‘Kitaplar’ ve ‘Okuma Biçimleri’miz
“….. dünyayı sözcükler yardımıyla görmek,
başkalarının hayatları aracılığıyla yaşamak..”
Paul Auster
(Newyork Üçlemesi)
Dijital çağ giderek kitapları bildik asıllarından koparıp tümden kendi içine alacak mı; kitapçı raflarının karşısında birini alıp ötekini bırakarak, kâh sayfalarını karıştırıp kâh yer yer okurken yaşadığımız, o kendine özgü esrime anları tarihe mi karışacak; Borges’in “cennetim”dir dediği, içinde ıssızlığın fısıltısını dinleyip kitap kokusunu soluduğumuz kütüphaneler yok mu olacak? Pandemi günlerinde, uzun zamandır el atıp düzene sokmak istediğim, ancak dağınıklığından ve kalabalığından ürktüğüm için sürekli ertelediğim kütüphanem ile uğraşırken bir yandan aklımdan bunları geçiriyor, bir yandan da yaş kemale erdi, ömür nasıl olsa o günleri görmeye yetmez diyerek teselli buluyorum. Önce bir sıra sonra bir sıra daha derken önlü arkalı dizilen, yetmeyince arada kalan boşluklardan da yararlanmak üzere üst üste sıralanan, kimi yerde yükün fazlalığı nedeniyle esneyen ve çöktü çökecek eğrilmeye başlayan rafların adeta can çekiştiği, arada bir yerlerden gazete küpürleri ve dosyaların pırtladığı, dergilerin salkım saçak yığınlar oluşturduğu bu kadim dostun yükünü düzene koymak -pek koydum da sayılmaz ya- hiç de kolay olmadı. Neyse ki bir duvar dolabının kısmen alternatif kütüphaneye dönüştürülmesi, İstanbul’dan taşınırken yıpranmışlığına bakmaksızın beraberimizde getirdiğimiz emektar kitaplığın hâlâ iş görüyor olması ve evde amaca uygun bilumum çekmece ve de raf benzeri nesnelerin varlığı, hepsi birden, imdadıma yetişti; hem gözümde büyüttüğüm dağınıklığa yettiğince çeki düzen verme ve hem de, en azından şimdilik, aradığımı nispeten kolayca görmek ve bulmak imkânı böylece sağlanmış oldu.
***
Aşina olanlar -kitap dostları- bilir, kütüphane düzenlemenin en hoş yanlarından birisi de anı ve bilinç tazelemeye ve hatta bireysel bir hesaplaşmaya yol açmasıdır. Diyelim, yılların içinde bir köşeye sıkışmış ve unutulmuş -oysa okurken nasıl da etkilenmiş ve önemsemiş, beyninize kazıdığınızı sanmıştınız- bir kitabın birdenbire karşınıza çıkması, zaman içinde yitip giden eski bir sevgiliye kavuşmak gibi bir şey sanki. Geçen zaman onu ne kadar yıpratmış ya da zamandışı kılmış olsa da, soluk ve neredeyse eprimeye yüz tutmuş o sayfaları yeniden çevirmek, kim bilir hangi saikle altı çizilmiş satırları yeniden okumak veya arada bir çıkıntı halinde duran renk cümbüşü derkenarları yılların içinden anlamlandırmaya çalışmak heyecanlı ama bir o kadar da sancılı bir keşif yolculuğu. İnsan geçmişten bugüne tercih edilen kitapların zaman içinde değişen mahiyetlerinde bu keşif yolculuğunun karmaşık izini sürerken, aynı anda kendinde çoğalan bir kimliğin ve yoğunlaşan bir bilincin o zorlu inşa sürecine de tanık olabiliyor. Üstelik bir de bütün bunlara ansızın eski bir dergide yer alan bir yazının yazarı olarak kendi isminizi görmenin şaşkınlığı da eklenince, ister istemez “neler okumuşum.....neler yazmışım....” soruları bu iç hesaplaşmayı daha da derinleştiriyor. Kimi çok ellenmiş, kimi yarım bırakılmış ve hatta kimi sayfaları hiç açılmamış ve hâlâ okunmayı bekleyen kitaplar işte karşınızda duruyor; çoğu eski dergilerin şimdi artık ‘ölü yazarlar galerisi’ne dönüştüğü gerçeği ise, arkada kalan ama hâlâ okunan eserlerin ölümsüzlüğünde bir kez daha yazı(n)ın kalıcılığını, gücünü ve gizemini anlamamızı sağlıyor.
***
Söz kitaplardan, onların ayrıcalıklı ve bir o kadar da gizemli dünyalarından açılınca, ister istemez biraz da kabak tadı vermeye başlayan o beylik sorular ve tartışmalar da yeniden akla düşmüyor değil. Birey ve toplum olarak kitabın hayatımızdaki yeri; ne kadar okuyup okumadığımız; bir yılda basılan ve kişi başına düşen kitap sayısının miktarı; bunun gelişmiş ülkelerdeki oranlarıyla az gelişmiş ülkelerdeki oranlarının kıyaslanması; el oğlu okuyor biz okumuyoruz sızlanmaları; görüntüler dünyasının üzerimizdeki giderek artan dayanılmaz ağırlığı; kitabı ve okumayı sevdirmekten uzak eğitim sistemimizin hal-î pür melâli; nelerin yapılması gerektiği vs..vs.. adeta bir çeşit ‘günahlardan arınma’ ritüeli olarak takılmış plak misali sürekli tekrarlanıp durur. Hepsi iyi güzel de sonuçta kitaplarla ilişkilerimiz ve okuma alışkanlığımız, bu konuda kolaylaştırıcı ve teşvik edici koşulların sağlanmasının gerekliliği ve bunun yaratacağı olumlu katkıları bir yana, son kertede bireysel bir çaba ve kişinin kendi talepleri ve arayışlarıyla sınırlı bir edim. Bir başka şey ise en yoğun ve istikrarlı kitap okuma alışkanlığı olanların bile bütün bir ömre sığdırabilecekleri kitap sayısının aslında son derece sınırlı olduğu. Hesap meydanda, bir yılda dünyada basılan kitap sayısı göz önüne alındığında, bir kitap kurdu ve sırf okuyarak yaşıyor olsak bile, nihayetinde ömür boyu okuyabileceklerimizin o büyük yekün yanında devede kulak kalacağı çok açık. Yoksa beyhude bir uğraş mı? Şüphesiz değil, ama işin sırrı galiba bir başka.
***
Kitapların hayatımızdaki önemini kavramak ve okumayı vazgeçilmez bir alışkanlık, bir erdem ve bir varoluş biçimi kabul edip, hayat ve dünya ile kitaplar üzerinden ilişki kurmak önemli olmasına önemli de, okurla kitap arasında karşılıklı dinamik bir etkileşim olarak yaşanması gereken bu süreç ve bu sürecin niteliği, tek başına okunan kitap sayısının fazlalığıyla orantılı değil. Bununla beraber ve hatta bundan daha çok “okuma eylemi”nin ya da asıl “okuma biçimleri”nin mahiyetiyle ilgili. Yani yaşadığımız ana kadar muhatabı olduğumuz kitapların ve onlardan okuduklarımızın bilinç ve hayal dünyamızda biriktirdiği bütün o bilgi, düşünce, kavram, imge ve dil zenginliğini yaratıcı derinlik ve çeşitlilik olarak içselleştirebilme ve buradan hareketle de okuma eylemini “çoklu okuma” olarak da ifade edilebilecek doğurgan bir sürece dönüştürebilme gücümüz ve becerimizle ilgili. Bir başka ifadeyle kitap ve okuma sürecinin sadece edilgen alıcısı ve parçası olmak yerine dinamik katılımcısı ve dönüştürücüsü olabilmemiz. Ancak böyle olması halinde, yani kitaplardan (has kitaplardan söz ediyorum) ve onların doğurgan içeriklerinin teşvik edeceği “çoklu okuma” yetilerimizle, hayat ve dünyada yaşanan olaylar ve olgular karşısında daha kozmik, çok daha geniş spektrumlu, anlamaya ve anlamlandırmaya yönelik, analitik yaklaşımlar ve çözümlemeler ortaya koymak mümkün olabilir ve bu şekilde olaylar-olgular karşısında zihnen ufuk açıcı bir genişlik ve özgürleşme mümkün hale gelebilir.
***
Alberto Manguel “Okumanın Tarihi” isimli çarpıcı eserinde bu zorlu süreci, tarihsel serüveni içinde farklı evreleri ve biçimleriyle anlatırken, belki de “çoklu okuma”ya en açık, onu fazla tahrik eden yazarlardan birisi olan Kafka’nın, nasıl farklı okurlar tarafından farklı değerlendirmelere tabi tutulduğunun ve okuma serüveninin nasıl farklı “biçimler” üreten yaratıcı dinamik bir süreç haline dönüştürüldüğünün ilginç örneğini, edebiyat/roman üzerinden verir. Şöyle: Kafka’nın en ünlü eserlerinden birisi olan ‘Dönüşüm’ün, Manguel’in onüç yaşındaki kızı tarafından “çok eğlendirici”; Kafka’nın dostu Gustav Janouch tarafından “dinsel ve etik bir öykü”; Brecht tarafından “tek gerçek Bolşevik yazarın yapıtı”; Macar eleştirmen György Lukacs tarafından “yoz burjuvazinin tipik ürünü”; Borges tarafından “Zenon’un paradokslarının yeni bir anlatımı”; Fransız Marte Robert tarafından “Almancanın en temiz kullanıldığı bir dil ustalığı” ve Vladimir Nabokov tarafından “yeniyetme Bunaltı’nın bir alegorisi” olarak okunup değerlendirilmesi tam da sözünü ettiğimiz “çoklu okuma” sürecinin “anlama” ve “anlamlandırma” (yorumlama) çeşitliliğini sergiler. Ve tam da bu noktada okurun (bireyin) yazar ve kitabı (ya da olaylar ve olgular) karşısında kendini özgürleştirmesi ve nihayet okurun (bireyin) yazarın ve kitabın (ya da olaylar ve olguların) yaratıcı dinamiğine kendi özgün yaratıcılığının dinamiğini katarak, yazılı metni (yani kitabı, olayları ve olguları) çoğaltması (çoklu okuması, yorumlaması) yetisi çok açık biçimde ortaya çıkar.
***
Buradan bakınca, içinde yer aldığımız dünyada süregelen olaylar, olgular ve sorunların çözümlenmesinde hâlâ çok ciddi sıkıntılar yaşanıyorsa; siyasal-toplumsal-kültürel bütün yaşam alanlarında sorunların, olayların ya da olguların tartışılması monist (tekçi) anlayışların ısrarcılığı ve saldırganlığı karşısında düğümleniyorsa; eleştiri, hoşgörü, özgür düşünce ve fikir zenginliği zemininde inadına bir çıkmaz söz konusu ise; yasaların neyin eleştiri, hakaret, düşünce özgürlüğü olup olmadığı konusundaki kararsızlığı toplumsal paranoyalara yol açıyorsa, bu kaotik süreçten çıkmanın bir yolu da kitaplar ve asıl o kitaplardan hareketle okumanın yaratıcı dinamik bir sürece dönüşeceği “çoklu biçimleri”, bunun ‘düşünce zenginliği’ ve ‘yaşam pratiği’ olarak hayatta karşılıklar bulması olabilir mi..?
Borges haklı, cennetin bir tarifi de ‘kitaplar’ ve onların içinde yer aldığı ‘kütüphaneler’dir.