Kırmızı Işıkta Beklerken..
"...günümüz dünyasının temel karakteristiğinin üretim toplumundan tüketim toplumuna geçiş, sürekli tahrik edilerek yeniden üretilen arzu ile bunun tatminini teşvik eden tüketim çılgınlığı (arzu ek tüketim biç) olduğunu söylemek mümkün. "
Hakkı Yücel
[email protected]
Kış mesaisinin başladığını unutmuşum, trafiğin en yoğun olduğu iş çıkışı saatinde dışarıya çıktım ve o yoğunluğa yakalandım. Metehan kavşağından Dereboyu’na giden yolun sonundaki trafik ışıklarında uzun bir araba kuyruğu var, tek seferde geçmek mümkün değil; bekliyorum. Bu arada geçiş sırasına göre Dereboyu ve Başbakanlık kavşağı yönünden gelen arabalar Metehan istikametine doğru gidiyorlar. Kuyrukta bekliyorum ya, arabaların yan yoldan yanım sıra ardı ardına geçişini öylesine izlerken iki şey dikkatimi çekiyor: Birincisi, neredeyse her üç-dört arabadan birinin son derece lüks, pahalı arabalar olmaları; ikincisi, onları kullananların, gerek kadın gerekse erkek, çoğunluğunun o arabaların gerçek sahibi olamayacak kadar genç insanlar olmaları. Muhtemelen anne-babalarının arabalarını kullanan gençlerdi bunlar. Kullanırlarsa kullansınlar sana ne ya da yeni mi farkına vardın diyenler olabilir, ancak kim ne derse desin gördükleri karşısında yine de bu kadar genç yaşta, bu kadar lüks bir oyuncağın sahibi olabilen -o potansiyele sahip- birisi için (büyüklerin bunlara sahip olmalarının ardındaki sır ise bir başka bahs-i diğerdir) bundan ötesi ne olabilir ki, diye sormadan ve düşünmeden edemiyor insan.
Trafik ışıklarında durmuş sosyolojik (!) gözlerle etrafı izlerken bilinmeyen ya da salt bizim ülkemize ait bir şeyi keşfetmiş değildim kuşkusuz; evrensel ölçekte yerleşik sistemin bizatihi kendisinin ürettiği teleolojik sonucun bizdeki örneğiydi gördüğüm resim. Bu konu hakkında yazılıp konuşulmaya devam eden kapsamlı sosyolojik/psikolojik ve hatta felsefi bir külliyat mevcut olması ise aynı zamanda bir problematik ile karşı karşıya bulunulduğunun işareti. Buradan hareketle özetlemek gerekirse, günümüz dünyasının temel karakteristiğinin üretim toplumundan tüketim toplumuna geçiş, sürekli tahrik edilerek yeniden üretilen arzu ile bunun tatminini teşvik eden tüketim çılgınlığı (arzu ek tüketim biç) olduğunu söylemek mümkün. Bunun kaçınılmaz bireysel/toplumsal/psikolojik yansımalarının olacağını/olduğunu belirtmek ise malûmun ilâmı. Tek bir cümleye sığdıracak olursak modern dünyanın güncel hâkim yerleşik sisteminde, kahir ekseriyeti kuşatan ve yönlendiren, tıkır tıkır işleyen bir ‘arzu-nesne-haz’ döngüsünün mevcudiyeti aşikâr. Nasıl mı?
Öyle bir çark söz konusudur ki, burada artık ihtiyaçların karşılanması değil, arzuların tatmin edilmesi öncelik halini alır. Bir başka ifadeyle şeylere (nesnelere) yönelik talebimizi belirleyen onların kullanım değerleri değil tüketim değerleri olur ve bu dolanım, şiddet katsayısı farklı yöntemlerle (reklam, moda, tarz ve algı oluşturma) sürekli artırılmak suretiyle tahrik edilen arzularla sağlanır. İhtiyaçların tersine arzular öne çıkarıldı mı -buna günümüzün bir başka temel karakteristiği görünür olmanın cazibesini de ekleyin- onları dizginlemek, zorlu iradi bir karşı duruş sergilenmediği takdirde, neredeyse imkânsızdır. Öyledir çünkü ihtiyaçlar giderilebilen taleplerken, arzuları tatmin etmek mümkün değildir; namütenahi ardı arkası gelir ve yerleşik sistem de bu akışkanlığı/sürekliliği sağlamak için arzularımızı tahrik edip durur. Buradan bakınca, günden güne çoğalan albenisi yüksek arzu nesneleri bir yandan, bunlara yönelik talebi artıracak uygulamalar (reklam, moda, tarz yaratma ve algı operasyonlarıyla allayıp pullamalar vb.), farklı alım güçlerine hitap edecek çeşitlemeler (daha ucuzdan daha pahalıya her keseye uygun çeşitlilik) ve alım kolaylıkları (kredi kartları, taksitler) diğer yandan, çarkın işleyişi adeta otomatiğe bağlanır. Buna bir de pazarın çocuklara varacak kadar genişlik kazandığı gerçeği eklenince (araştırmalar ellerinde son model cep telefonları olan ve sürekli daha gelişmiş modeli talep eden -sahip olduğu şeyle (nesneyle) tatmin olmayan- çocuk yaşının giderek düştüğünü; ilkokul çağındaki kız çocuklarının izledikleri moda dergilerindeki ya da dizi/filmlerdeki idollerine benzemek amacıyla şimdiden dudak şişirme, göğüs büyütme, burun düzeltme, popo kıvrımlarını belirleme hesapları yaptıklarını ve bunun için para biriktirmeye başladıklarını gösteriyor. Z.Baumann “Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup”, Habitus Yayınları) tablonun boyutları ve bir bakıma vahameti de ayan beyan ortaya çıkar.
Burada dikkat çeken bir başka kritik nokta, arzu ile haz arasındaki mesafenin giderek kısalıyor olmasıdır. Modern (sonrası) dönemin felsefi/sosyolojik sorgulamasını ve çözümlemesini yapan, bu alandaki en yetkin isimlerden Z. Baumann günümüzde giderek artan bir biçimde arzu ile haz arasındaki mesafenin, hızın artmasına bağlı olarak kısaldığına vurgu yapar ve bunun da sahip olunan şeyle (nesneyle) ona sahip olan (özne) arasındaki ‘duygusal bağı’ ortadan kaldırdığını söyler. Bunun Türkçesi, öznenin (gencin/çocuğun) istediği şeye (nesneye), anında sahip olması ve aynı hızda onu tüketmesi demektir. Hal böyle olunca sahip olunan şeyi (nesneyi) değerli kılan -uğruna harcanan hiçbir emek ve yoluna esirgenmeyen hiçbir fedakârlık olmadığından, özne ile nesnesi arasında duygusal bağ yoktur- sadece ona sahip olma çabukluğu/anıdır ve o şeyden (nesneden) alınan haz da o çabuklukla/anla sınırlıdır; sonuçta bu kadar hızlı ve kolay elde edilen şey (nesne) aynı hız ve kolaylıkla tüketilmiş olur. Şu var ki, şey (nesne) tüketilir, onunla birlikte münhasıran onun sağladığı haz da tükenir, ancak arzu tahrik edilmeye devam ettiğinden tükenmez, yeni haz nesnelerini talep eder; zaten içinde bulunulan ortam da yitirilen şeyin (nesnenin) yerini alacak yığınla seçenekler içerdiğinden ve sürekli yenilerini ürettiğinden, ‘arzu-nesne-haz’ döngüsü yeniden ve yeniden kurulur ve de böylece ol kervan aksamadan yürümüş olur.
Bu tabloyu tarif ederken Baumann “Her şey patladığı kadar hızla gözden düşüyor. Hızla elde edilen, hemen bırakılıp baştan savılan yığınla mal içinde, ‘yürekten sevilerek sahip olmaktan gurur duyulan bir eşya’ bulunması çok güç. Varsa bile bunun çok uzun sürmeyeceği kesin. Sonsuza dek canlı kalması gereken tek şey tarz, tarzı yaratan kıvır zıvır değil. Bu tarz ise hiç görülmedik bir hızla aksesuarların birbiri peşi sıra düzülmesini gerektiriyor. (age., s.48)” diye yazar. Peşinde olduğumuz, tüketim ve görünür olma oranının artışı ile anlam kazanan, tarzdır/tarzımızdır artık. Bir başka ifadeyle bugünün alamet-i farikaları “Tüketiyorum, o halde varım” mottosu ile “Görünüyorum, o halde varım” mottosu kol kola girmiş dünyamıza ve hayatımıza damgasını vurmaktadır. Ehh.. böyle olunca tarzımıza tarz katan lüks bir arabadan daha uygun bir aksesuar, en azından şimdilik, olmasa gerektir.
Daha fazla uzatmadan, eğer bugünün dünyasını resmeden tablo buysa, ki bu konuda bir tereddüt yoktur, burada -zorlama geçmiş güzellemelerini ya da biz gençliğimizde şöyleydik/böyleydik oysa bugünün gençleri şöyledir/böyledir masallarını veya siyasal/ideolojik slogan kolaycılığını bir kenara bırakarak- sorulması gereken soru, bu tabloya nasıl ve ne oranda müdahale edilebileceği ya da âmil sebep olması hasebiyle, ‘arzu-nesne-haz’ döngüsüne nasıl ve ne oranda karşı çıkılabileceği olmalı. Nitekim bu soruyu adı geçen eserinde bir biçimde Baumann da sorar. Genç bir İtalyan okurunun kendisine, dünyanın bugünkü hâl-i pür melâlinden duyduğu rahatsızlık nedeniyle sosyolog olmak istediğini, yerleşik bu yaşam tarzını değiştirmek için mücadeleye hazır olduğunu bildiren mektubu üzerine düşünürken üstad, çok da iyimser görünmemektedir. Bu konuda elde sihirli bir reçete olmadığı gerçeği bir yana, elan yaşanmakta olan sürece karşı çıkmanın, çelik gibi sinirlere, her türlü güçlüğe karşı duracak sağlam bir karaktere ve güçlü bir iradeye gereksinim duyduğu ve bunun da kişinin kendisinden başlaması gerektiği tespiti, bu genç okuruna hem kesin bir uyarı hem de yapabileceği tek öneri gibidir.
Ancak yine de aklı ve gönlü el vermiyor olsa gerek imdadına “Sisifos”u ve “Başkaldıran İnsan”ı yazan A. Camus yetişir. Onun “insanlık tarihi adına kötümser, insanlık adına iyimser” olma haliyle yine “insan olduğu şeyi kabullenmeyen tek yaratıktır” tespiti ve de özellikle bu başkaldırının zorbalıkla sonuçlanmaması için sınırlarını çizmek ve kollamak konusundaki duyarlılığı, Baumann’ın genç sosyolog adayının mektubu vesilesiyle yaşadığı karamsarlığı aşmasını sağlar; buradan aldığı güçle iki yıl süreyle yazdığı mektuplardan ibaret “Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup” adlı çalışmasında yer alan son mektubunun (44. Mektup) başlığını:
“Albert Camus ya da başkaldırıyorum öyleyse varız” olarak koyar.
Kırmızı ışıkta beklerken, bir yandan ardı sıra akıp giden, aralarında azımsanmayacak sayıda lüks ve pahalı markaları olan arabaları (ve direksiyonda oturanları) izlemeyi sürdürüyor, bir yandan da Baumann’ın 44. mektubunu geçiriyorum aklımdan..