1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Kıssadan Hisseler
Kıssadan Hisseler

Kıssadan Hisseler

Kıssadan Hisseler

A+A-

 

İlknur Türker
[email protected]

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler hamal iken… Çocuklara anlatılan masallar hep alışılmış şekilde başlar, aynı anlatı formatında devam eder ve mutlu sonla biter. Bu, hepimizin bildiği genel kuraldır. Bir de tartışmalı Grimm kardeşler, Ezop ve La Fontaine masalları var… Ufak bir tarihsel not:  Ezop masallarının İngilizceye tercüme edilerek çocuklarla tanıştırılması takriben 1480’li yıllar ortalarındadır; velilere bu kitabı şiddetle tavsiye eden kimdir? Sizi fazla yormadan söyleyeyim: John Locke…

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki; herhangi bir şahsın okuduğu ve/veya maruz kaldığı meselden çıkaracağı ahlaki ders tamamen kişinin kendisine bağlıdır. Yani kişinin kendi ahlaki durumuna ve hikâyeye hangi açıdan baktığına bağlıdır. Dışarıdaki dünyanın verili mi olduğu yoksa toplumsal olarak mı inşa edildiği konusuna gelirsek, yukarıda bahsettiğimiz örneğe ikinci ve üçüncü bir kategori daha eklemek gerekir. Bu bağlamda dönüm noktaları arasında 1941 yılında yayımlanmaya başlayan ‘Kaptan Amerika’ ve 1961 Haziran ayında yayımlanmaya başlayan  ‘Muhteşem Dörtlü’yü sayabiliriz. Örnekleri tarihleriyle takip ettiğimiz zaman, ana temanın hiç değişmediğini, yani güçlülerin her zaman toplumsal ve siyasi eşitsizlikler nedeniyle güçsüzleri ezdiğini görürüz. Ve tabii ki “mağduru”, “ezileni” koruyan, haksızlıklar karşısında insanlık timsali bir kahraman veya kahramanlara ihtiyaç duyulur. 

Fabllarda, güç ve tahakküm simgesi olan aslan, bazen emniyeti suistimal ederken halk, hırçın pençelerden sakınmak için kendi tabiatının dışına çıkarak boyun eğer; ancak çoğu zaman aslanın kaderi ufacık bir farenin insafına kalır. Muhteşem Dörtlü ve Kaptan Amerika örneklerinde ise resmedilen “öteki”, yani düşman karşısında adalet ve demokrasi adına savaşan (!) süper güçlere sahip kahramanlar her zaman kazanır. Bunlarla ilgili yapılabilecek tüm yorumları ise aslında 1947 tarihli Amerika Milli Güvenlik Yasası ile özetleyebiliriz. Yasa tahtında çıkarılan konsey yönetmeliklerinde, Amerika’nın kendisi tarafından şekillendirilecek bir dünyaya atıfta bulunulmaktadır. Zaten takip eden yıllarda yaşananlar ve özellikle “Üçüncü Yol” siyasetçileri tarafından kullanılan retorik, yıllardır hem akademisyenler hem de aktivistler tarafından irdelenmektedir. 

Üçüncü örnek ise; daha Darwinci, yani korkunç bir biçimde evrimleşmiş, insan-hayvan karışımı yaratıklar, büyücüler, elfler ve sıradan insanların bulunduğu hikâyelerdir. Örneğin Times dergisi Yüzüklerin Efendisi: İki Kule’nin sinema eleştirisinde (23 Aralık 2002),  Saruman’ın Usame Bin Ladin’e benzediğini ileri sürerek yüzük kardeşliği görevini Batı dünyasının radikal İslam ile mücadelesiyle karşılaştırmıştır. 9/11’in ardından 2001 Aralık ayında Afganistan’da Hamid Karzai’nin başa geçmesine kadar dünya genelinde yaşanan ittifakları bu bağlamda unutmamak gerekmektedir. Yine 9/11 ile 2003 yılında Irak’ın ABD tarafından işgal edilmesine kadar geçen süre incelendiğinde karşılaştığımız kavramlar arasında “korkunun küreselleştirilmesi”  ve “terörle mücadelenin” yeniden yapılandırılması yer almaktadır (bkz. Bosworth et al.,2008; Aradau and Munster,2009).  Her ne kadar yaratılan bu “terörle mücadele” kavramı ilk bakışta iyi/kötü veya insani/insanlık dışı ikiliklerine dayandırılmış gibi görünse de aslında Bush ve Blair söylemleri üzerine yapılan analizler, bu durumun özellikle İslam dünyası ve Müslümanlara karşı ve onlar arasında “korku ve intikam politikalarının” hayata geçirilmesi eliyle yürütülmektedir.

Bu noktada De Castella ve diğerlerinin 2009 yılında yayımlanan araştırması dikkate değerdir. Araştırmaya göre, özellikle korku ve öfke dili içeren söylemler ile duyguların uyarılması, “terörle mücadele politikaları” ve “askeri müdahalelere yönelik halk desteğinin sağlanması” bakımından titizlikle seçilerek kullanılan bir yöntemdir.

Duygulara bu şekilde “tecavüz edilmesinin” sağladığı ikinci bir fayda ise toplumları kontrol edebilmek için kullanılan yöntemlerin meşrulaştırılmasıdır. “Diğer”, “öcü”, “yabancı” ve “öteki” olarak konumlandırılan kişi veya gruplara karşı yapılandırılan öfke, intikam ve nefret duyguları, insan hakları ilkelerinin dışına bile çıksa, “bunlara karşı yürütülen mücadelede alınan tedbirlerin” kitleler tarafından benimsenmesi için toplumsal algıyı manipüle etmektedir.

Kurulan tarihi analojiler bazen abartıya kaçabilir ancak bugün İslami cihatçılar ile Batı dünyası arasında yaşanan çatışmaların yüzyıllardır yaşanmakta olan “medeniyetler çatışmasının” bir sonraki adımı ve tarihini 8’inci yüzyıla dayandırabileceğimiz Avrupa ve Akdeniz ekseninde bir görünüp bir kaybolan “güç savaşlarının” bir parçası olarak görmek de oldukça makul sayılabilir. Yine bu noktada giderek artmakta olan “3. Dünya Savaşı” teorileri üzerinden yapılacak olan okumada Suriye bu senaryodaki “kötü adam” olarak konumlandırılmaktadır.

2011 yılı Mart ayı itibariyle Suriye ile Türkiye arasındaki ilişkiler bozulmaya başlamıştır. Türkiye’nin Esad karşıtı söylemlerle uluslararası toplumu Esad rejimine karşı askeri müdahaleye çağırması neticesinde, tarih boyunca etnik ve kültürel zenginliğin başlıca merkezi olarak anılan Türkiye’nin Hatay ili halkını, tamir edilemez güvensizlik ve savunmasızlık hissiyatına sevk eden 2013 Reyhanlı patlamaları ile ilişkilerdeki bu bozulma doruk noktasına ulaşmıştır.  Hem diplomatik hem de ekonomik anlamda bozulan ilişkiler, kelimelerin şahsi tutumlarımız üzerindeki kuvvetli tesirini; yani, dilin düşünce ve inançları yönlendirmenin yanı sıra onları kontrol altına alma ve yönetme gücünü gözler önüne seren olaylar silsilesinin en somut kanıtıdır.

Tüm bunların işaret ettiği son nokta ise, hikâye ve büyük anlatılardan ziyade, anlatı dili ve tonunun hayatımızda ve duygularımızdaki yönlendirici etkisini ayırt edilebilmemizin önemidir. Evet, güçlü her zaman olduğu gibi zayıfı ezmeye devam ediyor; ancak bugün karşılaştığımız hikâye “kuzu postu giymiş kurtların” anlatısıdır.  Bugün, Sadiki tarafından “kötü küreselleşme” olarak tabir edilen dünya çapındaki “İslamofobi” söylemine paralel olarak, başta Kürt vatandaşları olmak üzere, Türkiye’de yaşayan ve çözülemeyen sorunların yeni özneleri olarak tanımlanmaya başlayan “diğer” etnik ve dini azınlıklara karşı, basın – yayın organları ve sair kurum ve örgütler eliyle yürütülen “ötekileştirme” ve “düşman gösterme”  çabaları da tamamen çıkmaza giren neo-liberal politikaların, “kentsel dönüşüm” ayağını oluşturmaktadır.  Korku, nefret ve öfke hissiyatını gündelik konuşmalarla halklar genelinde baskı ve korku unsuru olarak kullanmak, “milli güvenliğin” tesis edilmesi için alınabilecek aşırı tedbirleri meşrulaştırma çabasından başka bir şey değildir.

--------------------------------------------------------------

Kaynakça
Bosworth M, B. B. (2008). Globalization, ethnicity and racism: An introduction. Theoretical Criminology, 12 (3) s. 263-273.
De Castella K, M. C. (2009). Fear Appeals in political rhetoric about terrorism: An analysis of speeches by Australian Prime Minister Howard. Australian National University Political Psychology, 30 (1) s. 1-26.
RV Munster, Aradau C. (2009). Exceptionalism and the 'war on terror': Criminology meets international relations. British Journal of Criminology, s. 686-701.
Sadiki L (2002) One "Islam", many "Islams": Understanding the Arab-Islamic perspective on 11 September in a globalising world. Irish Studies in International Affairs 13 (1), s. 43 – 60.

Bu haber toplam 2324 defa okunmuştur
Gaile 363. Sayısı

Gaile 363. Sayısı