Kıbrıs’ta Tiyatro hep hayatımızda idi-1942
Kıbrıs Türk Tiyatrosunun tarihiyle ilgili en önemli kitapların başında, tiyatromuzun duayenlerinden Yaşar Ersoy abimizin yayınlarından öğrenilebilir.
Ben eski Kıbrıs Türk Basınımıda yer alan gazeteleri tararken, Halkın Sesi gazetemizin 1942 yılından itibaren başlayan yayın hayatı sürecinde, tiyatro etkinliklerinin yaşamımız içerisinde yer aldığını, haberler, duyurular ve yorumlar vasıtasıyla öğrenmiş oluyorum. Nitekim bu haber-yorum yazılarında konuyla ilgili ilk öğrendiğimiz ise, bu etkinliklerin o yıllardaki futbol kulüpleri, dernekler, birlikler tarafından yapılmakta olduğuydu. Bu vesileyle tarihimiz içerisinde Futbol Kulüplerimizin sadece TMT dönemi siyasi örgütlenmenin dışında kültürel yaşamın da mecraları olduğu apaçık görülmektedir.
Konuyla ilgili haber ve yorumlardan bahsederken 1942 yılının İlk Kanun (Aralık) ayına gidiyor ve köşe yazarı Muzaffer Gökmen’in, Bayram münasebetiyle gerçekleştirilen tiyatro oyunlarıyla ilgili yorumunu okuyoruz...
“Halkın Sesi 23 İlk Kanun, 1942-syf:2
Temsiller Etrafında
Yazan: Muzaffer Gökmen
Ananelere çok sadık bir milletiz ve geçmişe riayette eşimiz yoktur. Eskiye taparcasına bağlıyız. Bayram geldi mi, kulüpler binalarını, evler pencerelerini bayraklarla süslemekten gurur duyarlar. Millî günlerde ise bayrağa olan hürmet azalır ve bazan da adeta unutulur.
Temsillerimiz de böyledir. Sahneyi açmak için muhakkak bayramı bekleriz ve sanki tiyatro mevsiminin yalnız bayramda olabileceğine inanırız. Halbuki bu çok yanlış bir görüştür. Memleketimizde oldukça bir tiyatro bağlılığı vardır. Sahneye; hepsinden fazla alâka gösteren bir seyirci ile her temsilde ve her zaman karşılaştığımız bir hakikattir. Binaenaleyh temsillerimizi sıklaştırmak ve istifadeli oyunlar oynamak hem cemaatler için hem de cemiyetler için faidelidir.
Bayramdaki temsillere gelince, bunların bazılarını seyrettik ve bazılarını da seyretmek imkânlarını bulamadık. Seyrettiklerimiz arasında Halk kulübünün millî piyes diye ilân ettiği Nahit Sırrı’nın telif eseri vardır. Bu eserin mevzuu Roma’da ve İzmir’der geçer. Eser İzmir’in Kurtuluşu ismi altında temsil edilmiştir. Eserin ağır bir tonu olduğu gibi, hareketsiz ve vakasız idi. Şükrü Veysi’nin takdim şekli ile esere hafif bir canlılık katıldığı ve daha iyi eserler temsil ettiği için tiyatro meraklılarının teveccühünü kazanmıştı.
Diğer temsillere gelince, Halkevi “Aşkın Manası”nı, Baf Kasaba gençleri “Meşale”’yi, Limasol Spor Kulübü “Ya İstiklâl Ya Ölüm”ü, Tuzla gençleri “İlk Hedefiniz Akdeniz’dir”i, Poli gençleri Osman Talât’ın kendi telif ederi olan “Yüksel”i, Gönyeli gençleri “30 Ağustos”u, Lûricina Türk Gençler Ocağı da “Meşale”yi temsil etmişlerdir.
Ben Meşale’nin altıncı temsilini Lûricina gençlerinin sahnesinde seyrettim. Muvaffakiyetle oynanmış ve coşkun bir surette alkışlanmıştır. Meşale’nin memleketimizde, Türk sahnesinde ve Türk tiyatrosunda bıraktığı izler hakikî surette gün geçtikçe parlamaktadır. Meşale’nin çalma bir eser olduğunu bugün bile kahve lâkırdıları ile tenkitten hicap duymıyan mütefekkir kılıklı bir ukalâ acaba bu hakikat karşısında dişlerine Meşale’nin kazandığı zaferin zincirlerini mi vurarak susacak?”
Görüldüğü gibi şehir, kasaba ve köylerde yer alan kulüp, dernek ya da gençlerin oluşturdukları “ocaklarda” tiyatro gösterileri özellikle bayramların vazgeçilmez etkinliklerinden biriydi. Elbette imkânsızlıklar içerisinde gerçekleştirilen bu oyunların oynanacağı mekânlar ve hatta daha nitelikli oyunlar için kadınlarımızın da oyunlara dahil olacağı bir gelişmişlik en çok beklenendi toplumda. Bu anlamda, Halkın Sesi’nin önemli yazarlarından biri olan YAVUZ, konuyu detaylı olarak ele almıştı. Osmanlı tarihsel sürecinden Kıbrıs toplum yapısına uzanan yazı yolculuğunda tiyatronun önemi ve gerekliliği konusunda da fikrini ortaya koyuyordu. Konumuzla ilgili son yazımız şöyle...
“Halkın Sesi, 25 İlk Kanun, 1942-syf:1
Büyük Bir Eksikliğimiz
Saltanat devrinin en batıl düşüncelerinden birisi de sahne ve tiyatronun bizler için bayağı bir meslek olarak telâkki edilmesi noktasında değil midir? Esasen altı yüz senelik Osmanlı İmparatorluğunun için için yanarak günden güne çökmesine amil olan da hep bu gibi telâkkiler ve geriliğe tapan kafalarda yaşıyan küflü zihniyetlerin acı eserleri değil de nedir?
908 meşrutiyetinden önce yalnız Kıbrıs’ta değil Anavatanın her bucağında bile tiyatro evleri bir ahlâksızlık membaı ve onun mensupları olan sanat sahipleri de birer ahlâk düşkünü telâkki ediliyorlardı. O zamanlar Avrupanın bir parçası ve koca Osmanlı imparatorluğunun merkezi olan İstanbul’da mevcut tiyatro heyetlerini teşkil edenler umumiyetle denecek derecede Rum, Ermeni, kadınlı ve erkekli birer sanat sahibi oldukları halde onları müstehzi nazarlarla beğenmiyen ve ayıplayan saray terbiyesiyle aşılanmış köhne zihniyetler, sanatın ve sahnenin kıymet ve kadrini takdirden aciz ve bu tüfeyliliğe hâkim olan saltanat taassubunun çirkin terbiyesinden başka ne olabilirdi?
İstanbul’un meşhur “Manakyan”ı ve Kıbrıs’ın yine kendine göre tanınmış “Haçikyan”ı kendi zamanlarına göre birer sanatkâr olduklarını, onların sahne hayatında gösterdikleri becerikliliği hatırlıyanlar tiyatronun kıymetini henüz bu gün takdir edebilmek zamanının fırsatına ve tadına nail olmuş bulunuyorlar.
Acaba bu mesut günlere yetişmeden gözlerini ebediyen kapıyan, bu günlerin sahne ve tiyatro hayatının aldığı şekli, yapılan inkılâbı ve bu günün tiyatrosuna karşı gösterilen yüksek alâka ve benimsemeyi, genç kızlarımızın mevki almalarını o saltanat devrinin efendileri mümkün olsa da mezarlarından kalkıp şahit olsalar sanatkârlarla beraber bütün milleti cehennem misafiri telâkki edeceklerine şüphe var mıdır?
908 Meşrutiyet inkılâbına kadar paslanmış Osmanlı kafalarının telâkkileri ve fikirlere hâkim olan taassup, o tarihten sonra sönmeğe başlamış, Türk sahnesinde Türk erkeği ve Türk kadını yer almağa başlamıştı. Fakat böyle olmakla beraber Kıbrıs’ta tiyatro sanatını benimsiyenler olmuş ise de sahneye henüz düne kadar Türk kızı yabancı kalmış ve her hangi bir menfaat uğruna verilen temsillerde kadın rolünü genç erkeklerin yaptığını görüyorduk. Fakat itiraf ederiz ki 908 inkılâbı yaşlandıkça Türk sahnesinde kadın vazifesini yine Türk kadını aldığını ilk olarak İstanbul’un Tepebaşı Kumpanyası arasında kendini gösterdiğini işitmiştik.
İşte tam o günlerin hürriyet aşkı ile yanan Kıbrıs Türk gençliği millî menfaat uğruna harekete geçmiş ve şimdiki “Halk Kulübü” çatısında toplanan o zamanın “Hürriyet ve Terraki Kulübü” mensupları bahriye menfaatine yine kadın rollerini sair unsurlarla yapmak mecburiyeti ile temsil vermeğe başlamıştı. İlk temsilde halkın gösterdiği alâka ve rağbet kulübün gayri müsait olduğunu hemen meydana çıkarmış olduğundan “Hürriyet ve Terraki Kulübü” ve onun arkasından diğer Türk kulüpleri o zamandan bu ana kadar temsillerini Papadopulos veya sonradan inşa edilmiş Macik Palas tiyatro evlerinde vermeğe mecbur kalmışlardır.
Kaza merkezlerini bırakalım... Fakat Lefkoşa gibi Türk varlığının toplandığı bir merkezde tiyatronun ve onun husule getirdiği faidelerin kıymetini takdir eden cemaatimiz, bize pek elzem olan bir tiyatro binasının yapılmasını düşünmemiş veya düşünenler olmuş ise de bunda muvaffak olamıyarak hiç de ihtiyaca elverişli olmıyan bir şekilde engizisyon devrinin yeraltı zindanlarını andıran bir şekilde mahut tiyatro haneyi önümüze sunak lûtfunda bulunmuşlardır!.. O da hiç bir inkılâba mazhar olmaksızın hâlâ aynı tatsız şeklini muhafaza atmekte veya ettirilmekte inat gösterilmektedir!..
Cemaatimize göre muvafık bir tiyatro evinin yapılmasından aciz gösterecek kadar zengin bir mülk sahiplerimiz bulunmadığına inanamayız. Hatta bir değil, üç beş binayı meydana getirecek varlıklı zenginlerimiz mevcut bulunduğuna şüphe yok... ve bunu iftiharla kaydederiz.
İşte en büyük eksikliğimiz de budur. Her vakit her zaman onlara muhtaç olmak zilleti, zengini bulunmıyan cemaatimizi de değil, o zilletin amillerini cemaatimizin zengin tanınan zatların kayıtsızlığında bulmak en kestirme bir yoldur.
YAVUZ.”