Kıbrıstürkü’nün Mücadelesi
Mustafa Öngün; Ankara’dan gelen ekonomik paketler, TC Başbakanı’nın Kıbrıstürkü’nü ‘besleme’ diye adlandırması ve benzeri olayların ardından, hafife alınmayacak bir kitle TC’ye karşı bir varoluş mücadelesi içine girdi
Muhafazakarlık mı? Eşitlikçi ilericilik mi?
Mustafa Öngün
Ankara’dan gelen ekonomik paketler, TC Başbakanı’nın Kıbrıstürkü’nü ‘besleme’ diye adlandırması ve benzeri olayların ardından, hafife alınmayacak bir kitle TC’ye karşı bir varoluş mücadelesi içine girdi. Bu mücadele, her ne kadar da TC Başbakanı’nın Kıbrıstürkü’ne karşı takındığı tavırlara duygusal bir tepki olarak ortaya çıkmış olsa da, temelleri daha farklı ve derin bir siyasi bakışa dayanmaktadır. Varoluş mücadelesi, Kıbrıstürkü’nün kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomi ve siyasi irade oluşturmasının mücadelesi olarak düşünülebilir ve bu anlamda solun uzun bir süredir verdiği mücadelenin devamı olarak da görülebilir. Bu mücadelenin en hayati noktası ise kimlik ve kültürdür demek ise herhalde yanlış olmaz. Yani varoluş mücadelesinin temelinde aslında şu felsefi görüş yatmaktadır: Kıbrıstürkü’nün Rumlara nazaran farklı bir dili, Türkiyelilere nazaran ise, farklı bir kültürü ve kimliği vardır. Bu kültürü ve kimliği korumak için ise, kendi politik irademizi ve ekonomimizi oluşturmamız şarttır. Aksi takdirde kimliğimiz ve kültürümüz yok olmaya mahkumdur. Bu yok oluşu engellemek ve kimliğimize sahip çıkmak Kıbrıslıtürkü’nün görevidir.
Bu genelleme üzerinden mücadelemizi temellendirmek bir anlamda doğru olmasına rağmen, ben bu noktada büyük bir sorunumuz olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda bu sorunu irdeleyip varoluş mücadelesine alternatif bir felsefi temel önerilecektir. Sorunumuz, Kıbrıslıtürk kültürüne ve kimliğine hayati bir vurgu yaparak mücadelemizi kısır bir söylemin içine hapsetmemizdir. Mücadelemizi bu türden salt bir kültürel varoluş mücadelesi olarak görenler, iki temel nedenden dolayı bizi çıkmaz bir noktaya sürüklüyor. Birincisi, kültürümüzü korumak ve muhafaza etmek üzerinden üretilen politikalar veya mücadeleler, ister istemez etnosentrizme yönelmektedir ve tarihte bu tür hareketlerin başarısızlıklarının örnekleri oldukça fazladır. Etnosentrizm, en genel ve kısa anlamda, kendi kültürünü diğer kültürlerden üstün görme eğilimi olarak tanımlamlanabilir. Etnosentrizme dayalı bir siyasi mücedele ise, günümüz dünyasında (en azından Batıda) pek de kabul görmeyen ve globalleşen dünyada anlamını yitirmiş ve başarısız olmuş olan bir siyasi mücadeledir. Tabii ki, bazılarmız daha yazının başından benim Kıbrıslıtürk kültürünü ve kimliğini dışladığımı veya yok saydığımı düşüneceklerdir. Bu yazıda kesinlikle böyle bir görüş savunulmamaktadır. Yazıda savunulan görüş, kültürünü ve kimliğini sevmekle, diğer kültürleri aşağılamak ve dışlamak arasında çok ince bir çizginin olduğu, bu nedenden dolayı salt kültür üzerine temellenmiş siyasi mücadelelerin aslında bu ince çizgiyi kolayca aşabileceği ve bunun ise varoluş mücadelesini başarısızlığa uğratacağıdır.
Varoluş mücadelesini kültürel boyuta indirgeyenlerin mücadelemizi kısır bir döngü içine sokmalarının ikinci nedenini ise bir örnekle açıklamaya çalışacağım. Birçoğumuzun bildiği gibi, İngiltere’de yaşayan Kıbrıstürkleri’nin hafta sonları kendi dillerini ve kültürlerini öğretebilmeleri için okul kurma ve ders verme hakları vardır. Aynı şekilde, İngiltere’de Kıbrıstürkü’nün kendi medyasını ve örgütlenmesini oluşturma hakkı da vardır. Şimdi biz bağımsızlık isteğimizi kültürel bir boyuta indirgedikçe, Türkiye (veya Rumlar) önümüze üstü kapalı olarak şunu sunuyor veya sunabiliyor: Biz size kendi dilinizde eğitim verme, medya aracı kurma ve örgütlenme hakkı verelim, siz de bunlar aracılığı ile kültürünüzü koruyun. Bağımsız bir ekonomi ve siyasi irade, kültürünüzü ve kimliğinizi korumak için şart değildir. Bazı haklarınızın olması bunun için yeterlidir ve bunun örnekleri de mevcuttur. İngiltere’deki veya Avrupa’daki Müslüman, Türk, Kıbrıslıtürk, Alevi ve daha birçok azınlık buna örnek verilebilir. Böyle bir öneriye kültürel korumacılık boyutundan kapsamlı ve anlamlı bir şekilde karşı çıkmak bana pek olası gözükmüyor ve bu bizim Türkiye ile olan ilişkimizi kısır bir döngü içerisine sokuyor.
Çok azımız Türkiye (veya Rumlar) ile aramızda olan meseleyi tamamen kısır bir kültürel boyuta indirgemeden düşünmeye çalışıyor. Yine çok azımız Kıbrıstürkü’nün belli başlı bir bağımsızlığının olmasının, kültürümüzü ve dilimizi korumak dışında bize ne sağlayacağından emin bir şekilde konuşuyor. Benim düşüncem, Türkiye’ye bağımlı kalmama veya bağımsız ekonomik ve siyasi irade kazanma mücadelemizi herşeyden önce eşitlikçilik üzerinden değerlendirmemiz gerektiğidir. Bu uzun bir konu olmasına rağmen burada birkaç paragrafla ne demek istediğimi anlatmaya çalışacağım.
Türkiye’deki eğitim eşitliği, kadın-erkek eşitliği veya dini tolerans sorunlarını bir yana bırakıyorum ve sadece gelir seviyesindeki eşitsizliklere odaklanıyorum. Kuzey Kıbrıs ile ilgili güvenilir ve kapsamlı veriler olmasa da, şöyle ya da böyle Kıbrıslıtürk’ü, tüm yaşanan partizanlıklar, düşmanlıklar ve sömürülere rağmen, Türkiye’de yaşayan populasyona oranla daha çok gelir seviyesi eşitliği olan bir populasyondur [1]. Yine elimizde güvenilir bir veri olmasa da biliyoruz ki, 1974 sonrası Kıbrıstürk’ü arasında olan eşitliksizlik seviyesi giderek artmıştır ve bu artıştaki TC rolü büyüktür.
Türkiye’ye baktığımızda ise görüyoruz ki, AKP’nin son zamanlardaki ekonomik başarısına rağmen, Türkiye’deki gelir seviyelerinde gözardı edilemez eşitsizlikler vardır. Türkiye İstatistik Kurumunun 2009 verilerine bakarsak; Türkiye’nin toplam gelirinin neredeyse %50’si populasyonun sadece %20’lik bir kısmına gidiyor. Populasyonun diğer %20’lik bir kısmı ise toplam gelirden sadece %5.6’lık bir pay alıyor [2]. Bu durum Türkiye’de zenginler ve fakirler arasında çok ciddi uçurumlar olduğunu gösteriyor.
Şimdi, Kıbrıslıtürkler arasında, Türkiye’de olduğu kadar büyük gelir seviyesi uçurumlarının olmadığını düşünürsek; Kıbrıstürkü, politikacılarımız ve sermayemiz Türkiye’ye (ve aynı zamanda kendimize) bir sorunun cevabını vermesi (veya vermemiz) gerekiyor: Kendi politik irademizin ve ekonomizin olması, Türkiye’ye oranla daha fazla olan eşitliğin korunmasını ve daha ileriye taşınmasını nasıl sağlayacaktır? Varoluş mücadelesinin bu soruya verilecek yanıtlar üzerinden temellendirilmesi gerekiyor. Birçok politikacımız ve sermaye sahipleri kültürümüzü korumak için ekonomimizin nasıl büyüyeceği ve güçleneceği konusunda düşünüp politikalar üretiyor. Ancak ekonomik büyümenin otomatik olarak daha eşit ve iyi bir toplumu beraberinde getirmediğini unutuyorlar. Son 20 yılda, Çin ekonomisi, İsveç ekonomisinden belki de 20 kat daha fazla ekonomik gelişim göstermiştir; ancak Çin, İsveç’ten daha eşit ve iyi bir toplum olamamıştır. Aynı şekilde 1990’lardan 2008’e kadar noeliberal politikaların baskın olduğu ABD ve İngiltere gibi ülkelerde ekonomik gelişme ve zenginleşme görülmesine rağmen, bu ekonomik büyüme, gelir seviyelerinde çok büyük eşitsizliklere neden olmuştur. Bu gerçeği birçoğumuz son zamanlarda görmezden gelip, Türkiye’nin ekonomik büyümesini hayranlıkla takdir ediyor ve örnek almak istiyoruz. Türkiye ekonomisinin geliştiği ve artık insanların cebinde AKP öncesinde olduğundan daha fazla para olduğu doğrudur. Ancak zengin ve fakir arasındaki uçurumlar hala devam etmektedir ve biz AKP’nin sağ ve muhafazakar bir parti olarak bunu değiştirme gibi ciddi bir hedefi olmadığını unutuyoruz. Yine birçoğumuz, Türkiye’ye bağımlı kalma ve siyasi irade oluşturamama durumunda bu eşitsizliklerin Kıbrıs’ın kuzeyine taşındığını ve taşınacağını unutup, sadece kimliğimizi ve kültürümüzü kaybetmek üzerinden söylemler oluşturuyoruz.
Bazılarmız belki zengin ve fakir arasındaki eşitsizliğin her yerde olduğunu ve bundan dolayı eşitliğin hayati bir rolü olmadığını düşünüp, eşitlikten çok kimliğimizi ve kültürümüzü düşünmemiz gerektiğini savunacaklardır. Burada bunu düşünenlere geçen yıl yayımlanmış ve batı dünyasında çok büyük etki yapmış bir çalışmadan bahsetmek yerinde olacaktır. Wilkinson ve Pickett’in çalışması, bir ülkedeki şiddet kullanımının, suçun, ruh hastalıklarının, bireyler arasındaki güvensizliğin, sağlıksız yaşamın, madde bağımlılığının ve benzeri birçok sosyal sorunların, gelir seviyelerindeki eşitsizliklerin artışıyla eş orantılı olarak artığını gösteriyor [3]. Daha da önemlisi, bu çalışma bize gösteriyor ki, ekonomik olarak büyüyüp zenginleşen ülkeler, vatandaşlarının gelir seviyelerindeki eşitsizlikleri dengelemedikçe, şiddet, suç, güvensizlik gibi sosyal sorunları, ekonomik olarak daha az gelişen, fakat eşitsizlikleri daha dengeli bir düzeyde tutan ülkelerden çok daha fazla yaşıyor. ABD, İngiltere ve Çin 1980’lerden günümüze kadar, İskandinav ülkelerinden ve Japonya’dan çok daha fazla bir ekonomik büyüme ve zenginleşme göstermişlerdir. Ancak bu ülkeler gelir seviyelerindeki eşitliği çok büyük bir ekonomik gelişme gösterememiş İskandinav ülkeleri kadar iyi bir şekilde koruyamamışlardır. Bunun sonucunda ise suç, şiddet, ruh hastalıkları ve bireyler arasındaki güven eksikliği, bu tip ülkelerde İskandinav ülkeleri ve Japonya’ya nazaran neredeyse iki katı artış göstermiştir [4]. Kısacası Wilkinson ve Pickett bize bir ülkenin ekonomik olarak gelişmesinin ve zenginleşmesinin kendi içinde hiçbir anlam ifade etmediğini kanıtlıyor. Aksine ekonomik büyüme ve zenginleşme gelir seviyesindeki eşitsizlikleri kapatmadıkça, beraberinde birçok sosyal problemi getirdiğini gösteriyor.
Peki, bütün bunlar Kıbrıstükü’nün mücadelesi için ne anlam ifade ediyor? İsmi ister varoluş, isterse de bağımsızlık mücadelesi olsun; Kıbrıstürkü’nün mücadelesi eğer anlamlı ve başarılı bir mücadele olacaksa, kültürel korumacılıktan çok, bir eşitlik mücadelesi olması gerekiyor. Kısacası, mücadelemiz Türkiye’ye nazaran var olan eşitliği koruma ve daha öteye taşıma mücadelesi olmalıdır. Mücadelemizi basit bir kültürel korumacılık boyutuna indirgeyenler, dönüp dolaşıp muhafazakar ve gerici bir noktada kalacaklardır. Bu türden bir mücedele zaten uzun bir süre başka isimler altında verilmiştir ve artık son kullanım tarihi geçmiştir. Kıbrıstürkü’nün yeni mücadelesi ilerici bir eşitlik mücadelesi olmalıdır, gerici ve muhafazakar değil. Bu bağlamda mücadelemiz, Türkiye’ye karşı kültürel muhafazakarlık yapmak ve duygusal bir protest kültür yaratmak değil; eşit bir toplumu Türkiye’nin siyasilerinden daha iyi bir şekilde bizim nasıl yaratacağımızı bilimsel ve akılcı bir yolla herkesin önüne sermek ve bunun için hareket etme mücadelesi olmalıdır. Bu da sadece sokaklarda toplanıp slogan atmakla değil, okumak, araştırmak, tartışmak, yazmak ve eşitlik temelli projeler üretmekle mümkündür. Aynı şekilde eşitliği korumak ve daha ileriye taşımak, AKP’yi örnek alarak değil, eşitliği ciddi anlamda hedef almış ve kısmen gerçekleştirmiş Avrupa (ve özellikle İskandinav) solunu örnek alarak gerçekleşetirebileceğimiz bir olgudur.
[1] Yazı boyunca kullandığım ve kullanacağım Kıbrıslıtürk terimi herhangi bir etnik kökene vurgu yapmamaktadır. Kıbrıslıtürk derken (son dönemlerde her ne kadar karışık bir hal alsa da) KKTC vatandaşlığını yasal yollarla almış olan herkesten bahsediyorum.
[2] Bu verilere Türkiye istatistik kurumunun internet sitesinden ulaşabilirsiniz: http://www.turkstat.gov.tr/PreTablo.do?tb_id=24&ust_id=7
[3] Wilkinson, Richard & Pickett, Kate, (2010). The Spirit Level: Why Equality is Better for Everyone. London: Penguin.
[4] Ibid, s. 49-72; s. 129-144.