşıydı. Nitekim Kissinger’a Türkiye’nin Çifte-Enosis istemediğini söyler: “Türkler, Kıbrıs’ta Yunanistan ile sınırları olmasını istemiyorlar, Yunanlıların da böyle bir şeyi arzu edeceklerini düşünmüyorum...”
Kissinger uyarmaya devam ediyordu: “Ama Kıbrıslı Rumların başka seçenekleri kalmayabilir...”
Deneyimli diplomat, Kıbrıs Rum toplumu toprak konusunda tatmin edilip çözüme gidilmezse, adanın Çifte-Enosise sürüklenmekten başka bir seçeneğin olmayabileceğine parmak basmak istiyordu.
Bu noktayı akılda tutarak devam edelim.
Gerçek şudur ki, Türk tarafı hem “tam eşitlik” istiyor, hem de toprak konusunda gerekli esnekliği göstermiyordu.
O dönemde başka bir toplantıda da Çifte-Enosis formülünden söz edilmişti.
Denktaş-Kissinger görüşmesinden kısa bir süre sonra, 26 Şubat 1976 tarihinde, Atina’da başbakan Karamanlis ile Glafkos Kliridis bir araya gelirler. Karamanlis, Kliridis’e: “Benim kişisel kanaatim odur ki, iki bölgeli federasyon kaçınılmaz olduğu kadar yararlıdır da. Merkezi zayıf bir hükümetin olması da yararlıdır. Elbette Türklerin elinde kalacak toprağın %25’i aşmaması koşuluyla... Bu durum, Türkler ileride Çifte-Enosis esasına dayalı bir çözüm isterlerse, Rum tarafının Yunanistan ile bütünleşme yolunu da açık tutmaya yarar.”
Yukarıda anlattıklarımızdan anlaşılacağı gibi, Kissinger toprak iade edilmezse Kıbrıslı Rumların Çifte-Enosise yöneleceklerinden söz ederken, Yunanlı başbakan da “Türkler Çifte-Enosis esasına dayalı bir çözüme yönelirlerse Güney Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesinden” bahsediyordu.
O günlerin üzerinden yaklaşık olarak elli yıl geçti ve köprülerin altından çok sular aktı. De-facto ikinci bir Elen devletine dönüşen ve AB üyesi olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığına son verecek bir formül olan Çifte-Enosisi Kıbrıslı Rumların benimsemeyecekleri açıktır. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni korumaya dönük Devlet Milliyetçiliğinin güçlü bir akım haline geldiğine çeşitli vesilelerle değinmiştim.
Gelgelelim, “Beka Sorunuyla” karşı karşıya kalan Kıbrıslı Rumların de-facto bir durum olarak çifte-enosise sürüklenmeleri imkansız değildir. Bunun için birden fazla neden vardır:
-Türk tarafının toprak verme niyetinde olmaması; (Ya da verilecek toprağın Kıbrıslı Rumları tatmin etmekten çok uzak olması;
-Kuzey Kıbrıs’ın de-facto olarak Türkiye’nin bir vilayetine dönüşmesi;
-Adanın her iki bölgesinin de Jeo-Politik rekabetin parçası olması;
-Kıbrıslı Rumların “Beka Sorunu” ile karşı karşıya olmaları.
Bu son noktayı biraz açalım.
Kıbrıs Rum toplumunda sık sık “Kıbrıs Helenizm’inin varlığının tehlikede olduğundan” söz ediliyor. Türkiye karşısında duyulan endişe Kıbrıslı Rumları özellikle güvenlik ve savunma alanlarında her gün biraz daha Yunanistan’a yaklaştırıyor.
Kıbrıs Cumhuriyeti ile Yunanistan arasında “Ortak Savunma Doktrini” veya “Jeo-Politik-Ortaklık” gibi arayışlar giderek daha büyük oranda ön plana çıkıyor.
Bu noktada şunu hatırlatmak isterim: Yunanistan 1960’lı yılların başından itibaren Çifte-Enosis fikrine sıcak baka geldi ve gerçekleşmesini her zaman arzu ve umut etti. Bugün de durum farklı değildir. Hükümetler bunu açık açık ifade etmiyor olsalar da, Yunanistan’da Kıbrıs Sorununun kalıcı bölünme esasına göre çözülmesi gerektiğini ileri süren sayısız eski/yeni diplomat, gazeteci ve lobi grubu vardır. Yunan basınında Kıbrıs’ın bölünmüşlüğünün “kaçınılmaz” olduğunu, bu “acı hapı” hangi politikacının içeceğini bilemeyeceğimizi ama bunun “kaçınılmaz” olduğunun “kesin” olduğunu vurgulayan yazılar yayınlanmaktadır.
“Kaçınılmazlığın kesin” olduğuna yapılan vurgu, aslında bir tercihi anlatıyor ve tercih edilen de federasyon yerine kalıcı bölünmedir...
Kısacası, Yunanistan’ın böyle bir sonuçtan memnun olacağını söyleyebiliriz.
Soru Türkiye’nin ne istediğidir?
Yönetimine Kıbrıslı Türklerin de etkin olarak katılacağı merkezi zayıf federal bir devlet mi yoksa güneyinde Yunanistan’ın ve Türkiye karşıtı başka güçlerin etkin olacağı bölünmüş bir ada mı?
Yunanistan ne istediğini biliyor. Ya Türkiye?