1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Kıbrıs’ta yerinden olmak...” (2)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Kıbrıs’ta yerinden olmak...” (2)

A+A-

Rebecca Bryant’ın ve Olga Dimitriu’nun PRIO için hazırlamış olduğu ve PRIO’nun internet sitesinde Türkçe, Rumca ve İngilizce olarak ulaşılabilen “Kıbrıs’ta yerinden olmak: Sivil ve askeri çatışmanın sonuçları” raporlarında, Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumlar’ın göçmenlik hikayeleri bulunuyor...

2010-2011 yıllarında Rebecca Bryant’ın yaptığı röportajlar ve analizleri içeren rapor, 2012 yılında yayımlanmış ve halen PRIO’nun internet sitesinde http://www.prio-cyprus-displacement.net/default.asp?id=743 adresinde üç dilde yayında...

 

SAMİ SOLYALI’NIN YAŞAM ÖYKÜSÜ...

Rebecca Bryant’ın Sami Solyalı’yla yaptığı röportaj şöyle:

“Sami Solyalı (röportaj yapıldığında 59 yaşındaydı)- Flasu’dan, Lefke üzerinden Güzelyurt’a (Omorfo) göç etti...

Sami aslen Trodos eteklerindeki Solya bölgesinde bulunan Flasu köyünden olan ve şimdi Güzelyurt’ta yaşayan bir diş hekimidir. Flasu karma bir köy olduğundan yaşamının ilk yıllarını Kıbrıslı Rumlarla birlikte geçirir. Evlerinin yanında Kıbrıslı Rumların evleri vardır. Babasının birçok Kıbrıslı Rum arkadaşı ve tanıdığı bulunmaktadır:

“Genelde Türk çocuklarla oynardım. Köyde bizim yaşıtımız olan bir Rum çocuk (Lambro) vardı onunla oynardık. İşte Rumcayı da o zamanlardan birbirimizle oynarken öğrendik.

Köyümüzde Karkot diye bir dere vardı. Yazın köydeki Türk ve Rum çocuklar hep beraber burada yıkanırdık. Sonra, babamızın annemizin satmak için dikip yetiştirdiği şeyleri eşeğe yükleyip ev ev gezip satardım. Babam devamlı kahvelerde Rumlarla beraber kâğıt oynardı, içki içerdi, ben de çoğu zaman babamın peşinden kahvelere giderdim, muhabbetlere katılırdım. Yani genel olarak, Rumlarla Türkler arasında (etnisite) anlamında Rumluk Türklük ayrımı yoktu, sadece dini günlerde bayramlarda, paskalyalarda mesela onlar pilavuna yaparlar bize verirlerdi, biz çörek yapıp onlara verirdik.”

Bu yaşam, 1958’de ve yine 1963’te, köyden ayrılmak zorunda kalmalarıyla iki kez dağılır. 1958 yılında aile kendilerini çevre köylerdeki aşırı uçtaki Kıbrıslı Rumların tehdidi altında hissedince, yaya olarak Lefke’ye kaçarlar. Orada Lefke maden şirketinin konutlarında, küçücük bir evde otuz kişi sıkışık bir şekilde yaşarlar. 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla Flasu’ya geri dönerler, ancak çevre köylerde şiddet olayları meydan gelince kendilerini yeniden tehdit altında hissederler ve bir kez daha kaçarlar. Yine Lefke’ye giderler. Bu kez evleri yağmalanıp tahrip edilmiştir. Sami, bu durumun, Lefke’de yaşadığı uyum sorunlarına rağmen köye dönüş şanslarını ortadan kaldırdığını söyler:

“Tıpkı bir fidanı bir yerden söküp başka bir yere diktiğinizde yeniden kök salana kadar bir uyum sorunu yaşar, benimki de öyle oldu. Küçükken köyümüzdeki yaşantı ile bu yeni geldiğimiz yerler arasında farklılıklar vardı. Dolayısıyla uyum sağlamam biraz zaman aldı. Göçmen oluşumuz biraz da ikinci sınıf insan muamelesi görmemize neden oldu. O dönemlerde Rumların koyduğu bazı ambargolar da hayatımızı zorlaştırıyordu. Ekonomik sıkıntılar bir taraftan yiyecek sıkıntısı bir taraftan boy gösteriyordu. Birleşmiş Milletler askerlerinden kuponla ekmek, yiyecek, süt alırdık. Dağıtımlar ailedeki çocuk

sayısına göre yapılırdı.”

Aile, takip eden on yıl boyunca Lefke’de kalır. Babası madende çalışmaya başlar, Sami ise eğitimini orada tamamlar.

1969 yılında lise son sınıftayken Sami mücahit olur. Askerlik, mezuniyetinden sonra da bir yıl daha devam eder. O zaman Kıbrıs Türk Yönetimi iki yıl askerlik yapan genç Kıbrıslı Türk erkeklere üniversite için burs vermektedir. Sami, lise son sınıftayken gündüzleri okula gidip akşamları da, genelde ders kitaplarını yanına alarak nöbet tuttuğunu anlatır. 1971 yılında tıp okumak için İzmir’e gider, 1974’te sınavlardan sonra, darbeden sadece birkaç gün önce tatil için Kıbrıs’a döner:

“12-13 Temmuz 1974 de Kıbrıs’a geldik iki gün sonra 15 Temmuz hareketi başladı. Bizi hemen askere aldılar. 20 Temmuz Türkiye’nin harekâtına kadar zor günler yaşadık özellikle Lefke en uzak bölge olduğu için biz, Ağustos’taki ikinci harekâta kadar Rumların kontrolünde kaldık. O dönemde Rumlar birçok insanı alıp Limasol’a esir olarak götürdü. Rumlar Türk askeri Lefke’ye yaklaştıkça birçok Türkü alarak kaçmaya başladılar hatta ben de yanıma biraz para aldım beni de alırlar götürürler diye fakat çok acele kaçtıkları için her eve girip herkesi alamadılar. Esir düşmedim ama Lefke’de bir ay süre ile esaret hayatı yaşadım. Harekât bittikten sonra Eylül’de tekrar tahsilime döndüm.”

Ailesine Güzelyurt’a yakın bir köy olan Aydınköy’de (Prastyo) ev verilir ve Sami tahsili tamamlayıp Kıbrıs’a geri döndükten sonra, Güzelyurt’ta ailesinin yakınında diş hekimi olarak çalışmaya başlar.

Bir keresinde, 2003’te sınır kapıları açılmadan önce Flasu’yu ziyaret etme fırsatı bulur. Barikatlar açıldıktan sonra ise köyünü düzenli olarak ziyarete gider, kendini hâlâ köyüne bağlı hissettiğinden söz eder:

“Evet, 11 yaşına kadar yaşadım, o da kesik kesik ama buna rağmen mesela, bugün o köye gittiğim zaman şurada şunu yapardım burada bunu yapardım gibi anılarım beni hala etkiler. Mesela ben köyüme 35-40 sene sonra bir diş doktoru arkadaş vasıtasıyla döndüğümde bizim köydeki yanık yıkık evin yanına kadar gittik, orayı görünce gözlerim doldu, duygulandım, bütün çocukluğum bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Çıktığım ağacı, düştüğüm yeri gördüm, eşeğe binişimi, ayağımdaki yara izinin bile nerde olduğunu hatırladım. Beni oraya götüren Rum meslektaşım benim neler hissettiğimi anladı çünkü o da bir Güzelyurt göçmeniydi. Anlatılması güç, hüzünlü, kopuk duygular yaşadım. Köyüme hala evim, tarlam olmasa da giderim. Ara sıra babam da gitmek ister, oradaki tanıdıklarını görmek ister.”

Bu bağlara karşın Sami yine de geri dönüşün artık mümkün olmadığını söylüyor. Yaşamının artık kuzeyde, Güzelyurt’ta geçtiğini ve gerek profesyonel gerekse sosyal açıdan güneyde yeniden yerleşip hayat kurmanın çok zor olacağını ilave ediyor. Kendisine toprak ayarlaması sorulduğunda ve Güzelyurt’un muhtemelen Kıbrıs Rum oluşturucu devletine katılacağı söylendiğinde bu konudaki şüphelerini dile getiriyor.

“Verilsin verilmesinden öte bir tür rahatsızlık söz konusu. Biz 57’de 60’ta ve 74’te olmak üzere 3 defa göç ettik. Bu bölge ise her zaman verilme konusunda ilk sırada yer aldı. Mesela Annan Planında bile burası verilecekti. Artık verilmesinden ziyade, insanların devamlı bir yerden sökülüp başka bir yere gitmesi konusu vardır. Şimdi düşünebiliyor musunuz tüm ekonomik faaliyetlerinizi, evinizi yuvanızı, işinizi burada kuruyorsunuz, sonra sizi alıp tekrar belirsiz bir yere götürüyorlar. Buradaki insanların yüzde 70’i sırf bu belirsizlik çözülsün, çocuklar geleceğini görebilsin ve bu durum çözüme kavuşsun diye Annan Planı’na bu yüzden evet dedi ama karşı tarafın hayırı tabii ki hayal kırıklığı, öfke ve endişe yarattı. Şimdi insanlar artık 2000’lerdeki Annan Planı döneminde savunduğu fikirlerde değiller, o kadar kolay verilsin gitsin diyemiyorlar, çünkü önlerini göremiyorlar. İnsan bir yerden kaçarken daha iyisi için gitmek ister, daha kötü bir durumda olmak için gitmek istemez.”

Sami Annan Planı’nı desteklediği gibi anlaşmayla varılacak federal bir çözümü de savunuyor.”

http://www.prio-cyprus-displacement.net/images/users/1/Report%202-Life%20stories,%20Rebecca%20TRK-WEB.pdf

 

OLGA DİMİTRİU’NUN BİR RÖPORTAJI...

Olga Dimitriu’nun Kıbrıslırumlar göçmenlerle ilgili yaptığı röportajlardan birisi Omorfo’dan İro hanımla yapılmış. İro hanım, röportaj yapıldığında 47 yaşındaydı ve Omorfo’dan Leymosun’a savaş nedeniyle göç etmişti... Röportaj şöyle:

“Iro 1974 yılında yedi yaşındaymış. Ailesiyle Omorfo (Güzelyurt) kasabasında yaşarlarmış, savaş patlak verdikten sonra ailecek ayrılmak zorunda kalmışlar. Zamanla Limasol’a yerleşmişler; Iro çocukluğunun geri kalanını burada geçirmiş ve halen de burada yaşıyor. İnşaat mühendisi olarak hâlihazırda yurtdışında çalışan babası, 1970’ler ve 1980’lerdeki pek çok başka Kıbrıslı Rum gibi Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya daha kalıcı bir biçimde göç etmiş. Babasının gönderdiği parayla aile görece olarak rahat bir hayat sürmüş olsa da, Iro hâlâ babasız büyümüş olmaktan pişmanlık duyuyor. Şimdi kendi kızı ergenlik çağında olan Iro, babasının birikimleriyle kentin hemen dışında, oldukça yakın bir dönemde inşa ettiği yeni bir evi paylaşıyor. Omorfo’daki yaşamlarına dair anıları onun için çok değerli ve görüşülen daha yaşlı kişilerin dile getirdiği travmanın aksine, Iro geçmişten acıyla bahsetmiyor.

Iro Omorfo’daki hayatını bir çocuğun gözünden ve daha çok toprakla olan ilişkiye, tarlalarda çalışmaya temelli bir yaşam olarak anımsıyor.

“Güzel anılarım var–babamın portakal koruları, büyükannemin, dedemin; sulamaya gittiğimizde veya Temiz Pazartesi yortusunda ailecek gittiğimizde suyun aktığı kanallarda babamla oynadığımı anımsıyorum. Güzel günlerdi, açık havada geçen günler, topladığımız portakalları evimizin önünde satardık. Büyük ninemi, dedemi ve ziyafetlerini hatırlıyorum; dedem küçük tabaklarda mezeler ve salatalar hazırlar, uzo eşliğinde yerdi–o günlerde yedi yaşımda olmama rağmen birazcık benim de içmeme izin verirdi! Büyük ninem öldüğünde geleneklere göre onu ilk gece evde tuttuğumuzu da hatırlıyorum.”

Iro, erkek kardeşiyle oynadığı oyunlar vasıtasıyla, evlerini de anımsıyor.

“Bahçedeki göleti hatırlıyorum, arkadaki tarlaları, yine arkada Serrahis Nehri’nin bir kolu olan dereyi hatırlıyorum. Gölete su içmeye gelen yılanı hatırlıyorum, annemler öyle endişelenmişlerdi ki göleti kurutmuşlardı. Erkek kardeşimin oyuncaklarını balkondan aşağıya, dereye attığımı hatırlıyorum, sonra da kavga ederdik. Bir de bir keresinde babamın bana getirdiği kirpiyi hatırlıyorum, çok severdim onu, mutfaktaki televizyonun arkasına gidip oturduğunu hatırlıyorum. Güzel, mutlu günlerdi.”

Ayrıldıkları gün de anılarında bir o kadar canlı, yine o dönemdeki yaşıyla biçimlenmiş. Aile ikinci taarruz sırasında, Ağustos ortasında kaçmış.

“Kargaşayı ve korku hissini anımsıyorum, ama çocuk olduğumuz için annemin veya büyükannemin hissettiği sorumluluğu veya korkuyu biz hissetmedik. Ayrılmak üzere eşyalarımızı toparlamamızı hatırlıyorum, sanki birkaç günlüğüne gidip geri döneceğiz gibime gelmişti. Ayrıldığımızda bunun sonsuza dek olacağı hissi kesinlikle yoktu. Eşyaları eski bir arabaya yükledik, hatırlıyorum, sonra da Kakopetriya’ya gittik [bir dağ köyü]. oradan uçakları, bombalı saldırıları gördüğümü hatırlıyorum.

Alarmları duyar duymaz koşup ‘güvenli yer’ olarak belirlenen bodrum katlarına sığışırdık. Dedemin yakındaki bir başka köyde akrabaları vardı, oraya gittik sonra. orada da bir korku hissi vardı ama ilginçtir, çocukken tehlikeye dair fikriniz farklı oluyor ve her şeyden keyif alıyorsunuz. Örneğin yatma vakti geldiğinde yere şilte sermenin heyecanını, bütün kuzenler olarak bir arada olduğumuzun ve birlikte uyuyacağımızın heyecanını hatırlıyorum.”

Iro Limasol’da sıfırdan başladıkları dönemden bahsederken anlatısına acı karışıyor.

“Hatırladığıma göre anneme ve büyükanneme acı veren şey, ‘serbest bölge’ diyeceğim yerlerdeki insanların bize karşı davranışlarıydı. Bu insanlar mülteci değildi ve onlara göre biz–mülteciler, nasıl desem? İkinci sınıf insanlardık. Örneğin kiralayacak bir ev ararken bize ev vermezlerdi, kirayı ödeyemeyeceğimizi düşündüklerinden o dönemde evlerini mültecilerdense Britanyalılara kiralamayı tercih ederlerdi. Başta bir avluya bakan birkaç oda tuttuk, sonra bir apartman katına geçtik, sonra da bizi zorla buradan çıkardılar–yerel halktan insanlar geceleri gelip evin içine ışık tutarlardı, evi daha yüksek fiyata başkalarına kiralayabilmek için. Bundan etkilenmiştim, çünkü çocuk olsam da bazı şeyleri anlayabiliyordum. Kendi kendime ‘Ama ayrılmadan önce bizim büyük bir evimiz, tarlalarımız, bir sürü şeyimiz vardı ve şimdi bu insanlar bizi kovuyorlar. Biz böyle değiliz, biz onlardan aşağı insanlar değiliz, onları paralarından etmeyiz,’ dediğimi hatılıyorum. Babam bize para göndermek için çalışıyordu ve hiçbir şeyin eksikliğini çekmeden yaşadık.”

Iro çocukluğunu babasız geçirmiş olmasının mantığını anlasa da, bundan pişman.

“Kıbrıs ekonomisini ayakta tutanlar, babam gibi yurtdışında iş bulmaya gidenlerdi. Anne- babalarımızı özlerdik, ben ve benim gibi çocuklar, ama bunu onlar yaptı. çocukken ve bugün bile çocukluğumu anımsadığımda aklımdan geçen hep bunlar işte, bu bakış açısı; o dönemde mülteci olmayanların mültecilere olan davranışları biraz adaletsizdi. Öte yandan, örneğin Yunanistan’dan başka insanların yardımlarını da gayet iyi hatırlıyorum; bizim durumumuzda Martha hanım diye bir kadın vardı, benim adımı görmüş ve hoşuna gitmiş, o bize bakar, yiyecek, eşya, oyuncaklar gönderirdi, büyükannemle arkadaş olmuşlardı ve ilişkiyi sürdürdüler, büyükannem onu görmeye gitmişti. Büyükannem öldüğünde yazışmaların da sonu geldi, bunu sürdürmediğime pişmanım, belki çocuklarıyla yazışabilirdim. her şeye rağmen böyle şeyler, daha önce hiç tanımadığın birisinin sana sahip çıkması çok makbule geçiyor.”

Iro 2003 yılında kontrol noktaları açıldıktan sonra evi ziyaret etmiş. Bu deneyim, sorunun olası çözümlerine ilişkin hem bireysel, hem de toplumsal düzeydeki zorlukları nasıl gördüğü açısından önemli bir deneyim olmuş.

“Eve ve birinci sınıfı okuduğum ilkokula gittim. Evin içinde bizim kendi mobilyalarımız olduğunu hatırladığım mobilyaları gördüm ve babamın alt kattaki dükkânı [şimdi orada yaşayan insanların] aile büyükleri için bir başka eve dönüştürüldüğünden oradaki mobilyaları da gördüm ve tanıdım. İstersem alabileceğimi söylediler, ama istemedim. Evet bizimdi, ama ‘bizim’ olan, şimdi ‘onların’ olan mobilyaları almamın basitlik olacağını düşünüyorum–çok karmakarışık bir hikâye; ‘onların’ mobilyalarını alacağınızı söylüyorsunuz ama ‘onların’ mobilyaları değil, ‘sizin’ mobilyalarınız, ama kendinize olan saygınız yüzünden ‘onların’ evindeki mobilyaları alarak onları üzmek istemiyorsunuz, ama aslında ev de ‘sizin’ eviniz; psikolojik olarak karman çorman bir durum [gülüyor]!”

Geride bırakılmış şeylere dair bu kavramları, mülkiyet olarak değerlerini kapsayacak biçimde genişletince, Iro mevcut sosyal durumunu düşünüyor.

“Çocuklarım şimdi okulda olduğundan, sürekli yaşamak üzere oraya dönmezdim. Bir çözüme ulaşılsa, bir çözüme ulaşılacağına inansam, orayı kır evi olarak tutar, sahilden 3 km uzaktaki tarlaları kullanırdım; muhtemelen yazlık olarak kullanabileceğimiz bir ev yapardım ki çocukların da topraklarıyla olan bağları kopmasın. İşte bu şekilde hayal ediyorum.”

Bir çözüm olasılığını “adalet” bağlamına oturtmak, Iro için toplumsal bir mesele.

“Adil bir çözüm, sadece kişisel çıkarlar temelinde düşünülmemeli. Tamamen adil bir çözüm çerçevesinde evi geri alamasak ama dedelerimizin, babalarımızın, oraları inşa eden insanların çalışmaları tazmin edilse, bunu adil kabul ederdim, çünkü bütüne bakmak zorundayız. Tanrı aşkına, geride bıraktığımız o eve dönmemek de sorun değil. Biz bu tarafta büyüdük; ev konusuna gelince de, insan sık sık ev değiştirir, satar, yeni bir ev alır, belli bir eve duygusal olarak bağlanmamalı çünkü hayatımızı yaşarken olaylar da değişir. Ben adil bir çözümün, olması gereken düzeyde tazminat sağlandığı anda ve nüfusun tamamının, halkın yarısının yaşamak zorunda kaldığı deneyimlerin yüküne eşit olarak katkı sağladığı anda, adil olacağına inanıyorum.”

http://www.prio-cyprus-displacement.net/images/users/1/Report%201-%20TRK-WEB.pdf

sayfa-16-kapak-ust-kisma-1-001.jpg sayfa-16-kapak-ust-kisma-2-001.jpg

sayfa-16-sami-solyalinin-babasi-salahi-bey-kibrislirum-arkadaslariyla-soldan-ikinci.jpg

sayfa-17-resim-008.jpg

Bu yazı toplam 721 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar