“Kıbrıs’tan İkinci Dünya Savaşı’na katılanlardan hatıralar...”
Avustralya’dan çok değerli arkadaşımız, “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” internet sayfasının kurucusu, araştırmacı-yazar, grafik sanatçısı Konstantinos Emmanuelle, İkinci Dünya Savaşı ve Kıbrıs konusunu işlemeye devam ediyor ve faşizme karşı savaşa katılan Kıbrıslılar’ın hatıralarını kaleme alıyor... Biz de bu değerli yazıyı, okurlarımız için derleyip özetle Türkçeleştirdik. Konstantinos Emmanuelle, şöyle yazıyor:
*** Erdoğan Hasan... İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Erdoğan Hasan 21 yaşındaydı ve Kıbrıs Alayı’na katılmaya karar verdi. Oğluları Eren ve Sermen’e göre, Leymosun’daki Polemidya askeri üssünde eğitim gördükten sonra Lübnan’a katırcı olarak gönderilmişti. Kısa sürede Onbaşı rütbesine yükselmiş ve İtalya’da Napoli ve Roma yakınlarında dört sene hizmet vermişti. Erdoğan Hasan, yurtdışında bulunduğu sürede İngilizce ve İtalyanca öğrenmişti. Çok iyi Rumca da biliyordu, bunu köyü Poli’de komşularından ve Kıbrıslırum arkadaşlarından öğrenmişti...
*** Savaş sona erince Erdoğan Hasan Kıbrıs’a geri dönerek aynı gönüllü birliğinden arkadaşı olan Mustafa Şükrü’yle birlikte Poli’de bir gece kulübü açmıştı. Bu kulüp özellikle Polili erkekler arasında çok popüler hale gelmişti çünkü İtalya’dan dansçılar getirilmişti burada dans etsinler diye, üstlerinde pek az giysi vardı dansçıların. Bu dansçılardan birinin adı da Valenzuela Guerriero idi, Erdoğan Hasan savaş esnasında Napoli’de kalırken tanışmıştı bu dansçı kadınla...
*** 1942 yılında 17 yaşında olan Filippos Yuannu, Müttefikler’in faşizme karşı savaşına Kıbrıs Alayı’na gönüllü olarak katılarak katkıda bulunmaya karar vermişti. Günde iki şilin alacak olması ya da beleş sigara vaadi de aklını çelmiş olabilirdi o günlerde... “Haftada 50 sigara veriyorlardı bize” diye anlatıyor bana... “İkinci Dünya Savaşı esnasında Kıbrıslı kadınlara da günde iki kuruş ve3riliyordu ve onların görevi de büyük varilleri kumla doldurmaktı – bu kum dolu variller kamyonlara yükleniyordu ve Leymosun’a götürülüyordu – eğer Almanlar Kıbrıs’ı işgal edecek olursa, bunlar savunma amaçlı kullanılacaktı...”
** Alay’a katıldıktan kısa süre sonra Filippos önce Suriye’ye, sonra da Filistin’e, Mısır’a ve nihayetinde de İtalya’daki savaş cephesine gönderilecekti. Ancak Mısır’da bir eğitim esnasında bir İngiliz Onbaşı, Filippos’un başına vuracaktı... “Başıma vurmuştu” diye anlatıyor Filippos, “çünkü verdiği emirlere uymuyordum. O bana vurunca, ben de ona vurdum. Derhal askeri mahkemede yargılandım ve gemiyle İtalya’ya gönderildim. O gemideyken küçük bir kamaraya kilitlendim ve geceli gündüzlü iki Kıbrıslı asker kamaranın önünde nöbet tutuyordu. Ben de hücremden onlara bağırıyordum, “Bre sersemler!” diyordum, “Nereye kaçabileceğimi sanırsınız be? Tanrı aşkına gemiydeyik yahu! Denizin ortasındayık!” Bana gülüyorlardı. Ne yapabilirlerdi ki?”
*** Kıbrıs Alayı, katırcılardan (ya da taşıyıcı ünitelerden) oluşmaktaydı, bunların işi ön cephede savaşmakta olan Britanya askerlerine gıda, malzeme ve mühimmat taşımaktı. Filippos’a göre, ön cephedeki sömürge askerleri daha çok Hindistan ve Afrika’dandı...
*** Filippos, savaşın dehşetinden korkmuyordu, iki katırını ön cepheye süren ilk katırcılardandı çoğunlukla... Her bir Kıbrıslı katırcının iki, bazan da üç katırı sürmesi bekleniyordu. Ancak bir keresinde Filippos’un idare ettiği katırlardan biri bir mayına basmış ve anında paramparça olmuştu. Patlama esnasında ortaya saçılan şarapneller, öteki hayvanları ve askerleri de yaralamıştı, Filippos da yaralananlar arasındaydı... Sağlık ekipleri derhal Filippos’un yaralarını sarmışlar ve birkaç gün dinlendikten sonra yeniden işbaşı yapabileceğine karar vermişlerdi...
*** Filippos, şanslı olanlardan biriydi... Savaş esnasında yaklaşık 370 kadar Kıbrıslı’nın savaş esnasında öldürüldüğü tahmin ediliyor. Elbette bu rakam, başka sömürgelerden gelen askerlerin kayıplarıyla kıyaslanamaz bile... Filippos’a göre Almanlar o kadar çok Afrikalı asker öldürmüşlerdi ki, tüfek süngüleri çarpılmıştı. Filippos bazı İngiliz komuta subaylarının Afrikalı askerleri korkuttuğunu, onlara Kıbrıslı gönüllü askerlerin aslında yamyam olduğunu söylediklerini hatırlıyor. Filippos, onlara malzeme götürüp yanlarına yanaştığında Afrikalı askerlerin neden korku içerisinde geri çekildiklerini anlayamıyordu...
*** Filippos ve diğer Kıbrıslı gönüllülerin beklemedikleri bir sürpriz de, İtalya’da terkedilmiş köylerde ve kentlerde buldukları bol yiyecekti... “Ne zaman yeni bir köye girsek, evler terkedilmiş ancak yiyecek ve şarap dolu oluyordu, bunları geride bırakmışlardı. Ne istersek yeyip içiyorduk ve bize komuta eden subaylar bunu önemsemiyordu. Size kesinlikle söyleyebilirim ki İtalya’ya giden tek bir Kıbrıslı gönüllü bile aç kalmamıştır...”
*** 1946 yılında savaş sona erince, Filippos, Kıbrıs’a geri döndü. Artık 21 yaşındaydı. Gönüllü bir asker olarak kazandığı para cebindeydi, bununla bir balıkçı teknesi satın alacaktı...
*** Yorgos Hacıhristofi, Kıbrıs Alayı’na 1941 yılı başlarında katılmıştı, hamile eşi Kiriaku ile evlatlarını Leymosun’un Ayios Athanasios bölgesinde geride bırakacaktı. Tıpkı babası Aristovulos gibi o da gönüllü olmuştu – babası Birinci Dünya Savaşı’nda katırcı olmuştu, kendisi de İkinci Dünya Savaşı’nda gönüllü olacaktı, Britanya Hükümeti’nin maddi desteğinden yararlanmak üzere... Polemidya askeri kampında birkaç haftalık eğitimden sonra Yunanistan’a gönderilmişti. 1941 yılında Yorgos ve birliği, Kalamata limanını savunurken Almanlar tarafından esir alınacaktı. Selanik’te kısa bir tutukluluk döneminden sonra Kıbrıslı esirler, (şimdilerde adı Dubi olan, Çek Cumhuriyeti’ndeki) Sudetenland’daki Aussig toplama kampına gönderilmişti.
*** Yorgos, gardiyanların çoğu zaman hızla ve ölümcül biçimde verdiği kararlardan kaçınmak üzere en iyi tavrını takınmıştı. Oğlu Andreas, “Babam söylenenleri yapıyordu. Bir Kıbrıslı tutuklu, bir Alman subayına selam vermeyi reddedince, anında vurulup öldürülmüştü” diye anlatıyor bana...
*** Yorgos, Aussig’te Yahudiler’in yok edilmesine tanık olacaktı. Andreas, “Babam bana zavallı Yahudiler’in çıplatılarak gaz odalarına götürüldüğünü gördüğünü anlattı. Erkekler, kadınlar, çocuklar... Korkunçtu... Öte yandan babam ve diğer Britanyalı tutuklulara iyi bakılıyordu. Birtanya onlara Kızılhaç aracılığıyla kasalar dolusu yiyecek göndermekteydi. Aslında babam savaş esnasında kilo almıştı, Yahudiler açlıktan ölürken ve öldürülürken... Çok korkunçtu” diyor.
*** Yorgos Aussig’te bir fabrikada çalışmaya gönderilmişti, burada giyecek, genel ihtiyaçlar ve içkinin bulunduğu paketleri hazırlıyorlardı. Andreas, “O fabrikada çok sayıda güzel Alman kızı vardı... Bu kızlar çok flört ediyorlardı ve babama Almanca öğrettiler. O fabrikada hep meşguldü yani...” diyor. Bir süre sonra Yorgos’a bu paketlerin dağıtılmasında Alman yetkililere yardım etme izni de verilmişti. Şöför olarak yerli Alman nüfusuyla karışıp sosyalleşiyordu böylece.
*** Andreas, babası bir gönüllü asker olarak hizmet ettiği sürece, annesinin özel bir ikramiye aldığını da anlattı. “Her onbeş günde bir annem Kiriaku, Leymosun’daki İngiliz gıda deposu NAAFİ’ye gidiyor ve buradan şeker, pirinç, kahve, piskot ve çikolata alıyordu. NAAFI (Navy, Army and Air Force Institutes yani Donanma, Ordu ve Hava Kuvvetleri Kurumları), 1921 yılında İngiliz hükümeti tarafından oluşturulan bir örgütlenmeydi, Britanya Ordusu’nun eğlence ihtiyaçlarını karşılamak ve askerlere ve ailelerine çeşitli şeyler satmak üzere oluşturulmuştu. Kulüpleri, barları, dükkanları, süpermarketleri, çamaşırhaneleri, lokantaları, kahveleri ve diğer hizmetleri mevcuttu...
*** “Annem çoğu zaman bir bardak şeker ya da pirince karşılık, köydeki öteki kadınlardan evimizde olmayan başka bir gıda maddesi alıyordu, değiş-tokuş yapıyorlardı...” diyor Andreas. Aussig, Mayıs 1945’te Rusya ordusu tarafından kurtarılmış ve geride kalan tüm esirler özgürlüklerine kavuşmuşlardı. Yorgos, birkaç ay süreyle İngiltere’de kaldıktan sonra Kıbrıs’a, eşine ve ailesine geri dönecekti.
*** “Babam savaştan sonra geri döndüğünde onu tanıyamamıştım” diye gülüyor Andreas. “Hatırlarım da anneme çok öfkelenmiştim, bu tanımadığım adamı yatağına aldı diye. Ona ‘Kendinden utanmalısın’ demiştim. ‘Nasıl olur da bir yabancıyı yatağına alırsın?’ demiştim anneme. Her neyse, babam Britanya ordusundan ayrıldıktan sonra kendisine asker olarak hizmetlerinden ötürü 900 liralık bir para verilmişti. Bu parayla ve annemin arttırdığı parayla, savaştan önce çektiğimiz fukaralıktan kurtulacaktık. Babam, Leymosun çevresindeki taşocaklarında düzenli bir iş bulacaktı, bu taşocaklarından civar köylerde yapılan yollar ve evler için taş taşıyacaktı...”
*** Panayotis Hristoforu... Panayotis Hristoforu 25 Mart 1918 tarihinde Lofu köyünde dünyaya gelmişti. Köyde çok sevimli ve ifrit biriydi, çoğu zaman polisle de başı derde giriyordu... Ancak hızlı zekası ve sevimliliğini kullanarak her tür beladan sıyrılabiliyordu. 1940 yılında Panayotis kendinden büyük bir kadınla evlendi, kadının adı Maria Haralambu Mustaka idi. Maria, kendinden on yaş küçük bir adamla evlenmeyi protesto etse de, onu dinleyen olmamıştı. Basit bir köy düğünü ardından Panayotis Avrupa’daki savaşa katılmak üzere Kıbrıs Alayı’na kaydolacaktı.
*** Tobruk’ta bazı çatışmalara tanık olması ardından 1943’te Alman askerleri tarafından tutuklanarak Almanya’ya savaş esiri olarak gönderilecekti. Yine o dayanılmaz cazibesini kullanarak bir Alman subayını kendisini her işe koşabilecek bir yardımcı olarak işe almaya ikna etmişti. Subay bu sevimli Kıbrıslı’dan hoşlanmıştı ve onun kendi evinde kalmasına izin vermişti, böylece Panayotis, toplama kamplarının korkunç yanlarından uzak kalabilecekti. Gözü kara biçimde Panayotis, Alman subayının genç karısıyla gizli bir ilişkiye girişmişti... Savaş bittikten bir süre sonra bu kadın, Panayotis’e bir çocuğun resmini göndermiş ve onun Panayotis’in evladı olduğunu yazmıştı. Kadının yazdığı mektuba göre eşi hiçbir şeyden kuşkulanmamış ve çocuğu da kendi çocuğu zannetmişti.
*** Savaş sona erdikten sonra Eylül 1945’te Panayotis Kıbrıs’a dönerek eşi Maria’ya kavuşmuştu. Onu tanıyanların anlattığına göre, değişmişti Panayotis... Bir keresinde bir tarlada tamamen çıplak şekilde duruyordu. Köylüler Panayotis’in neden böyle davrandığını kestiremiyordu. O günlerde savaş sonrası travmaları hakkında henüz bir şey bilinmiyordu. Britanya ordusunda hizmet vermiş olan Kıbrıslı gönüllülerden hiçbiri de özel bir tıbbi tedavi görmeyecekti, savaş bitip de adaya döndükten sonra...
*** Aleksandros Theodulos... Aleksandros Theodulos, İtalya’da Almanlar’a karşı savaşmak üzere Kıbrıs Alayı’na katılmıştı. Kızı Avgusta bana, “Babam Monte Cassino diye bir yerdeydi İngiliz askerleriyle ön cepede ve Almanlar’a karşı savaştaydı...” diye anlatıyor. Monte Cassino (Montecassino) Roma’nın sekiz mil kadar güneydoğusunda kayalık bir tepedir. İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanlar, buradaki bir ortaçağ manastırını işgal etmişti, manastır tepedeydi. Monte Cassino böylece İtalya’da Müttefik Kuvvetleri’nin Roma’ya doğru ilerlemesini önlüyordu.
*** Avgusta’nın babası da Almanlar’dan manastırı geri almaya çalışan öncü kuvvetlerin parçasıydı. “Babam, birliğiyle birlikte Orta Doğu’da konuşlanmıştı, sonra İtalya’ya geçmişti. Katırcı olarak eğitim görmüştü, Arapça, İngilizce ve İtalyanca konuşabiliyordu. Manastırda bulunan Almanlar’a karşı savaşan askerlere gıda ve malzeme taşıdıklarını anlattı bana ancak her zaman tek başına geri dönüyordu. Öteki katırcılar ve hayvanları ya vuruluyor ya da havaya uçuruluyordu Almanlar tarafından...”
*** Monte Cassino’da Aleksandros, bir İngiliz askeriyle ahbaplık kurmuştu. Bir gün İngiliz askeri, Aleksandros’a canının börek çektiğini söylemişti. Aleksandros’un aşçılık becerileri ünlenmişti orada... “Nerede olduğumuzu sanıyorsun ki?” demişti İngiliz askerine. “Bir çevrene bak bakalım. Bak neredeyiz... Börek yapmak için malzemeyi nereden bulacağım burada?” İngiliz asker ise ona bölgede pek çok terkedilmiş İtalyan evi bulunduğunu, gidip bu evlerden malzeme bulabileceğini söylemişti. Aleksandros nihayet bunu kabul ederek börek malzemesi bulmaya gitmişti. Böreği pişirirken Almanlar’ın attığı bir bomba yakınlarında patlamıştı. Aleksandros, yanındaki bir Kıbrıslıtürk katırcıyla birlikte bu patalmada canlı olarak yıkıntılar arasına gömülmüştü. Askerler yıkıntıları kazıp onları çıkardıklarında, Kıbrıslıtürk katırcının ölmüş olduğunu ancak mucizevi biçimde Aleksandros’un hayatta olduğunu görmüşlerdi. İngiliz askeri ise yakındaki bir mağarada Aleksandros’un pişirmiş olduğu böreğini yemekteydi!
*** “Monte Cassino’da Almanlar en sonunda yenildiği zaman, babam ve diğer askerler, tüm malzemelerin, otomobillerin ve savaşta kullanılan alet edavatın Almanlar tarafından saklandığı yeraltı tünellerini keşfetmişlerdi. Babam orada saklanan Almanları da bulmuştu. Diğer birkaç askerle birlikte bu tünellerin girişine ateş yakmışlar ve o tünellerdeki Almanlar’ı yok etmişlerdi...”
*** Avgusta, Britanya Ordusu’nun annesine ayda 18 lira ödediğini hatırlıyor, babası hizmet ettiği sürece annesi almış bu parayı... “Annem her kuruşunu biriktirdi bunun ve babam 1946’da savaştan dönünce, beş dönüm civarında büyük bir arazi satın aldılar. Buraya 100 tane zeytin ağacı diktiler... Kardeşçiklerimle birlikte bu ağaçları sulamak için ne çok uğraştığımızı hatırlarım...”
(TALES OF CYPRUS’ta Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).