Kıbrıs’ta Türkçe Ezan ve Nazım Hoca-9
Konuyla ilgili araştırmamı ve gazete taramalarımı sürdürürken, bu adanın aydın insanlarından birinin “Amerika Mektupları” üst başlıklı bir köşe yazısıyla karşılaşıyorum. Yaıznın sahibi; Dt. Mahir Adataş beyefendiydi.
Adataş; yazın dünyamızın genç şairlerinden olan ve 1936 yılında sele kapılıp yaşamını kaybeden Avukat Süleyman Şevket’in de kardeşi. Bu acı günü ve dolayısıyla Süleyman Şevket’in yaşamını, 1994 yılında Türkiye’de yayınlanan “Avukat Süleyman Şevket’in Yaşam Öyküsü: 1908-1936 Vretça (Dağaşan Köyü-Baf)” isimi kitabın yazarı da Dt. Mahir Adataş idi.
Tıpkı kardeşi gibi Vreçalı olan Adataş, Ankara’da bulunduğu eğitim sürecinde, dönemin TC Diyanetişleri Başkanı Hamdi Aksekili ile diyaloğunun olduğunu yazısından anlıyoruz. Aşağıda okuyacağınız yazısında Aksekili’nin vefatı üzerine düşüncelerini yazarken satırarasında bizi daha çok ilgilendiren, Kıbrıs’taki tartışmalı Müftü ve Türkçe Ezan konusuna da değinmekteydi...
“Hür Söz-11 Şubat 1951
Amerika Mektupları:
Aksekili Ahmet Hamdi Vretçalı Hacı Kûfi
-Mahir Adataş-
Geçen hafta, acı günlerin haftası oldu. Önce Türkiye’den, Diyanet işleri başkanı Hamdi Akseki’nin ölüm haberi geldi. Eminim, başta din zümresi, bütün memleket bu mevsimsiz ölüme çok üzülmüştür. Aksekili Hamdi, şeriat işlerinde din bilimi alanında memleketin yetiştirdiği en ileri şahsiyetlerden biri idi. Pek sevilen ve sayılan bir zattı. Bir Pazar geçmezdi ki evi bir toplantı salonuna dönmesin; Milletvekilleri, din büyükleri, profesörler, akraba ve hemşehrileri ile dolmasın. Evinin alt katı kitap katı idi. Yerden tavanlara kadar kitapla dolu idi. Kendisi hep burada oturur, durmadan okur yazardı. Teklifsiz misafirlerini burada kabul eder, sık sık içtiği ıhlamurdan onlara da ikram ederdi. Kış yaz dıvarları hanımeli kokulu, bahçesi kasımpatı çiçekleri ile bezeli bu Keçiören bağ evinde Hamdi Aksekili muhakkak ki memnun ve mesut görünüyordu. Güler yüzü, canlı ve mânalı gözleri, sevimli hali ile ve bütün hayat tarzı ile bana daima merhum Saif Efendi’yi hatırlatırdı. Bilgide, sevimlilikte, iyilikte ne kadar da birbirinin benzeri idiler. Bir gün söz sırasında: “Sizi Kıbrıs’a hoca Sait Efendi ile tanıştırmak istiyorum. Sizin sabahlara kadar münakaşanızı dinlemek, nur ve zevk almak istiyorum. Ama kulağınızda olsun, bizim hoca pisten başlar, iskemleye kadar da gider” dedim. Sevimli sevimli güldü. Ve “Ben de Kıbrıs’ı pek merak ediyorum, inşallah bir yaz hep beraber gideceğiz” dedi. Sahne, gözümün önüne, Kasaba’da kulüpe kurulmuş gibi geldi. Ben de, bu sevimli adamın arzusu kadar sevinç duydum. Ne yazık ki ikisi de erken erken bizi bıraktılar. Bizi değerlerinden mahrum ettiler. Aksekili’yi en son 1947’de Ankara’dan ayrılırken gördüm. Vedalaştık. Bizi, evlâdı gibi sevdiğine inandırmıştı. Bir bayram kucaklaşması gibi bizi kucakladı. Gözleri dolu dolu dualar etti, selâmetler diledi. Yüz yüze son intibağımız bu oldu.
Son muharebemiz de, Kıbrıs’a gidecek müftü üzerine idi. Kendisine, Kıbrıs Türkü’nün uyanık olduğunu, bütün Atatürk devrimlerini seve seve kabul ettiğini, din mevzuunda da batıl düşünceli, köhne zihniyetli olmadığını, ileri ve medeni bir görüşe sahip bulunduğunu yazdım, Kıbrıs din büyüklerinin değerini, anlayabildiğim kadar anlatmağa çalıştım. Kıbrıs’ın bir çok köylerinde Türkçe ezan okundu diye sevinçlerini gazetelere kadar ileten ve okuyanlara teşekkür eden haberlerden bahsettim. Ve bize; Kıbrıs’a ayak basar basmaz Ezanı Muhammedi yalnız Muhammed dili ile okunur diye fetva verecek, mealiyatı diniyemizi telkin ve tamim yerine softa safsata ve mugalatalasını neşredecek bir zatın gönderilmemesini bilhassa rica ettim. Hâlâ masamın üstünde duran ve merhumun son mektubu olan cevabı beni, Roma’nın son zamanlarda Meryem hakkında kabul ettiği doğmanın birçok Katolik okur yazarlarını üzdüğü kadar üzdü.
.....”
TBMM’nin aldığı karar doğrultusunda “Ezanın Türkçe okunma zorunluluğunun” kaldırıldığından bahsetmiştik. Herkes artık istediği dilde ezan okuyabilme özgürlüğüne sahipti. Fakat diğer yandan yargılamaların devam ettiğini de görmekteyiz. Çünkü kanımca Arapça ezan okuma konusundaki suç işlenmiş olması, yeni kanunun geçmesinden önce olduğundan bu kanuna aykırılık, suç teşkil etmeye devam etmekteydi. Bu durumda Kıbrıs’ta Nazım Hoca’nın da yargılanması bu kanun öncesinden olduğundan hapisliği devam edebilir. Elbette af çıkarılmadığı sürece.
Bahsettiğimiz Türkiye’deki yargılama sürecinden bir örnek yer alıyor gazetenin sayfaları arasında.
“Hür Söz-24 Şubat 1951
Arapça Ezan Okuyan Adam 40 Gün Hapis Yatacak
Ankara: Meclis’te Arapça ezan okuyan Muhittin Ertuğrul’un duruşması sona ermiştir. Sanık, ifadesinde kimsenin kendisini teşvik etmediğini bildirmiş. Sonra Tabibi Adli raporları okunmuştur. Bu raporlarda ruhi bünyede mistik tezahürler olduğu, Arapça ezan okumanın teammüm etmesi lâzım geldiği hakkında fikri sabit bulunduğu bildirilmekteydi.
Bundan sonra yedi şahit dinlenmiş ve hepsi Polis olan bu şahitler, maznumun ifadesinde diğer vilayet camilerinde Arapça ezan okuduklarını, bunun tesir etmediğini görünce bir de mecliste mebusların duyabileceği bir şekilde ezan okumaya ve bu suretle onlara tesir ederek ezanın Arapça okunmasını temin etmek ümidiyle bu hâdiseyi yaptıklarını söylediğini bildirdiler. Muhittin bu ifadelerin doğru olduğunu tasdik etti. Biraz sonra verilen karar bildirilmiş: Muhittin akli zaafı nazarı itibare alınarak 40 gün hapse mahkûm edildiği anlaşılmıştır. Muhittin “Allah razı olsun” diyerek salondan çıkmış ve hapishanede insanın Allah’a daha yakın olacağını söylemiştir.”
Türkiye’de tüm bu gelişmeler yer alıken o günlerin Türkiyesinin nasıl olduğu konusunda bir dış (Türkiye) habere daha rastlıyorum Hür Söz gazetesinde. Yobazlığın yeni Cumhuriyet içerisinde nasıl daha yaşadığına önemli bir örnek. Bu haberi okurken Türkiye’den gelen Müftü’nün Cumhuriyet karşıtlığı tavrını anlamazlık da edemiyor insan.
“Hür Söz-14 Mart 1951
Mersin’de Bir İmam Tevkif Edildi
Radyo Dinlemek Şeytanla İş Birliği Yapmaktır
İmam, bütün heykellerin kırılmasını söyledi
Mersin: Mersin’in Yampar köyünde irtica propagandası yapan tahrikçi bir yobaz tevkif edilmiştir. Fahri Paksoy adındaki bu tahrikçi, dün camide vaiz verirken şöyle demiştir:
-Ey ahali, şapka giymeyi dinimiz meneder. Böyle olmasına rağmen bizleri şapka giymeğe mecbur ettiler. Kanundan korktuğumuz için şapka giyiyoruz. Fakat siz camiye girerken başınızdan şapkayı çıkartın. Dışarıda da onu lânetle giyin.
Radyo dinlemek şeytanla işbirliği yapmak demektir ve çok günahtır. Evinize bu şeytanı katiyen sokmayın. Sonra çarpılırsınız. Gördüğünüz yerde bu aleti parçalayınız. Mesuliyet bana aittir. Bu söylediklerimi yaparsanız Hakiralâ (!) bütün günahlarınızı affeder.
İmam Fahri vaizde bütün yenilikleri de takbih ettikten sonra sözlerine şöyle devam etmiştir:
-Ey cemaat, bütün gördüğünüz heykeller birer puttur. Dinimiz puta tapmayı meneder. Yolda gördüğünüz bütün heykelleri taşlayın, tükürün, lânetleyin.
İmamın sözleri bütün halk arasında nefret uyandırdığından tahrikçi yobaz dün yakalanmış ve tevkif edilmiştir.”