1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Kıbrıs’ta kadınlar ve çocuklara karşı işlenmiş savaş suçları ve katliamlar… (2)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Kıbrıs’ta kadınlar ve çocuklara karşı işlenmiş savaş suçları ve katliamlar… (2)

A+A-

Kıbrıs’ta her iki toplumdan bir takım insanlar, kadınlar ve çocuklara karşı her zaman savaş suçu işlediler ve fırsat buldukları anda katliamlara giriştiler…

MURATAĞA-ATLILAR-SANDALLAR…

Ancak kadınlar ve çocuklara yönelik katliamlar burada kalmayacaktı – Mesarya’da ilerledikçe, bu kez Kıbrıslırum EOKA-B’ci faşistlerin Muratağa-Atlılar-Sandallar’daki katliamı ortaya çıkacaktı… Köydeki erkekleri tutuklayıp önce Karaol kampına, ardından Leymosun’daki esir kampına gönderen EOKA-B’ci faşistler, bu üç köydeki kadınlar ve çocuklara yapmadıkları taciz bırakmayacaklar, köyde yaptıklarını da övüne övüne kendi köy kahvelerinde anlatacaklardı… Üç hafta boyunca yeyip içip kadınlar ve çocukların acılarıyla “eğlenen” bu faşistler, ikinci harekatta Türkiye askerleri ilerlemeye başlayınca paniğe kapılarak, işledikleri tecavüz ve taciz suçlarını örtmek maksadıyla, üç köydeki tüm kadın, çocuk ve yaşlıları öldürecekler, 14 Ağustos 1974’te katliam çukurları yaratacaklardı… Herkesi, evet herkesi, 16 günlük bebekleri bile acımasızca öldürmüşlerdi… Tam 126 kadın, çocuk ve birkaç yaşlı insan katliam kurbanı olacaktı bu Kıbrıslırum faşistlerin elllerinde…

ERKEKLER SAVAŞ ESİRİ, KADINLAR ACI İÇİNDE…

Bu üç köyün erkekleri savaş esiri olarak Leymosun’da tutulduğundan, köydeki kadınlar, çocuklar ve yaşlılar korunaksız kalmışlardı – komşu köylerin EOKA-B’cileri yani Piperisterona, Aysergi, Monarga, Lefkonuk gibi köylerin EOKA-B’cileri, bu köylere sinekler gibi saldıracaklar, burada yeyip içip tecavüzlere girişeceklerdi… Kahvehanelerde bunlarla övünmeye başladıklarında Aysergi’de Dionisis Mallas onlara karşı çıkacak ve onun da peşine düşüp onu da öldürmeye kalkışacaklardı… Dionisis Mallas, Aysergi’den kaçıp Lefkoşa’ya giderek saklanacaktı – Aysergi’deki evini basacaktı EOKA-B’ciler ve küçük Stavros Mallas’ın ağzının içine bir silah sokarak babasının nerede olduğunu soracaklardı… Henüz 10-11 yaşlarındaki Stavros Mallas, tabii ki babasının nerede olduğunu bu faşistlere söylemeyecekti…

Takvimler 14 Ağustos 1974’ü gösterdiği zaman bu faşistler paniğe kapılarak bu üç köydeki – Muratağa-Atlılar-Sandallar – yakalayabildikleri herkesi öldürecekler ve toplu mezarlara gömeceklerdi…

DİONİSİS MALLAS ANLATMIŞTI…

Dionisis Mallas bana bu üç köyde yaşananları oğlu Stavros Mallas’ın evinde on saatten fazla süren bir röportajda anlatmıştı ve ben bu röportaj bittiği zaman, Ledra Palas barikatından Kıbrıslıtürk tarafına adımımı attığım anda, çenem titremeye başlamıştı… O kadar büyük bir şok yaşıyordum ki doğrudan eve dönmekten kaçınmış, bir alışveriş merkezine giderek bu şokun geçmesini ummaya başlamıştım… Çenem titriyordu, her tarafım titriyordu, bu titremeyi durduramıyordum. Burada beni gören bir hekim, yüzümün kağıt gibi bembeyaz olduğunu söyleyince ona ne olduğunu anlattım, o da bana “Şoktasın” demişti…

Bu katliamdan da sağ kurtulanlar olacaktı, tıpkı Palekitre katliamından sağ kurtulanların bize neler olduğunu anlattıkları gibi, Muratağa-Atlılar-Sandallar katliamından sağ kurtulanlar da bize neler olduğunu anlatmaya çalışacaklardı… Okurlarımın çok değerli yardımlarıyla onları bulup öykülerini dinleyecektim…

Şafak Nihat saklandığı için hayatı kurtulmuştu… Ailesi de saklanmıştı ve tüm ailesi bu katliamdan kurtulacaktı…

Hüseyin Hasan Kuzuli de, katliamdan sağ olarak kurtulmuştu, bir mağarada saklanarak ama tüm ailesi öldürülmüştü…

s1-183.jpg

KÜÇÜK ÇOCUKLARI, YAŞLI KADINLARI DEFNEDİYORDUK…

Yıllar sonra Kayıplar Komitesi Muratağa toplu mezarını kazarak buraya gömülmüş olan kadınlar, çocuklar, yaşlıları kimliklendirmeye girişmişti ve ben de onların cenazelerine gidecektim – kimi zaman sıralanmış küçük tabutları tek kadraja sığdırmak çok zor oluyordu – 14 küçük tabut yanyana, 12 küçük tabut yanyana sıralandığında, acıların resmini çekmek mümkün olamıyordu… Bunlar insanı yıkan, mahveden cenazelerdi… Henüz dört yaşındaki küçük Şeniz’i defnediyorduk, 15 yaşındaki küçük Olcay’ı – babası hala “kayıp”tı… Küçük çocukları, yaşlı kadınları defnediyorduk, Lefke’den yaşlıca bir kadını defnediyorduk, tarana yapılacağı için yardım etmeye gitmişti, ayrıca bir akrabasının kızı evlenecekti ve köyde kısılıp kalmış, EOKA-B’ci faşistlerin katliamına kurban gitmişti…

ŞAFAK NİHAT’IN ÖYKÜSÜ…

Şafak Nihat bana konuşmuş ve Muratağa-Sandallar toplu mezarını nasıl keşfettiğini anlatmıştı – katliamdan önce çekilmiş bir sınıf fotoğrafında çocuklar okulun önünde duruyordu öğretmenleriyle birlikte. Bu fotoğrafta sağ kurtulan tek çocuk, Şafak Nihat’tı… Ve toplu mezarı keşfettiği zaman aynı okuldan bir arkadaşının küçük elinin toplu mezarın dışında durduğunu görmüştü, arkadaşı picamalarını giymişti… Hayatının şokunu yaşayacaktı, bunun bir toplu mezar olduğunu anlayınca…

DERİNYA’DA BİR BAŞKA KATLİAM…

Derinya’dan Hristalla da konuşacaktı bana ve “Derinya’nın gözyaşları”nı kaleme almama yardımcı olacaktı – burada da kadınlar ve çocuklar ve yaşlı insanlar bazı Kıbrıslıtürkler tarafından acımasızca öldürülmüştü… Hristalla bu katliamda kendi çocuklarını kaybetmişti, kaynanasını, kaynatasını kaybetmişti, görümcesini ve görümcesinin küçük çocuklarını kaybetmişti…

Göçmen evinde oturmuştuk avluda ve Hristalla bana neler yaşandığını aktarmıştı – çocuklarını ve küçük erkek kardeşini almalarını, kaynanası ve kaynatasını almaları, erkek kardeşinin katliamdan sağ kurtulup kaçışını ve olayı anlatışını… Erkek kardeşiyle de tanışmıştım ve o da neler yaşandığını anlatmıştı bana… Hristalla’nın o kadar büyük bir insan yüreği vardı ki, her zaman bu topraklarda barış ve yeniden birleşme mücadelesinde ön saflarda olacaktı… Hala öyledir ve bu yüzden onu ve onun gibi katliamlarda tüm yakınlarını kaybedip de barış mücadelesinden asla vazgeçmeyen tüm Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumlar’ı selamlıyorum…

s2-153.jpg

GÖZÜ DOYMAYAN FAŞİSTLERİN MASUM KURBANLARI…

Öldürülen kadınlar ve çocuklar, gözü doymayan faşistlerin masum kurbanlarıydı – bu gözü doymaz Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum faşistler, nerede duracaklarını asla bilmiyorlardı, işte tam da bu yüzden “faşist” deniyordu kendilerine çünkü temel bir insani duygudan yoksundular, merhametten yoksundular… Derimiz ne renk olursa olsun, inancımız ne olursa olsun, hangi lisani konuşursak konuşalım, temel insani bir tavrımızın olması gerektiğini anlamıyorlar ya da anlamak istemiyorlardı… Bu temel insani değerleri bizler ailelerimizden ve yaşlılarımızdan öğrenmiştik – merhametli olmayı, insani davranmayı, komşun aç yatırken senin tok olamayacağını, başımızı sokacak bir evimiz, soframızda karnımızı doyuracak bir tabak yemek olduğu için şükretmeyi atalarımızdan öğrenmiştik… Su içerken yılana bile incitmemeyi öğrenmiştik atalarımızdan… Ama bu “faşistler”, ister Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum olsunlar atalarından sanki de hiçbir şey öğrenememiş gibi davranıyorlardı… İnsaniyete o kadar yabancılaşmışlardı ki minik bebekleri öldürmekten dahi gocunmuyorlar, üstelik bunu övünerek anlatabiliyorlardı…

Bu konuda insanlardan pek çok öykü dinledim…

Bir anneyi, “Kızıma tecavüz etme, bana tecavüz et, bırak kızım gitsin” diye yalvartan bazı faşist Kıbrıslıtürkler’in sırf fenalık olsun diye, önce kıza, sonra annesine tecavüz ettiklerini ve bunu övünerek kahvelerde nasıl anlattıklarını dinledim okurlarımdan…

 “Büyüyünce başımıza bela olacaklardı, onun için çocukları da öldürmek gerekir” diyen bazı faşist Kıbrıslırumlar’ın 1963-64’lerde kahvehanelerde bunu darb-ı mesel gibi nasıl anlattıklarını bazı Kıbrıslırum okurlarımın dehşet içinde tekrar bana aktarışını dinledim…

KATLİAMLARIN ALTYAPISI…

Tüm bunları “olağan” kılan bir “ideolojik yapılanma”nın yanısıra, bir de “altyapı” mevcuttu Kıbrıs’ta, her iki toplumda da… Katliamları “olağan” kılan, bunlardan “övünç payı” çıkarılmasına ses etmeyen ve hatta bunu “teşvik” eden, bu katliamları yapanlara “koruma” sağlayan “altyapılar” devrede olmasa, her iki toplumda da kadınlar ve çocuklara yönelik bu savaş suçları işlenemeyecekti… Ancak her iki toplumun “efendileri”, kendi “katillerine” koruma sağladığı içindir ki, bu katliamlar devam edip gitti… İrili ufaklı katliamlar ve alınan her bir can, akıtılan her bir kan bizlerin yüreğinde sızı oldu, her bir katliamla birlikte hepimiz öldük… Hepimiz birşeyler yitirdik – bunun “kazananı” görece olarak belki bir takım çevreler oldu ancak bir bütün olarak bütün Kıbrıslılar, insaniyetlerini kaybederek, duyarsızlaşarak, bir başkasının evladı öldürülürken başını öbür tarafa çevirerek ödediler bunun bedelini ve hala da ödemeye devam ediyorlar…

ŞU ANDA GELECEĞİMİZ, GEÇMİŞİN ESİRİDİR…

Sanki de binlerce yıldır bu topraklarda aynı gökyüzünü, aynı toprağı, aynı havayı paylaşmıyormuşuz gibi, aynı yurdun insanları değilmişiz gibi insanın insana yabancılaştırılmasını, ötekileştirilmesini dinledim… Tüm bunları kullanmak için pusuda yatanların, pusuda yatanlara çoktan kuyruk sallayan bu faşistlerin öykülerini dinledim… Pusuda yatanlar, tüm bu faşistleri kullanarak, provokasyonlar yaratarak adamızı bölmeye kadar vardırdılar işi ve hala yetinmediler ve yetinmeyecekler… Çünkü geçmişle yüzleşmedi henüz her iki toplum da, kendi masalları, kendi mitleri, kendi kendini kurban görüp sorumluluk almayarak, aynaya bakmayarak, kimin ne halt ettiğini, kimin ne pis işler çevirdiğini görmeyerek, görmezden gelerek sürüklenip gidiyor geçmişte takılı ve bu ortamda, herhangi bir gelecek tasavvuru mümkün değil… Çünkü gelecek, geçmişin esiridir şu anda, her iki tarafta da…

NEREDE BİR KATLİAM VARSA, ORADA BİR ŞEY GİZLENİYOR…

Bu faşistler için – ister Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum olsunlar veya başka herhangi bir milletten bu topraklarda görevli veya burada yaşayan – insan hayatının hiç ama hiçbir değeri yoktu, olmadı, olmayacak da… Bunu kafamıza iyice kazımamız gerekir – onlar çünkü ancak kendi çıkarlarını en üstte tutarak, insaniyetten uçurumlar kadar uzak dururlar… Doğalarının gereğidir bu, çıkarlarının gereğidir ve nerede bir katliam varsa, biliniz ki orada saklanan bir hırsızlık, saklanan tecavüzler, çalınan mallar, el konan hayvanlar, tarlalar, arsalar, arabalar, altınlar veya maddi kazanç getirecek birşeyler vardır… Bilin ki paylaşılmak istenmeyen ve açgözlülükle saldırılan birşeyler vardır her bir katliamın, her bir savaş suçunun arkasında… Tüm bunların üstünü bayraklarla örterler – kimin bayrağı olduğu farketmez onlar için aslında – ve tüm bunların üstünü sözde “vatanperverlik” laflarıyla örterler… Halbuki gizledikleri şey, kendi kokuşmuşluklarıdır… Kaldırın bayrakları ve bakın altına bakalım ne çıkar… Her bir katliamın altında yatanları, her iki toplum da birlikte inceleyip derinden kavramalıdır…

UYDURMAYA GEREK YOK, TRAJİK ÖRNEK ÇOK…

Geçtiğimiz haftalarda bazı Kıbrıslırum arkadaşlarımdan bir Kıbrıslırum’un bir TV programını arayarak Kıbrıslıtürkler’in Mağusa bölgesini boşaltırken bazı otobüslere ateş açarak Kıbrıslıtürk kadın ve çocukları öldürdüğünü anlattığını duydum. Bu adam otobüslerde asker olduğunu sanarak otobüsleri taramış, meğer otobüsler Kıbrıslıtürk kadınlar ve çocuklarla doluymuş ve onların hepsi de bu adamın açtığı ateş sonucunda ölmüşler…

Senelerdir bu konuda araştırma yaptığım için böyle bir olay olmadığını bildiğim halde, yine de Mağusa’dan bazı okurlarımı arayıp tekrardan böyle bir şey yaşanmamış olduğunu teyit ettim ve Kıbrıslırum arkadaşlarıma, bu adamın anlattıklarının doğru olmadığını, en azından böyle bir bilginin teyit edilemediğini aktardım… Bu adam doğruyu söylemiyordu ama evet, Kıbrıs’ta kadınlar ve çocuklara yönelik katliamlar yapılmıştı – insanlığın yok olduğu Derinya’da, Palekitre’de, Livera’da, Muratağa-Atlılar-Sandallar’da, Aşşa’da, Afanya’da bu tür katliamlar yapılmıştı…

UYDURMA HİKAYELER BİZİ HİÇBİR YERE GÖTÜRMEZ…

Öyleyse bu Kıbrıslırum neden yalan söyleme ihtiyacı duymuştu ki? Yalan söylemesine gerek yoktu… Eğer Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum kadınlar ve çocuklara yönelik katliamlardan söz etmek istiyorsaydı, bunun pek çok örneği mevcuttu, yeni bir hikaye uydurmasına gerek yoktu. Tek yapması gereken şey, dönüp geçmişe bakmaktı… Kafadan bir şey uydurmasına gerek yoktu çünkü kafadan uydurma hikayeler bizleri hiçbir yere götüremez…

Mağusa’dan değerli okurlarımı aradım ve onlar da hiçbir zaman Mağusa bölgesinden “otobüslerle boşaltma” yapılmadığını aktardılar, “Hiçbir zaman otobüslerde kadınlar ve çocuklar öldürülmedi 1974’te” diye aktardılar…

Umarım bu adam bu satırları okur ve yurdumuzda kadınlar ve çocuklara yönelik katliamlar hakkında aydınlanır – böylece “uydurma”sına gerek olmadığını, bu korkunç katliamların hem 1963’te, hem de 1974’te, her iki toplumda da gerçekten de yaşanmış olduğunu ama kendisinin televizyon programında tarif etmiş olduğu bir katliamın da yaşanmamış olduğunu öğrenir…

 

Bu yazı toplam 2750 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar