Kimlik Siyaseti: Halen Geçerli Mi?
Kimlik siyaseti üzerine çalışan genç bir siyaset bilimci olarak, içerisinde yaşadığım toplumun kimlik odaklı siyaset ile bölünmesinden, kutuplaştırılmasından ve hatta yozlaştırılmasından oldukça rahatsızım.
Oğuz Ufuk Haksever
[email protected]
1990’lı yıllarda soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler akademisi artık eski ve geçersiz sayılabilecek teori ve düşüncelerin yerini alternatif yaklaşımlara bıraktı. Küresel kutuplaşmanın beraberinde gelen ve uluslararası politikanın yanı sıra iç politikayı da etkileyen ideoloji odaklı siyasetin yerini yeni bir olgu aldı; kimlik siyaseti. Kimlik siyaseti, yükselen alternatif düşüncelerden, özellikle sosyal inşacılık teorisinden, ortaya çıkan ve siyaset okumasını kimlik faktörü üzerinden gerçekleştiren bir yaklaşım olmuştur. Bu konuda ünlü sosyal inşacı teorisyen Alexander Wendt, kimlik olgusundan “küresel ve iç siyasette siyasi aktörlerin davranış, tutum ve politika uygulamalarını etkileyecek yeni bir faktör” olarak bahsetmektedir (1). Soğuk savaşın sona ermesinin üzerinden neredeyse 30 yıl geçti. Birçok akademisyen, sivil toplum kuruluşu ve hatta uluslararası örgüt tarafından, kimlik siyasetinin iç ve dış siyaset üzerine olan etkileri enine boyuna çalışıldı. Ben bu yazıda kimlik siyasetini üzerinde var olan etkenler ve günümüzde halen geçerli olup olmadığını tartışmak istiyorum. Bunu yaparken ise güncel örneklerden ve şu an da gerek Türkiye gerekse Kıbrıs’ın kuzeyinde güdülmeye çalışan kimlik politikalarına değineceğim.
Kimlik siyaseti veya iç politikaya uyarlayarak tanımlayacak olursam kimlik odaklı siyaset, 21. yüzyılın ilk yıllarında oldukça güçlü bir etki yarattı. Kimlik odaklı siyaset, büyük oranda toplumları veya toplumlar içinde var olan küçük toplulukları aidiyet hissi uyandırdıkları kimliğe göre siyaset yapmaktan beslenmektedir. Burada söz konusu olan faktörler; bahsi geçen kitlelerin milleti, dini, dili, etnik kökeni ve daha birçok tanımlayıcı değişkendir. Bu faktörlerin kimlik siyasetinde kullanılması gerek kapsayıcı, gerekse dışlayıcı olabilmektedir ki çoğu zaman bir kimlik olgusu kapsayıcı olurken, geride kalanlar dışlayıcı veya ötekileştirme görevi görmektedir. Bunun en büyük örneği 11 Eylül saldırıları ardından yaşanan ve yükselişe geçen milliyetçilik ve İslamofobidir. Bu kimlik unsurları, özellikle Batı toplumlarında “biz” ve “ötekiler” ayrımı yaratmış ve iç siyasetin yanı sıra dış politika tutumunu da önemli oranda etkilemiştir. Yükselişte olan kimlik odaklı siyaset yerini yavaşça kimlik popülizmine bırakmış ve böylelikle siyasetin üzerinden işlediği temel bir olgu haline gelmiştir. Tabii ki bu faktörler iç ve dış siyasette bir birine bağlantılı olarak çalışmaktadır. Buna bir örnek verecek olursak, Orta Doğu’daki iç savaşlardan kaçan mültecilerin Türkiye ve sonradan Avrupa ülkelerine gitmeleri 11 Eylül olayları ardından Batı’da gerçekleşen ikinci dalga kimlik siyaseti olarak görülmektedir.
Kimlik odaklı siyaset gücünü çeşitlilikten almaktadır. Homojen bir toplumda kimlik odaklı siyaset yapmaya yetecek kadar malzeme yoktur. Aslında kimlik siyasetinin 90’lardan sonra ivme kazanması da dünyanın küreselleşme ile birlikte çeşitliliğin ve çok kültürlülüğün var olduğu bir “küresel kasaba” haline gelmesiyle ortaya çıkmıştır. Ancak yukarıda da bahsettiğim gibi kimlik odaklı siyaset iç politikayı da etkileyen önemli bir unsurdur. Küresel çeşitlilikten ziyade, daha çeşitli, heterojen toplumlar kimlik odaklı siyaset ile suistimal edilmeye açıktır. Burada bize de en yakın örnek olan Türkiye’den bahsedilebilir. Türkiye, farklı dine, etnik kökene, dile sahip insanların yaşadığı bir coğrafyadır. Türkiye iç siyasetinde 60’larda Türk-Rum, 70 ve 80’lerde Türk-Kürt, 90-2000’lerde ise Laik-Müslüman gibi kimlik farklılıkları üzerinden siyaset güdüldü. Hatta bunların bazıları yeniden ısıtılarak sonraki yıllarda tekrar gündem haline getirildi. Farklı zamanlarda, farklı siyasi görüşten, farklı partiler bu kimlik farklılıklarını siyaset aracı olarak kullandılar. Kimlik odaklı siyaset, toplumlarda aidiyet hissini beslediğinden ötürü büyük kitleleri mobilize etme gücüne sahiptir. Kimliğinin tehlike halinde olduğunu hisseden bu kitleler yok olmamak adına kendi kimliğini savunan parti(ler) tabanında örgütlenir ve bu odakta siyasi tercihlerini yaparlar. Ancak çoğu zaman kimlik derdine düşerken, ülkenin geriye kalanında var olan sorunların üstü örtülmektedir. Türkiye’deki güncel iktidarın yapmaya çalıştığı tam olarak budur. Çalışmayan siyasi sistemden kaynaklı yapısal sorunlar baş gösterirken ve ülke ekonomik bir çöküşten geçerken, iktidar partisi ve ortaklarının yapmaya çalıştığı şey yine seçmeni kimlik farklılıkları temelinde konsolide etmek ve var olmayan bir kimlik krizi ile oy devşirmeye çalışmaktır. Ancak buna karşın muhalefet ittifakı yaratan partiler belki de Türkiye’de ilk kez bu kimlik odaklı siyaset döngüsünü kırmaya çalışmaktadır. Muhalefet, politikalarını yapısal siyasi sorunlara çözüm ve ekonomik kalkınma odaklı tutarak, iktidar ittifakının yaratmak istediği kimlik odaklı “biz” ve “ötekiler” siyasetine su taşımamaktadır.
Kıbrıs’a gelecek olursak, etnik köken, din, dil ve farklı kimliklerle tanımlanan toplumların bir arada yaşadığı adamızda, kimlik odaklı siyaset modern siyasi tarihimizin her döneminde karşımıza çıkmaktadır. Gerek bölünmeden önce, gerekse sonra Türk-Rum milliyetçi söylevler iç siyasetimizi hep meşgul etti. Son yıllarda ise Kıbrıs’ın kuzeyine baktığımızda, Türkiye’de güdülmekte olan siyasetten nem alarak şekillenen paralel bir kimlik siyaseti yer almaktadır. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçimlerinin “federalist” ve “iki devletlilik” odağında geçmesi, toplumun farklı kesimlerinin bir birini “Rumcu” ve “Türkiyeci” olarak yaftalaması ile toplumumuzun da gündemi kimlik odaklı siyaset ile yoğun tutuldu.
Bu yazıyı, Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın sıklıkla yaptığı Türkiye ziyaretlerinden sonuncusunda “Kıbrıslı diye bir millet yoktur. Kıbrıs’ta ya Türk’sünüz ya Rum’sunuz.” şeklindeki açıklaması üzerine yazma ihtiyacı hissettim. Kimlik siyaseti üzerine çalışan genç bir siyaset bilimci olarak, içerisinde yaşadığım toplumun kimlik odaklı siyaset ile bölünmesinden, kutuplaştırılmasından ve hatta yozlaştırılmasından oldukça rahatsızım. Kimlik odaklı siyaset ne yazık ki toplumumuzu siyasi bir yozlaştırmaya sürüklemektedir. Ersin Tatar ve diğer bazı siyasetçilerin gerek Türk-Rum, gerekse yerli-göçmen ayrımı üzerinden siyaset gütmeleri, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi içerisinde çırpındığımız siyasi istikrarsızlığın ve ekonomik buhranın üzerini örterek bizi duyarsızlaştırmakta, suni gündemde kaybolmamıza sebep olmaktadır. Oysaki şu anda bu kimlik ayrımından ziyade Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşadığımız güncel yapısal sorunlara çözüm arayan bir siyaset gerekiyor. Burada en büyük görev ise iktidara talip olan muhalefet partilerine düşüyor. Onlar da Türkiye’deki “durumdaş” partileri örnek alarak iktidarın aksi kimlik siyaseti yapmak yerine, bir araya gelerek siyasi ve ekonomik sorunlara çare göstermeleri gerekmektedir. İktidarın mobilize ettiği kimliğin karşıtı ile toplumu konsolide etmeye ve oy almaya çalışarak iktidarın değirmenine su taşımak yerine, kimliği bir kenara bırakarak tüm topluma hitap eden siyasi ve ekonomik politikalarla aynı madeni paranın farklı yüzü değil de, iktidarın gerçekten alternatifi olduklarını kanıtlamaları gerekiyor.
Daha önce Kıbrıs’ta kimlik siyasetini değerlendirdiğim bir yazımda, ‘Kıbrıslı’ olmayı, “‘Kıbrıslılık’ ve ‘Kıbrıslı’ olmak çeşitliliğin, çok kültürlülüğün bir nişanıdır. En büyük örneğidir. Bu adanın her yerinde, Karpaz’dan Baf’a, Girne’den Leymosun’a, her karış toprağında doğan, büyüyen, bu adanın harmanıyla yoğrulan her bir bireydir ‘Kıbrıslı’. Türkü’yle, Rum’uyla, kaldıysa Ermeni’si ve Maroniti’yle, göçmeni ve onun burada doğan çocuklarıyla, bu adayı kendine ‘ev’ bilen her bir bireydir ‘Kıbrıslı’.” şeklinde tanımlamıştım (2). Bu tanımımın halen daha bugün de geçerliliğini savunmaktayım. Kıbrıs’ın kuzeyinde de kimliğimiz her ne olursa olsun, kendimizi nasıl tanımlarsak tanımlayalım, artık kimlik odaklı siyasetin zincirlerinden kurtulmalıyız. Kurtularak, gerçek siyasi ve ekonomik sorunlarla yüzleşmeli ve onlara çözüm aramalıyız.
Sizlere kimlik siyaseti ile ilgili biraz teoriye dayalı ama bir o kadar da pratik ve güncel anlatım yapmak istedim. Gerek küresel siyasetten, gerekse Türkiye ve Kıbrıs’tan verdiğim örneklerle aslında kimlik odaklı siyasetin gündemimizi ne kadar da ciddi bir şekilde meşgul ettiğine değinmek istedim. Başlıkta ve giriş paragrafında da sorduğum soruya gelecek olursam, “kimlik siyaseti, halen geçerli mi?”, sanırım cevabını yazımla vermiş oluyorum. Kimlik odaklı siyaset hep vardı. İvme kazandı, daha sonra düştü, ancak hep var oldu. Toplumların kimlik ayrımlarından beslendikçe de var olmaya devam edecek. Ancak bizim esas yapmamız gereken, siyaseti kimlik odağından çıkarıp, toplumun tümünü ilgilendiren ve etkileyen gerçek sorunlarla yüzleşmek ve yüzleştirmek olmalıdır. İşte bunu başarırsak, kimlik siyasetini yok edemesek de, güçsüzleştirecek ve dağılmasını sağlayacağız.
Kaynaklar
1. Wendt, Alexander. "Constructing international politics." International security 20, no. 1 (1995): 72.
2. Haksever, Oğuz Ufuk. “Kimdir Bu ‘Kıbrıslı’?”. Tabella 129, (2021). https://tabella.org/2021/03/29/kimdir-bu-kibrisli/