KİMSİN sen? KİMLERDENSİN?
Gülfidan Erhürman; Ben o kelebeklerdenim… Hani sen hiç fark etmeden ruhunun kokusundan büyülenip senin üstüne konan…
-Bir kelebek dokunuşu-
Gülfidan Erhürman
Ben o kelebeklerdenim… Hani sen hiç fark etmeden ruhunun kokusundan büyülenip senin üstüne konan… Hani açıp kapayarak kanatlarını, titreyerek korkudan, hiç ağırlığı olmayan bir sevgiyle dokunur sana; ve sen bir an hareketsiz kalarak onu gözlerinle seversin hiç dokunmadan, kıpırdanmadan… Üstündeki renkler seni büyülediği için, kıpırdanırsan kaçacağından korkarsın. Ama korkunun ecele faydası olmamıştır hiç! Bazen kendiliğinden, konduğu gibi öyle sevinçle rengârenk eteğini titreterek küçücük bir peri kızı güzelliğinde uçar ve gider… Seni o anın sihri ve heyecanıyla bırakarak. Ama sana dokunduğundan mutludur. Ruhun, onun saçına rengârenk mantinler takmıştır; nefesinin esintisi onu sana taşımış ve bulut hafifliğindeki eteğinden eline ince bir çam kokusu bulaşmıştır şiirle… Aşka, barışa veya bir dağın çıkıntısına, hatta devrime hevesinin rüzgârı çağırmıştır onu ve o uçarken hep arkasından gitmeni bekler. Niye bunu yaptığını anlayamazsın çünkü onu tanımıyorsun. Kalan ömrü o kadar kısadır ki umursamazsın da zaten… Ona dokunsaydın, kanadını kırabilirdin; ya da içinde senin varlığınla çoğalan o rengârenk sevgi tozları elinde kalırdı… Ama o ölmeyi göze almış işte, seni seçmiş ve konmuş, içine bir sevinç olmak arzusuyla, gizemli hayal dünyasının kanatlarını açıp kapatarak, ruhunu göstermek istemiş sana. Uçunca arkasından bakarsın büyülenmiş gibi, sonra elindeki boş yere takılır gözlerin, gülümsersin… Ona o kısa sürede alışamamış, sevememişsindir çünkü. Varla yok arasındadır ve sende bıraktığı hiçbir boşluk da olmaz. O kadar bir hiç kimsedir ki doğduğu günden!
İnsanların birbirine teması böyle bir “kelebek dokunuşu”yla başlar bazen. Hemen de biter ve en çok da sonu gelmeden yitirilen bir sevgide, aşkta geriye dönmek ister insan. Çünkü duygular kimselerin değil, sizindir. Ne aşklar yaşar gönüller kimsenin bilmediği! Arzulardan, Kamberlerden olmak gerekmez işte aşk için. Ne de memleket sevgisi için birilerinden olmak. Sevdiniz mi seversiniz. Bir çiçek açar, mevsim ılımanlaşır, yürekler kıpırdanır, şiirler yazılır doğayla insan yüreğine. Yüreğiniz çarpar, ilkbahar olursunuz… Hayatı “kelebek dokunuşu” denen o film gibi yaşayabilseydi insan, eminim yanlış yaptığını kavradığı anda geriye dönüp tekrar baştan yaşamak, yanlışı düzeltmek isterdi. Ama aşkta, sevgide, her şey zamanın tekelindedir. Geriye döndüğünüzde aynı heyecanı duyacak kalbi-mekânı yerinde bulamayabilirsiniz. Arada geçen sürede kurgularınız abartmıştır belki de tüm o güzel zannettiklerinizi, belki de yoktular. Kavuşamayanlar karşı karşıya durmuş dağ gibidir. Bazen o çiçeklenir, diğerine kar yağar, bazen o dillenir, uğultuyla diğeri yanar… Ama tüm mesele, bir dağ ötekine uzaktan bakar işte ve yerinden kıpırdayamaz. Böylece kurgulara yığılır kalırsınız. Neyin ne an olacağı belli olmayan, sonu gelmeyen hikâyelerdir bunlar. Kurguladığınız bir şeye can veremezsiniz gerçek kapınızda durdukça. Sadece üzerinizden sular dökülür, arzu edilene birikirsiniz. Arı ve çiçek olur hayaller bal yapmak ister. Aşk ısrarcıdır, vuslat ister ve ne olacağı da bellidir. Romeo-Jülyet’in zehrini taşır ve kullanıldığı gün ölümü başlar belki de. Uzaktan bakmakla süren, birleşince büyüyecek zannettiğinizin sonu zehir olabilir. Ne demişler: Aşk haramdır, helal olursa aşk olmaz!
İnsanlar bölünmüş devletlere benzer sevgide de aşkta da. Bir tanesi her şeyi toplar, diğerine az şey kalır. Ne yaparsanız yapın, ortak olduğunuzu zannettiğiniz bu ilişkide bir dengesizlik vardır. İnsan bunun da çaresini bulmuştur. Yüreği amipleşir, aşkını tekrar doğurur ve kendi içinde onu istediği gibi besleyip büyütür. Sanki mecburiyetten ayrılanlar, kapalı kapıların ardında kalanlar, uzaktan bakanlar, yol açılınca deli gibi birbirine sarılacaktır geçmişte yaşadıklarından dolayı… O kadar sevgi birikmiştir ki hiç bitmeyecekmiş gibidir. Ama her şey iki üç gün içinde tüketilir, hatta birlikte olmadığınız, hasretle olacağınız günü beklerken, hatıralarınızın bir köşesine ittiğiniz hoşlanmadıklarınız ve kötülükler de aklınıza gelir… Parçalanmış bir ülkede geriye dönülürse, bir yarı ötekine yaklaşarak yürekteki çatlağı kapatacak ve siz artık duygularınızı rahat yaşayacaktınız güya ama ne gezer! İpe dizip boynunuza astığınız yasemin kadardır ömrü bazen, bir günde solar, kurur ve hatta çok kötü kokar. Coşku yerini hayal kırıklığına bırakır. Yüreğinizde kurduğunuz cennete başka bir Adem girmiş ve kocaman bir beton yığını dökmüştür hayallerinizin üstüne. Yaşadıklarınız sizi kâfi derecede heyecanlandırmadığından, kazandıklarınız da kaybettiklerinizden fersah fersah fazla olduğundan içiniz dağılır, istemek/istememek arasında kalır, dalgaya tutulmuş bir sandal gibi çalkalanır durursunuz. Bir gün birleşmek isteseniz, ertesi gün kaybedebileceklerinizi düşünerek vazgeçersiniz çünkü yollarınız, evleriniz, eşikleriniz çoktan ayrılmıştır. Üstüne çıktığınız hurmadan inmiş, adaklarınızdan vazgeçmişsiniz. Sizin olmadığınız bir zamanda hurmayı da kesmişlerdir zaten…
Düşünüyorum öyleyse varım diyemezsiniz. Düşünce ayrılıklarda çoğu zaman kurguya dayanır. Diğer şekilde zaten var olma sebebin benim der size birileri. Bu herkes olabilir; kökleriniz olduğunu iddia edenlerden başlayıp, kocanız, karınız, anneniz, toprağınız, tabii buna babanız da dahil size akıttığıyla. (Mevlana ne demiş: İnsan toprak ve sudan yaratılmış). Sonra öğretmeniniz var tabii ve bir de size aşkı sevdayı öğreten. Hayatınızdaki esas patron herkes olabilir. Neticede size ezilmeyi öğretecek birini her zaman bulursunuz, devletiniz gibi. O hiç adını koyamadığınız ham meyvedir, erken koparılmış olduğundan hiç olgunlaşamaz ve yaşamak, yaşamamak arasında gider gelirken, siz kaybedersiniz. Bu belirsizlikte de size sorular sorulur, “sen kimsin, kimlerdensin” diye. O kadar çok birilerinden olan yaşar ki içinizde, anlatamazsınız… Ruhunuz bin şekle bürünmüştür. Kimlerdensin diye sordukları anda küçülürsünüz çünkü orada küçümsemek vardır, aşk, savaş, zenginlik, fakirlik vatandaşlık, kimlik, hepsi sorgulanır. Kimlerdensin denince hiç kimse olursunuz. Bazen de herkes!
Ayaklarınızı yerden kesmek isteyene, ayaklarınızı neden yerden kesmek istemediğinizi, her an neden kaçmaya çalıştığınızı anlatamazsınız. Tüm kameralar üzerinize kurulmuştur çünkü gerçek bir “Truman Show” yaşıyorsunuz. Sizi devlet gibi kurgulamışlar ve izliyorlar devamlı. Dünya da ara sıra gelip, ne olup, ne olmadığınıza bakıyor… Düşünceleriniz, hayalleriniz, her şeyiniz takiptedir ve siz de küçülüp bir kelebek olmayı yeğlersiniz ruhunuzu saklamak için. Bir kertenkele gibi bir kaya kovuğunda yaşarsınız ya da bir karınca gibi her şeyi kendi evinize taşımaktasınız. Siyasetiniz de bukalemun kılığındadır. Bölünmüş olduğundan güneş, ay ve yıldızlar, kuzeyden baktığınızda kuzeyin olur, güneyden baktığınızda güneyin. Buna bulutlar da dahildir yüreğinizle uçan. Her gün doğumunda bir aşk başlar; bu ritüeldir… Birileri unutur yapacağı işi ve seyre koyulur, yüreği doğa karşısında burulur ve genelde aşka âşık olur. Sonrası… O doğan güneş gözbebeklerini alır ve Salamis harabelerindeki bir kadın heykelinin üstüne düşer. Bedeni parlatır ama hep yarım kalacak bir aşktır bu; çünkü tarihi eskimiş bedenin başını birileri koparıp, alıp gitmiştir. Tarihin gözüyle bakanlar kalp acısını göremez ne hâlse! Kadın, gözlerini, sırma saçlarını kaybetmiştir; gül goncası ağzını ve en kötüsü yüreğinin sesini! Yalnızca bedenine bakanlardan dolayı… Çakıl taşlarını sevgiyle okşayan bir dalga köpüğündedir ruhu aynı limana vuran. Dalını sallayan küçük esintilerden kelebek olan yüreği zik-zaklar çizerek rüzgâra direnmiştir hep. Gözü olmadığından kimse içine bakamamış, onu anlayamamıştır… Bu anlatılan, baştan aşkı kaybeden toplumların hikâyelerinden biridir, sonu gelmeyen…
Kimlerden misiniz? Bedenini tarihin böldüğü, başı kopartılmış bir kadın heykelindensiniz işte… Yarım kaldığından, içinin sesini bir bayrak koşusunda, başka mevsimdeki kelebeklere yükleyen. Isındıkça dili ağzına girmeyen, konuştukça birleşen, birleştikçe çoğalan, toplandıkça daha hızlı bağıran, günü gelince arzudan çıldıran, en büyük koroyu kuran bir şefin eşliğinde her sesten çağıran. “Kimsin” dediklerinde, halk diye bağıran, halk… Parmaklarıyla kanatlanıp göğe uçarken yaşadığı gölge oyununu bozup, perdeyi yıkansınız. Yıkılmış evlerden güvercinler havalanır, kanatlarıyla sizi alkışlarlardı her seferinde. Sonra gösteri biter, konduğunuz surlardan inerek urbanızı soyunur ve ipek böceği olurdunuz tekrardan; yeşili yer bitirirdiniz kelebek olana kadar… Kozanızdan, ilmek ilmek nefrete dokumaya çalışırlardı sizi ama siz yine de iyi bir kumaştınız… Yıkamaya dayanıklı, her türlü sıcak ütüye gelişen, askerliğe giydirilir, savaşa örtülürdünüz. Sizi kapatmaya çalışanlar minareler koyarlardı ufkunuza; öleceğinizi hatırlatır, Cennet vaad ederlerdi. Ama bir tek ölümü kimse öğretemezdi size. Onunla yatıp kalkmaya alışmıştınız; korkutamadılar! Çocukken, sola bakanları sağdan gelen tanklar ezmişti okul yolunda. Gözleriyle ırzınıza geçip, dağda cesedinizi bırakmışlardı. Ruhunuzu esir etmişler, insanlığınızı sorgulamışlardı. Hâlâ sorguluyorlar kimlerdensin diye…
Birilerinden değildiniz işte! Sadece kendiniz olmaya çalışıyordunuz ve öyle acemice sevgi doluydunuz ki dayanılmazdınız. Aşk olmanızı isterdi herkes… Ve size söyletemediler, duvarın boyunu geçip aya uzanan çam ağacı söyledi. Geleceğe ekilen komşunun zambağı. Hep duvarın boyunu geçip de çiçeğini açan siz bir sevda ustasıydınız sadece, kökünüze kadar… İğne yaprağının uğultusuyla rüzgârlara savrulan kozalak gibiydiniz. Yerlere düşseniz bile yemişler dökülürdü içinizden… Yeşilken kabuğu yenilebilen lezzetli bademdiniz, kuruduğu zaman bile yüreğini sulara yazıp da sevgiyle sunabilen. Kim miydi? Kaderden koparılıp, yollardan geçene satılan nergisti o… Hep gülerken resimlenen ama acıya çıtlatılan pasademboydu. Bir gancelli gıcırtısı, sızlanarak açılan ama yağlanmak istemeyen. Beyin gücüyle düşmana kakılan çataldı “Çingeneler Zamanı” filminde… Kusturika’nın “Underground” filminin düğün sahnesinde uçan çocuk gelindi… Yeraltından çıkmış kötülerle savaştı hep ve sonunda kaybedip adadan kopan parçada yapayalnız kaldı. Bin nefesli saz çalmayı öğrendi kendi kendine çünkü hep bir düğün beklentisindeydi. Yalnız bir Fidancıktı yanlış toprakta köklenmiş, sevgi suyuna hasret. Yoldan, evden, zenginlikten, paradan çok, fark edilmek için yanan yakılandı. Trodosgillerdendi. Platres’in suyunu içenlerden, geçmişini inkâr etmeyenlerden, usanıp da bırakıp kaçmayanlardan, nereye doğduysa oralı ölmekten korkmayandı… Beş parmağını yiyen, beş parmağı eksik bir şair işte dağına ağıt yakan, kendi yurdunda göçmen her duygudan... Cümbezdir, alçacık, dikenli alıç, gınnap, gonnaradır birilerinin yediği, çocuklar dağlarda savaşır, ölürken.
“O” kimlerden midir? İninde, emniyette viski içenlerdendir. Gelen Türk giden Türk diyenlerden, sarayın dışında yürümeyen, sokakta çarpılmaktan korkan… O zenginlerden, kuyruğuna basmadıkça sesi çıkmayan, kazancı parayla ölçen, işçinin canına okuyanlardan. Ve işçidir hep suçlu olan! Aynı zamanda tecavüzcü, kadın satan, kara para aklayan, bir günde vatandaş olandır. Kaleler yapıp, kaleden kaleye şahin uçurup, güvercinleri kovan. Polistir, üniformasına dayanıp kendini insan sayan. Koruması gerekeni yumruklayıp, yere düşenin boğazına basan kendini bilmezlerdendir. Basılan, ezilen, önüne gelenin itip kaktığı, tehdit edilen, umursanmayan, öldürülen ve üç metrekarede katili bulunmayan Adalı gazetecidir o… Aynı zamanda satılan basındır. Bugün böyle yarın öyle olan, parası kadar yazan, başına saksı düşen…
Doğrusunu bilip de eğrisini yaşayan halktır, halk… Herkesin bilip de söylemekten imtina ettiği coğrafyada yaşayan, reddedilen, kendini kabul ettiremeyendir işte. Müziği hazla dinlenip, doğasına hayran olunan, yerken, içerken neşeyi çoğaltan, arkadaşlığından, insanlığından hoşlanılan, kim olduğu bilinen ama bilmezlikten gelinen, kimliği kabul görmeyen “gay”dir… Transseksüeldir ısrarla sahneye çağrılan, giyinip dansöz elbisesini peruğuna gülleri takan, elinde zilleri şakırdatıp oynadığında çılgınca alkışlanan ama sokağa çıkınca selam vermekten korkulan… Biseksüeldir, ortadan bölünmüş, kendiyle aynı olan diğer yarısına da âşık ama sokağa çıktığında kendini sadece “diğer” kimliğiyle tanımlamak zorunda kalan… Ve doğduğu günden kendiyle aynı, diğer yarısına âşık olduğundan, aynı cins aşk yaşadığından, yakalanınca insanlığa ihanet ettiğinden dem vurulup kanunla hapsedilendir. Hasta, çocuk muamelesi görür, başında bekleyenler hep göz dikmişler, ya da göz ardı etmişlerdir onu… Ve Avrupalıdır, güya…
Anlatılanlardan yola çıkarak, işte şu tepede bir zeytin vardır, bu evlekte bir harnup, geride bırakılan kara üzümden bağlar şarap olmuştur, ağaçlara kimlerden olduğu sorulmaz, parayla sarhoş olanlar geçmişi unutmuşlardır… Baf’ın Susuz köyünde Mahmut Hasan’a ait, çok ağaç susuz kalmış, kurumuştur sevgisizlikten. Ve tüm o hayalet ağaçların, evlerin, köylerin, şehirlerin, yolların, hatta adanın her yerine, bir hastalık gibi bulaşmıştır hasret… Ne isterseniz yapın sahip olamayacağınız bir sevgilidir aklınızdan çıkmayan ama durum ve şeraite uymuyor, kavuşamıyorsunuz. Yaşanmış ama bitmemiş, sinmiştir içinize ve onu hayal etmeden duramıyorsunuz. Hasret çekenlerdenseniz, bedeniniz size yar değil, barışın dudağındaki baldır umduğunuz; bir öpebilseniz, hayatın tadını alacaksınız gibi gelir... Sarhoş, dalgada olsanız da, arada kendinizi kaybetseniz de ruhunuz o yoldadır. Çünkü çetrefilli diğer yolların sizi nereye çıkardığı bellidir. Ve bir şarkı ilişmiş dudağınıza, “ciao bella”! Ciğerlerinizden gelen ıslıkla nefesinizi bir içeri, bir dışarı vererek çınlamakta en ücra köşenize kadar. Bir maratondasınız çünkü bitirmeniz gereken, aşk nefesi kullanma sanatıdır, uzun soluklu olmasını isterseniz… Elleriniz bağlanmış, duygularınız işgal altındayken de damarlarınızdan geçip bedeninizin her yerinde dolaşabilir, ismini söyletmeseler de, kavuşamasanız da, yüreğinizle onu besleyip büyütebilirsiniz. Kolay gele. Büyüyüp de ADA’m olacak mı? Adamız olacak mı? Aşkınızın gücüne bağlı ve gayretinize… Görür veya göremezsiniz: Geleceğin çiçeği muhakkak duvarı geçince açacak… Bir nergis, bir menekşe alın elinize, yollara düşün… Rastgele hep bir aşk vardır sizi bekleyen doğduğunuz günden, ölmeden yaşayabileceğiniz şüpheli, ama denemeye değer. Üstünüze bir kelebek konmuşsa iyi düşünün, neden ben demeyin. Var bir hikmeti demek ki seçilmişsiniz… Neden ben diyeceğinize, kimsiniz, kimlerdensiniz ona bakın, anlarsınız.
Başı olmayan Salamis harabelerindeki o kadın, bir senfoni doğurmak için başını arıyor. Bilir ki başını bulamazsa çoğalamayacak, yükselen alçalan bir korku müziğinde gizlidir çığlığı, dileğine kavuşamadığından… Maraş’ta hayaletler şehrinde dolaşan ve savaşta kendini ispatlamak için bir subaya piyano çalmak zorunda kalan “Müzisyen”sizsiniz işte. Parmaklarınız uyuşsa da hâlâ çalabilirsiniz bu yıkıntı atmosferde çünkü ya kendinizi ispatlayacak ya da öldürüleceksiniz. Kim mişsiniz, kimlerden mişsiniz, kime ne? Siz halksınız en küçük bireyine kadar, ailede ölüm, şehit, acıya şahit, göçmeni eksik olmayanlardansınız. Bu ülkenin vasiyet edileni sizsiniz, vasiyet edecek olanı da. Her gidenden bakışlarını emanet aldınız. Hepsinin tek bir mirası vardır herkese eşit bölünen, duygulananlar bakıp görüyor. Hasreti bırakıyorlar gidenler geride kalanlara, bir de “aman ha” yazıyorlar altına… Kalanı da yitirmeyin…
Bir eski sinema kuşağındansın/ yakalanmamak için mahallenden/ hızla geçer aşk ıslıkla/ yaz sinemalarında siyah beyaz filmin/ döner durur koparak/ hep arkası yarın./ Aralarda sular basar mendillerini/ seni yanık kahvenin içinde eritirler/ Eksik tarihsin bir türlü,/ bir çeşit rafa kaldırılmayan/ sonu kopmuş belirsiz/ eski dilde bir roman/ Sayfalara bedenini bölmüşsün vuslattan bihaber/ Okunan yazıtların/ son paragrafındaki en zor cümlesin,/ “Tanrı cümlemizi aşktan korusun”/ Yok! Hiçbir kalp/ müzesine kabul etmeyecek bunu bilirsin./ Döktüğün sular kadar nergis/ zamansız mevsimsiz açan/ orkidesin, solgun./Kelebeğin tozlu kanadında yüreğin, açılıp kapanan/ kapılardasın, geçemediğin./ Hayat hep yarına, aşk hep Allah kerim…