KIŞ GÜNEŞİ…
Ne güzeldir bu adada kış güneşi.
Yağmurdan sonra ışıl ışıl, mis gibi Akdeniz.
Karanlıklara inat aydınlık geleceğe umut…
Halbuki daha geçen hafta boğazımda garip kekremsi bir acılıkla dolaştım günlerce. Bana çok eskileri hatırlatan. Hatırladıkça göğsümün sol yarısındaki kuşun çırpınışını artıran. Boğazımı düğümleyen. Kelimeleri anlamsızlaştıran…
Sekiz yaşlarındaki o küçük kız geliyor gözümün önüne yaşanan her toplumsal çöküşte. Radyodan gelen cızırtılı zor anlaşılır sesleri dinlemeye anlamaya çalışan. Radyoda kah Ecevit’in kah Denktaş’ın sesi. Türk askeri kuzeyde bir yerlerde savaşıyor. Güneyde Rumlarla çatışan Kıbrıslıtürk köyleri, düşen teslim olan köy haberleri. Gömülen Kıbrıslıtürk köyleri, çatışmalarda ölen insanlar...
Kuzeyden güneye korku ve panikle kaçan Rumlar...
Enosis için silahlara sarılmış faşist EOKA...
Hep sıra bize ne zaman gelecek korkusu. Beklemenin dayanılmaz paniği.
Babamın silahıyla eve koşup bizi nenemlere gönderdiği an.
Bizim o uzaklaşırken arkasından korku dolu gözler ve çırpınan bir yürekle bakakaldığımız çaresiz anlar.
Gece boyu süren silah sesleri.
O Ağustos gecesinde, dünyadan uzak o dağ köyünde yıldızları saymaya çalışarak annem ve üç kardeşimle birbirimize titreyerek sarıldığımız anlar.
Ve her şeyin bittiği an. Çevremizde dolanan küstah Yunan askerleri. Gelen ölüm haberleri. Her yanımızı saran ölüm korkusu.
Sonrasında günler süren çaresiz avare dolanmalar ve bir gece bir kamyonetin arkasında onlarca insan ‘’karanlığa’’ çıktığımız umut yolculuğu.
Dağların derinliklerinde süren yine korku dolu yakalanma anları.
Ve yorgunluktan ölsek de Kuzey sınırına ulaştığımız anda yaşadığımız sevinç.
Uzaklardan bayrağı gördüğümüzde hissettiğimiz tarifi zor büyük heyecan.
Türk askerinin postallarını ve toprağı öpen kadınlar.
O günlerde inanmıştık. Bizim de bir devletimiz olacağına. En saf ve temiz duygularla.
Anavatana güvenmiştik.
* * *
O günlerin üzerinden tam 44 yıl geçti. Neredeyse yarım asır. Biz inananlar bu adayı yurt bilenler hep burada kaldık. Nereye gidersek gidelim geri geldik. Bu ülke için çalıştık, çocuk yaptık; burayı çocuklarımız için yaşanır hale getirmek için çok uğraştık. Çok Kıbrıslıtürk inancını kaybederek gittiler. Çoğu bambaşka diyarlarda mutsuz öldüler. Bazıları geri gelmeyi denedilerse de dünyanın farklı diyarlarındaki çocuklarına hasret kaldılar.
O günlerde Anavatan bildiğimiz ülkede çok şeyler değişti. Kah milliyetçi akımların rüzgarında, kah dini yönetimi merkezine koyan üst yönetimlerle savruldu durdu. Her savrulmada biz devlet olmaya çalışan yavru maalesef daha çok sarsıldı, hastalandı. Kim olduğunu unuttu, hatırladığında kendini bulmaya çalıştı. Nereden geldiğini ve nereye gittiğini...
Belki de artık çok geçti. Çünkü biz artık o eski Kıbrıslılar değildik. Çok azalmış, evimize hiç tanımadığımız yabancılar doluşmuştu. En önemlisi de yurt bildiğimiz toprakların gerçekten bize ait olup olmadığını sorgular olmuştuk.
İşte öyle bir ruh haliyle boğuşsam da ben her umutsuzlukta yine yağmurdan sonra açan kış güneşi misali coşuyor yüreğim ve ruhum.
Karanlıklara inat, aydınlık geleceğe umut…
Hem toprağı yurt yapan üzerinde yaşayan halklar değil midir? Öyleyse binlerce yıldır bu topraklarda yaşamış halklar gibi gelen geçen tüm üst yönetimlere inat biz de tutunacağız bu toprağa ve Akdeniz’in sımsıcak güneşine…
Bu toprakları yurt bilen tüm halklarla birlikte…