1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Kırklamak ve Geviş Getirmek
Kırklamak ve Geviş Getirmek

Kırklamak ve Geviş Getirmek

Konuşan bendim ama dinleyen kimdi? Bir dost? “Taşın ve denizin katı düşü”nü kime anlatıyordum habire? Neden? Sonra ne oluyordu ona? Beni dinleyene?

A+A-

 

Emel Kaya
[email protected]

 

-Ama sen nerelerde dolaşıyordun

Bütün gece aklında taşın ve denizin katı düşü

Sana çıplak suda onun ışıldayan günlerini say dedim

Sırtüstü yatıp her şeyin tan vaktinin tadını çıkar

Ya da sararmış ovalarda dolaş

Göğsünde bir ışık yoncasıyla, ey iambos dizesinin Ecesi.

(Odisseus Elitis)

 

Pek severim bu dizelerini Elitis’in. Yaşamın yanılgıları içinde bir anda gelip dikiliverir karşıma. Varoluşun insanı sürekli ‘nanikleyen’ girift labirentlerinde kayboldukça fısıldar kendini. Vaat ettiği uçsuz bucaksızlık, zihnindekilerin iz bırakmadan kayıp gitmesine zemin hazırlıyor gibidir. Seni onurlandıran zaaflar, ismini taşıyan sayıklamalar, rüyaların… Her şey ışıltılara gark olacak gibidir.

Yıllar yıllar önce, çocukken yani, günlük tutma alışkanlığım vardı. Üniversite birinci sınıfa kadar devam ettiği için alışkanlık diyorum, oysa bir alışkanlıktan öte oluşunu hatırlıyorum. Kan ter içinde yazardım çokluk. İnsanın gün boyu yapıp ettikleriyle akşamında yüzleşmesine, kendini gönüllü bir sorgu sualden geçirmesine, bir çeşit zihinsel geviş getirme, diyebilirim bugün. Belki bir tür katarsis de yaşıyordum günlük tutarken. Çünkü gün boyu karşımdakilere söylemek isteyip söyleyemediğim acımasız ve yıkıcı sözleri sayıp döküyor, yüz yüze konuşulsa hiçbir amaca hizmet etmeyecek, sonuçsuz, büyük tartışmalara yol açacak laf kalabalığını zihnimden ve ruhumdan temizliyor, göğsüme indirilecek bir “ışık yoncası”na mekân hazırlıyordum. Konuşan bendim ama dinleyen kimdi? Bir dost? “Taşın ve denizin katı düşü”nü kime anlatıyordum habire? Neden? Sonra ne oluyordu ona? Beni dinleyene?

Günlük tutmayı bıraktıktan sonra da konuşmaya devam ettim onunla. Beni en çok ve en sadık biçimde dinleyendi. Gerçekten kulak veriyordu anlattıklarıma. İstendiği anda yerindeydi ve hiçbir zaman sırtını dönmedi. Yalan yere ilgileniyormuş gibi görünmedi, kibarlık yapmaya da kalkışmadı hiç. Sözümü kesmedi ve dinledi söylediklerimi sonuna dek. Onunla konuşurken geniş ovada bir arap atını dört nala sürüyordum hep. Yalnızca meraklı değildi, sabırlıydı da. Başkalarıyla konuşurken gösterdiğim sabrı, ben konuşurken bana karşı gösteren biriydi; fazlasıyla şaşırtıcıydı bu yönüyle. Elbette insanın işini kolaylaştırmıyordu bu durum. Çünkü karşısındakini anlamak gibi bir üstünlüğü bulunduğundan, aldatabilmek olanaksızdı bu dinleyiciyi. Şeytanca diyebileceğim bir yanı da vardı: Hiçbir şeyi kaçırmıyor, atlatılmasına olanak tanımıyordu. En küçük ayrıntıyı bile aklında tutuyor, kurcalıyor; karşısındaki yapaylığa, aldatma yoluna sapar sapmaz, tüm hiddet ve şiddetiyle bu ayrıntıya dönüyordu. Kırk yılı bulan yaşamımda şahsen bundan daha tehlikeli bir konuşma arkadaşıyla karşılaşmadım. Elias Canetti’den de yardım alarak ancak açıklayabildiğim, herhangi bir kuramı savunmayan, hiçbir buluşuyla övünmeyen bu ‘kişi’nin, iktidar hırsının ya da kendini beğenmişliğin kıpırdanışlarına ilişkin sezgisi çok güçlüydü. Bütün zaafiyet anlarımda kulaklarımda ve çene kemiklerimde patlayıveren bir çınlaması vardı. Onu biliyor, fakat tanımıyordum. Oysa o beni çok iyi tanıyordu. Onun, yani ikinci Ben’in birincisini tanıması, kuşkusuz, çok işime yaradı.

Kamuoyu önünde ilk kez itiraf ediyorum onun varlığını. Kırk yaşıma girerken, ona, dostuma teşekkür etme zamanı geldi çünkü. Ötekiler, insana her şeyi aşırı kolay gösteriyor, kandırılmak gibi kösnül bir duygu aşılıyorlar. Bilincimin ikiyüzlülüğüyle ve kendimi aklama çabasıyla onlara ne anlatmışsam, bana aynı bilinci iade ediyorlar: Yapacak bir şey olmayışından, benim elimden gelenin en iyisini gerçekleştirdiğimden, asla art niyet taşımayışımdan vs. dem vuruyorlar. Oysa, hayır! Ben elimden geleceklerin hepsini yapmadım, kesinlikle iyi niyet taşımıyorum, hırstan aklımı kaybedebilirim ve işte dudaklarımı ısırıyorum! Ama bu acımasız dost, şakacı ve neşeli bir ifadeyle insanın taktığında kendini önemsediği kötülük maskelerini indiriyor ve karşısındakine aslında hiç de ‘ilginç’ olmadığını gösteriyor. “Tatlım, feci görünüyorsun. Şimdi o dudaklarını yerine koy ve gidip kafanı soğuk suya sok!” 

Çocukluktan beri okuduğum kitapların, izlediğim filmlerin etkisinden olacak, aşkın ihtişamlı, kusursuz bir duygu bütünlüğü olduğu fikriyle dolup taşıyordum. Aşkın bendeki, benim aşktaki duruşumu tartıyordum boy aynasında, yakıştırıyordum da kendime ve karşımdakine. Kökeninde aldatıcı ve yıkıma mahkum bir mükemmellikle kristal şatosuna yerleştirdiğim ve yerleştirme hızımın binde biri kadar bir sürede kafaüstü aşağıdaki kaldırım taşına çakıldığım aşkın herkese yakışmadığını, şatonun yanına konduruluvermiş iki odalı, ahşap, mütevazı bir gecekondu olabileceğini, alçacık bilgisi istediğini, tahtakurusu istediğini onunla konuşa konuşa öğrendim. Aşk, ressamın tuvalinde yan yana duran meyvelerin arasında en yamuk, en köşede kıyıda kalandı; görecek göz isterdi, izan isterdi. Elbette şatafatlı ve gürültülü olanın uzağındaydı; gidip görmek, alıp getirmek isterdi. Gitmek için zarif adım, almak için şırılşenlik yol isterdi. Bazen gürültünün tam ortasındaydı; duyacak kulak isterdi. Çokluk eğri büğrüydü; dosdoğru varmamak isterdi. Eksikti; bir yanı mamur olsa, bir yanı harap isterdi. İstediğini bilmeyene, tam olana yakışmıyordu işte. 

Zıtlıkların ortak bilincine, kökenine de ulaştırmıştır beni o. Korku ile cesaretin aynı yanılsamaya, tek gerçeklik olarak ‘tehlike’ye yaslandığı bilgisi mesela, çok işime yaramıştı. Korkakça davrandığım yahut cesaretle yürüdüğüm vakitlerde ‘tehlike’ kavramıyla karşı karşıya bırakmıştı beni. Abartılı bir öznelliğin kurbanıydım her iki şekilde de. Bir korkak olarak, diğer insanlardan ziyade kendimi, saldırgan olayların hedefi zannediyordum. Bir cesur olarak ise bana hiçbir şekilde silah işlemeyeceğini. İkisinde de kendine hayran bir bilincin en uç noktasındaydım. Birinde olumsuz, birinde olumlu anlamda dünyanın merkezine yerleşmiştim. Cesaret ve korku, hayata densizce bir anlam ve ağırlık vermekten ibaret olan o aynı hastalığın iki kutbuydu. İyileşmek için uzun zaman gerekti, dünyayı ve kendimi bunca ciddiye alarak varoluşu ötelemek, “çıplak suda onun ışıldayan günlerini sayma”yı ve “sırt üstü yatıp her şeyin tan vaktinin tadını çıkarma”yı çokça geciktirdi.  

Siz bu yazıyı okuduğunuzda, ben çoktan 40 yaşıma girmiş olacağım. Benim için değişen bir şey yok. Kırkına ulaşan ben, eylemeye devam ediyor olacağım. Kırkıma ulaşıncaya kadar ben’imle yürüyen ben, eylediklerim üzerinden ürettiğim bin bir türlü spekülasyonla başa çıkmak, kalbimle gökyüzü arasındaki boşluğu genişletmek, gecelerimi nuruyla hırpalamak, Sibiryalarımı güneşiyle eritmek için orada olacak. Sınırları belirsiz bir Benlik’in hastalıklı cazibesinden koruyacak beni. İyi ki!

 

Bu haber toplam 2967 defa okunmuştur
Gaile 455. Sayısı

Gaile 455. Sayısı