Kıskanıyorum, çok kıskanıyorum!
Dünyada yükselen ırkçılığı konuşuyoruz bir dost ile. Düşünebiliyor musun diyor, halâ duvar çekmekten bahsediyoruz sınırlara. ‘Berlin Duvarı yıkılalı 30 yıl olmuş. Avrupa bunları 30 yıl önce aşmamış mıydı?’. Ne bu ırkçılık dalgası yeniden?’
Benim ülkemde duvarlar var diyorum. Kafamızda, yüreğimizde, aramızda sınırlar var Kıbrıslı Rumlar ile. Dikenli teller var. Şehrim ortadan ikiye bölünmüş, en sevdiğim şair hangi yarısını sevmeli diye soruyor. Ben bilemiyorum…
Fransa’dayız, Avrupa’nın kalbinde, Strazburg’da. Almanya ile komşu bir şehir Strazburg. Almanya ile Fransa arasında 3 savaşta, 3 kez el değiştirdikten sonra, İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa egemenliğinde kalmış. Kendine özgü mimarisi, kültürü ve kocaman kathedrali ile dikkat çeken Alsace bölgesinin Başkentinin bir başka özelliği ise toleransı.
Sokaklarında her dile rastlamak mümkün Strazburg’un. Alman sınırının hemen yanında olması ve geçmişi sokak isimlerini iki dilde yazdırmış.
Almanca, Fransızca, İngilizce hatta Yunanca sorduğunuz sorunun karşılığını hemen almanız mümkün.
Önyargılardan, milliyetçilikten, sınırlardan uzak bu şehir. Dostumun Avrupa’nın son bölünmüş başkentinde yaşayan beni anlaması o yüzden o kadar zor ki!
Kıbrısın her yanından gelen gazeteciler ile birlikteyiz. Konuştuğumuz dilin, milliyetimizin, dinimizin hiç önemi yok. Sadece Kıbrıslıyız ve birlikte seyahat ediyoruz. Yardımlaşıyoruz, şakalaşıyoruz, çalışıyoruz, eğleniyoruz, dört dilde, hep birlikte.
Kıbrıslı Türkler bildiği Rumca kelimeleri sıralıyor, Kıbrıslı Rumlar akıllarına takılan Türkçe kelimelerin anlamını sorguluyor. Karşı toplumun dilini öğrenecek kadar işi ciddiye alanlar var aramızda, konuştuğumuz dilden tarafımızı anlamaya çalışmak nafile.
Aşmışız biz sınırlarımızı, karşımızdakini sadece insan olarak değerlendirmeyi öğrenmişiz, rengi ile, milliyeti ile, inancı ile ilgilenmiyoruz. Strazburg’a çok yakışıyoruz.
Hep birlikte aldığımız tren bileti yarımızı Fransa’da bırakıyor yarımızı Almanya’ya götürüyor. Trenden zamanında inmeyi beceremeyince grubun yarısı, kendimizi Almanya’da buluyoruz. Sınırı geçtiğimizi durağın ismi dışında anlamamızın bir yolu yok.
Ülkemizdeki sınırlar ile yaşamaya alışkın bizler için bu o kadar tuhaf ve komik ki. Polis yok, asker, ara bölge, sınır, BM, gümrük, kimlik, pasaport, hiçbir şey yok. Bir ülkeden bir diğerine geçtiğin noktanın neresi olduğunu bile bilmiyorsun. Kuş aynı kuş, insan aynı insan, ağaç aynı ağaç, nehir de aynısı.
İkiye bölünmüş şehrinin hangi yanını seveceğini bilmeyenler için bu öylesine özgürlük verici ama bir yandan da öylesine uzak ki. Çok tuhaf!
Karşıya geçiyoruz, Fransa’ya geri dönmek için bir sonraki treni bekliyoruz. 20 dakika içinde iki kez ülke değiştirip bunu anlamıyoruz bile. Kahkahalarımız yine çok dilli. Hoş bir yolculuk anısı olarak kalıyor şaşkınlığımız.
Ve ben bu sınırsızlığı kıskanıyorum, çok kıskanıyorum.
Lefkoşalıyım.