“Kitap okumak, aynı zamanda doğurgan bir iç keş
Bilge Azgın, her insanın bir bilgi deposu olduğuna dikkat çekerek, bunun akademisyenler için yoğunlukla uzmanlık alanları olduğunu ifade etmekte.
Karantina günlerindeki kitap ile ilişkimize bu kez Bilge Azgın'ın penceresinden bakıyoruz.
Yakın Doğu Üniversitesi'nde akademisyen olan Bilge Azgın, her insanın bir bilgi deposu olduğuna dikkat çekerek, bunun akademisyenler için yoğunlukla uzmanlık alanları olduğunu ifade etmekte.
Akademik bilginin çoğu zaman sıkıcı ve bunaltıcı olduğunu söyleyen Azgın, kitap ile ilişkisini şöyle tanımlıyor: “benim açımdan kitap okumak, salt bilgi depolamakla sınırlı kalmayan, aynı zamanda doğurgan bir iç keşif yolculuğudur. Öyle bir yolculuk ki bunu sürdürene, olaylar ve olguları farklı bakış açılarıyla değerlendirme ve anlama imkânı sağlayabileceği gibi, kendisiyle olan ilişkileri hakkında da daha önce düşünemediği veya hayal edemediği şeyleri düşünmek ve hayal edebilmek bakımından zenginlik kazandırabilecektir”
“Kitap okumak, aynı zamanda doğurgan bir iç keşif yolculuğudur”
Bilge Azgın
Akademisyen, YDÜ
Kitap okuyan her insanın farklı bilgi depocukları vardır. Akademisyenlerde bu bilgi depoları genellikle uzmanlık alanı yoğunlukludur. Önemli olmakla beraber akademik bilgiyi (ve de akademisyeni) çoğu zaman sıkıcı ve hatta bunaltıcı yapan da bu özelliğidir. Bir akademisyen olarak benim açımdan kitap okumak, salt bilgi depolamakla sınırlı kalmayan, aynı zamanda doğurgan bir iç keşif yolculuğudur. Öyle bir yolculuk ki bunu sürdürene, olaylar ve olguları farklı bakış açılarıyla değerlendirme ve anlama imkânı sağlayabileceği gibi, kendisiyle olan ilişkileri hakkında da daha once düşünemediği veya hayal edemediği şeyleri düşünmek ve hayal edebilmek bakımından zenginlik kazandırabilecektir. Bu anlamda benim tercihim daha çok bu işlevi yerine getiren kitaplardır.
Viktor Frankl – İnsanın Anlam Arayışı
Nazi konsantrasyon kampında yıllarını geçiren ve bu sürecin sonunda tüm ailesi (Avustralya’ya göç etmeye başarmış kız kardeşi hariç) ile karısını kaybeden psikiyatr Viktor Frankl’ın klasikleşen kitabı, içinden geçtiğimiz süreçte okunmaya değer bir başyapıt. Nazi ölüm kamplarında tutsak olan insanların hayata tutunma mücadeleleri bizlere insan olmak ile ilgili çok önemli şeyler anlatıyor. Önemli bir anektod ise Frankl’ın karısı ile yurt dışına kaçma fırsatı varken anne babasını geride bırakmamak için Almanya’da kalmayı tercih etmesi. Kitap, en insanlık dışı ve tüm anlamların kolayca yok olabildiği zamanlarda dahi, insanın kendisininki de dahil olmak üzere hayatın anlamını bulma çabasının ne denli değerli, biricik ve vazgeçilmez olduğunu yaşanmış örneklerle anlatıyor.
Frankl’ın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurmuş olduğu Logoterapi öğretisi Nietsche’den alıntıladığı “yaşamak için sebebi olan biri, hemen hemen herşeye bir şekilde katlanmasını bilir” aksiyomu üzerine kurulmuştur. Onun konsantrasyon kampı tecrübesinden gözlemlediği ve ısrarla altını çizdiği husus, hayatta kalmaya başaran tutsakların hepsinin de geleceğe dair canlı tutmayı başardıkları bir projeleri, hayalleri veya umutlarının olduğudur. Yine Frankl’ın gözlemleri bunu başaramayan birçok tutsağın zor koşullara dayanma gücü ve yaşama isteklerinin kalmaması sonucu hayata tutunamadıklarıdır.
Carl Gustav Jung – İnsan Ruhuna Yöneliş
Aslında orjinal ismi “Modern İnsanın Ruh Arayaşı” olsa da, Türkçe diline “İnsan Ruhuna Yöneliş” olarak çevrilmiş olan bu kitap Jung’un düşün dünyasına giriş işlevini gören önemli bir yapıtıdır. Kitap ilk kez 1931 yılında basılsada, Jung’un aslında hayat boyu kafa yorduğu önemli bir tema etrafında döner. Jung’un özellikle cevap bulmaya çalıştığı sorunlardan biri, Nietsche’nin ilan ettiği ‘Tanrı Öldü’ gerçekliği karşısında modern insanın nasıl ve hangi yollardan ruhani gelişim (burdaki ruh kavramı Hristiyanlığın anladığı ruh kavramı değildir) ve şifalanma yoluna gideceğidir. Bilimle gelişen materialist dünyamızda ruh kaybının ne denli büyük tehlikelere ve yıkımlara yol açacağını, Jung geçen yüzyılın başlarında ruhunun derinliklerinde kavrayıp detaylı bir biçimde ele almıştır. Jung’un dipsiz derinliği, sınırsız hayal gücü ve sezgisel içgörü kapasitesi çok az düşünürde rastlanabilen özelliklerdir.
Jung doktor olup kariyerinde kendini kanıtladıktan sonra, tüm bu süreç içerisinde kaybettiği ruhunu yeniden nasıl keşfettiğini 1913’de ağır bir ruhsal sarsıntı girdabın içine düştüğünde yazmaya başladığı Kırmızı Kitap’ta şöyle anlatır: “Ruhum neredesin? Beni işitiyor musun? Konuşuyorum. Sana sesleniyorum, orda mısın? Geri döndüm, yine burdayım. Tüm diyarların tozu toprağını ayaklarımdan silktim ve sana geldim. Seninleyim.” Jung’un açıklamaya çalıştığı bir başka tema da hayatının ikinci safhasında kendisine gelen birçok danışanın, hayatın anlamını kaybettiklerini ve nevrozlarını ancak hayata dair yeni bir dini veya ilahi (herhangi kurumsal bir dinden veya metafiziksel gerçeklikten bahsedilmiyor) bir bakış açısı kazandıktan sonra iyileşebildikleridir. Jung’un en önemli katkılardan bir tanesi de yirminci yüzyılda yaşayan insanın bilimden ödün vermeden 7 bin yıllık medeniyet mirasının bilgeliği ve hayal gücüyle yeniden bağlantı kurmasını sağlamasıdır.
Albert Camus – İlk Adam
Camusn47 yaşında geçirdiği bir trafik kazasında ölür. Kazadan dolayı darmadağın olan arabanın arka kısmında henüz tamamlanmamış otobiyografi romanı yıllar sonra kızı tarafından yayımlanır. Roman tam bitmemişse bile Camus’nun en iyi eserlerinden olarak değerlendirilir. İlk Adam “Bu kitabı hiç okuyamayacak olan sana” yani babasına ithaf edilmiştir. Kanımca, kitabının başlangıç paragrafı tüm romanlar arasında en iyi başlangıçlardan bir tanesi olmaya adaydır.
Camus’nun benliğinde taşıdığı engin ve yoğun insan sevgisi her eserinde ve cümlesinde okurlarının ruhlarını yansır. Heidegger’in 1933 yılında yazdığı kitabın (Varlık ve Zaman) temel fikirleri alıp biraz da kendi yorumunu katarak popülerleştiren Sartre (Varlık ve Hiçlik) için aynı şeyi söyleyemem. Camus insan olmanın ne demek olduğunu akademik olarak değil bizzat hayatın içinden ve derin hislerle kavrayan bir insandı. Sartre gibi varoluşculardan onu ayıran en önemli özelliklerden bir tanesi de bence bu olmuştur. Camus varoluşcu felsefenin temel kavramları üzerine yoğunlaşsa da, universiteden mezun olurken bitirme tezini Plotinus üzerine yazması bir rastlantı değildir.
Marshall Rosenberg – Şiddetsiz İletişim
Şiddetsiz İletişim her insana birçok farkındalık kazandırabilecek bir baçucu kitabıdır. Hayat boyu bize çok faydaları olacak ve her daim yeni şeyler keşfetmemize yol açaçak olan bu öğreti, “kendimizi ifade etme ve başkalarını dinleme biçimimizi yeni bir çerçeveye oturtmamıza ve ilişkilerimizde derinlerdeki ihtiyaçları duyabilmemize rehberlik eder. Sözlerimiz, alışkanlık haline gelmiş ve otomatik tepkiler olmaktan çıkıp ne istediğimizin farkında olma temeline dayalı bilinçli cevaplara dönüşür.” Burada sözü geçen dinlemeyi bilmek veya duygusal zekayı geliştirmek gibi birtakım hayat becerileri ve son derece önemlidir.
Şiddetsiz İletişim’imin uygulamasıyla haşır neşir olan bir insan sürekli biçimde kendisine şu dört soruyu sorap durur: 1-Neyi gözlemliyorum ve kendi ahlaki yargılarımı olaylardan nasıl ayırt edebilirim? 2- Ne hissediyorum? Hislerimi hissedebiliyor muyum? 3- Bu hislerimin arkasındaki yatan ihtiyaçlar nelerdir? 4- Bu ihtiyaçlarımı karşılamak için ne tür positif eylem veya ricalarda bulunabilirim?
Yaşadığımız olaylar karşısında bunları kendi kendinize sormaya başladıktan sonra kendinizle ilgili birçok şey keşfetmeye başlarız. Dediğim gibi hayat boyu baş ucu olabilecek bir kitap. Elbette bu sorulara pratik açıdan yararlı olan Byron Katie’nin dört sorusuyla da sentezleyebiliriz. Profesyonel olarak kurumlara verdiğim ve birçok farklı öğretinin sentezi olan “Dönüşümsel İletişim” eğitiminin bir parçası Şiddetsiz İletişim’in den de feyz almaktadır. Ancak Şiddetsiz İletişim’in profesyonel eğitimini almak isteyenler Türkiye’de uluslararası sertifikalı eğitmenler olan Vivet Alevi, Özgen Saatcılar, ve Deniz Spatar gibi isimlere başvurabilirler.
Eckhart Tolle – Şimdinin Gücü
Sağlıklı bir ego fonksiyonuna sahip olabilmek için kendi düşünce kalıplarımız, tetiklenme noktalarımız, zorlayıcı duygu biçimlerimiz ve çatışkılarımız hakkında bilinçli farkındalıklar geliştirmek son derece önemlidir. Bilinçli farkındalık pratisyenliği (en geniş anlamda meditasyon olarak kullanılsa da her meditasyon bilinçli farkındalık meditasyonu değildir) kendimizle ilgili içgörüleri billurlaştırmak ve kendimizi dış bakışla gözlemleyebilme yolunda bize önemli kazanımlar sağlar. Eckart Tolle’nin sade ve akıcı bir dille derin farkındalık içgörülerini paylaştığı bu kitap bu konular hakkında iyi bir başlangıç olabilir. Kesinlikle tavsiye edilebilecek bir kitap. Birçok getirisinin yanında, meditasyon pratisyenliğinin Şiddetsiz İletişim süreçlerini tam anlamıyla uygulamak adına da inanılmaz katkılar sunar.
Konu Bilinçli Farkındalık olunca, Eckhart Tolle’den mada birçok farklı kaynak ve öğretiye göz atmak yerinde olur. John Kabatt Zinn’in kitapları ve tasarladığı MBSR eğitim modülü oldukça faydalıdır. Türkiye’de Doçent Dr Zümre Atalay’dan profesyonel MBSR eğitimlerini takip edebilirsiniz. Bir diğer yandan, Prof Paul Gilbert ve Kristin Neff’in Şefkat (Öz-Şefkat) Temelli Bilinçli Farkındalık eğitimleri de son derece önemidir. Bu alanda Tara Brach, Jack Kornfield ve Thich Nhat Hanh gibi usta isimleri de hatırlatmadan geçmek olmaz.