Kim Bay Schmitt?
Büyük bir heyecanı içime gizlemeyi beceremeden, gittiğim oyun beni yanıltmamış ve müthiş bir armağan sunmuştu bizlere. Tam da Lefkoşa Belediyesi Tiyatrosu’na yaraşır bir kalitede.
Fatma Akilhoca
İki hafta önce Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun yeni oynanmaya başlayan oyunu, “Kim Bay Schmitt”i izlemeye gittik. Oyun yazarı, Sebastien Thiery, Çevirmen Ebru Kara, Yönetmen ise genç ve başarılı isim Nehir Demirel’di. Oyuncular; Osman Ateş, Özgür Oktay, Barış Refikoğlu, Pınar İnandım, Umut Ersoy ve Nejdet Serkan Sadıkoğlu...
Büyük bir heyecanı içime gizlemeyi beceremeden, gittiğim oyun beni yanıltmamış ve müthiş bir armağan sunmuştu bizlere. Tam da Lefkoşa Belediyesi Tiyatrosu’na yaraşır bir kalitede. Gençlerin yol/rol aldığı bu oyun, günümüze, bize atılmış çok ciddi bir oktu aslında. Bu ok, uzun zaman daha içimizde kalıp, yavaş yavaş yakıcılığını özgür bırakmaya ve dürtmeye devam edecekti bizleri. Oyunun kaleme alınmasından, çevrilmesinden, yönetmenin rolleri uygun oyunculara dağıtması ve o rollerin iyice kuşanılıp sahnede vücuda getirilmesi, oyun başarısının en büyük göstergelerindendi. Tabii ki müzik seçimi, dekor, kostüm, ışık tasarım ve diğerleri de başarıda büyük payı olan öğelerdendi.
Oyun, üzerinde bol bol konuşulması, yorumlanma arzusunun varlığı ile de kendini puanlayabilir diye düşünüyorum. Tıpkı diğer sanat dallarında da olduğu gibi. Gördüğümüz bir tablo ya da okuduğumuz bir şiir, sinema filmi, kitap vd. günler, haftalar sonra bile yaşadığımız bir olayla, yaptığımız bir sohbetle, birden bire çıkabiliyordu karşımıza. Benim de gündemimde uzun zaman kaldı. Bu durumun bundan sonraki seyirlerde de gerçekleşeceğine ve başarısının sürekli olacağına eminim. Seçilen konu, tam da günümüzü, yaşadığımız toprakları, dünyanın şimdiki halini, o kadar güzel (aslında ne acı) anlatıyor ki! Gülerken, için için de ağlatan, bir kara mizah. İnsanların önceden hazırlanmış bir metin ışığında (toplum mühendisliği) nasıl da kolaylıkla güdülenebildiklerini pürüzsüz bir şekilde gözümüzün içine batırarak yerleştiriyordu. İnsanlarınsa (azımsanacak bir miktar değil) o çirkin akışa kendilerini sırf huzursuz, mutsuz ve kazançsız kalmamak adına nasıl kaptırdıklarını ve bu sayede özgünlüklerini, gerçek kimliklerini kaybettiklerini, tektipleştiklerini anlatıyordu.
Oyunda sürekli sorulan soruda, bizleri dürten, belki de o uzun uykudan uyandıran en güzel sorulardan biriydi, “siz kimsiniz?”. Basit ama bir o kadar da değerli bir soruydu bu! Başrol erkek oyuncunun kendini gerçek kimliğiyle tanıtmaya kalkması, başına gelen türlü belâları da beraberinde getiriyordu ne yazık ki. Aile ve toplum baskısı devredeydi yine. Sonraları sunulanın kabullenilişi ya da kabullenilir gibi yapılışı, yani mış gibi yapmak vardı sırada. Beklenen, murad edilen, tam da bu noktadaydı işte. Kabulleniş, itaat etme... Ancak bu durumu uzun süre yürütmeyi ve diğer grupla birlikte akıp gitmeyi beceremeyenin hazin sonu da çıkıyordu karşımızda. Somon balıkları gibi akıntıya karşı yüzmeye gücü yetmeyiş ve kendi varlığını tamamen terk ediş... Her iki akış da korkunçtu. Kendini o akışa kaptırıp gitmek de, kaptırıp gidememek ve yoldan çekilmek de. Yani mücadeleyi bırakmak, ikisi de yok oluştu.
Müthiş bir oyunla, oyunculukla karşı karşıyaydık. Başrol oyuncuları (Özgür Oktay ve Osman Ateş) ve diğer oyuncular, rollerine öyle çok ısınmışlardı ki, bunun dışına anlık kaymalar bile yaşamadılar hiç. Bendeki gizlenen umudu (neredeyse şimdiki zamanda tümden kaybolan desem de olur!) küçücük yararlı solucanlar gibi içimde kıbırdatmayı başardılar.
Sonuç olarak şunu diyorum, bizim böylesine genç yeteneklerimiz var işte ve var hep olmaya, çoğalmaya da devam edecekler, yeter ki onlara fırsatlar verilsin, gölge edilmesin, gereken imkânlar, gerektiğince sunulsun. Bu gençlerin yapamayacakları şey, katedemeyecekleri yol, yok gibidir. O gençler bu kötü akışa inat, tıpkı somon balıkları gibi doğdukları yere dönecek ve yumurtalarını orada bırakacaklardır.
Daha nice başarılara Lefkoşa Belediye Tiyatrosu’nun güzel ailesi. Sesiniz sesimizdir, hiç azalmasın ne olur!... Yıldızlı yarınlar sizlere.