KKTC’ye Özgü Bir Meslek: Milletvekilliği ve Bir Türlü Gelemeyen “Emeklilik”
KKTC’ye Özgü Bir Meslek: Milletvekilliği ve Bir Türlü Gelemeyen “Emeklilik”
Gürcem Zekai
[email protected]
Bu yazının başlığını okuyan birisinin aklına hiç kuşkusuz şu soru düşer: “Milletvekilliği başka ülkelerde yok mudur?” Farklı unvanlara sahip olsalar da demokratik sayılan ülkelerde milletvekilleri veya eşdeğerleri vardır. Ancak KKTC’de bulunan seçilmiş temsilcilerimizin ve artık halkın da büyük bir çoğunluğunun, ayırt edemediği nokta milletvekilliğinin bir meslek değil, kariyer oluşudur. Özellikle orta eğitim döneminde, üniversite seçim aşamasında, “kariyer” ve “meslek” terimlerinin yanlış bir şekilde, sürekli iç içe kullanılmasından dolayı aralarındaki farkı algılama yetimiz kaybolmuştur. Kariyer genellikle bir kimsenin ömrünü veya hayatının uzunca, önemli bir kısmını adadığı, belirli noktalarda uzmanlaşılmış ve bir mesleğe göre çok daha fazla risk içeren, her zaman maddi olarak güvenli kazanca sahip olma şansı tanımayan bir süreçtir. Bu her ne kadar yüzeysel bir karşılaştırma ve açıklama olsa da, ülkemizde özellikle milletvekilleri ve siyasi parti liderleri/önde gelenlerinin ciddi bir çoğunluğunun bu tanımın dışında kaldığını fark edebiliriz. Seçim yoluyla toplumun temsilciliği ya da liderliği noktalarında görev alan kanaat önderlerimizin siyaseti yaşam boyu meslek olarak algılaması ve halkın da bu algıyı içselleştirmesi Sn. Rauf Raif Denktaş ile başlamış olarak kabul edilebilir.
KKTC devletinin kurucusunun, başarılı bir siyasal kariyerin sahibi, son seçimine kadar sandıklarda oldukça yüksek bir popülaritenin sahibi olması ve 32 sene boyunca toplumun en yüksek makamında bulunması, hem kendi etrafındaki yüksek mevkili insanların, hem halkın, hem de siyasetle meşgul kişilerin, belki de istem dışı olarak, dünya siyasetinin en önemli dinamizmi olan değişim unsurunu göz ardı eden bir siyasi kültür benimsemesinde rol oynamıştır. Benzer bir örnek olarak Sn. Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu gösterilebilir. Seçim zaferleriyle dolu bir kariyere sahip olsa da, 18 yıl Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı yaptığı, yani siyasetin zirvesinde bulunduğu süreçte, gerek etrafındaki kişilerde ve düşüncelerde, gerekse de toplumun siyasal kültüründe dinamik bir yenilenme sürecine öncülük yapılmamıştı. Neticesinde kendisi Sağın liderliğiyle özdeşleşmiş ve Kıbrıs Türk siyasetindeki kalıplaşma artmıştı. Unutmamak lazım ki, bahsettiğim her iki lider de uzun kariyerleri boyunca halk desteği kazanmış ve seçimlerde başarılara ulaşmışlardı. Ancak kendilerinden sonra gelenlere emsal teşkil etmeleri münasebetiyle siyasal kültürümüzde şu minvalde bir algı egemen oldu: Uzun süre bir mevkide bulunmak eşittir başarı!
Halkın özellikle 2000’lerin başından beri güncel siyasete ve siyasilere olan güven ve inancını yitirmiş olduğu ve kendini pasifize ettiği aşikâr bir gerçektir. KKTC’de bulunan koltuk sevdasından bahsetmek gerekirse çok uzağa değil 2010-2013 dönemine bakmamız yeterlidir. Seçimlerde en yüksek oy yüzdesini alan partinin başkanı, genellikle otomatik olarak başbakanlığa yükselmektedir. Bundan dolayı halk partilere oy verirken parti liderlerini başbakan koltuğunda göreceği düşüncesi taşıyor ve bu bazen sorunlara yol açabiliyor. 2010 yılındaki seçimler sonrasında, başbakanlık koltuğuna, halk tarafından esasen başbakan adayı olarak seçilmemiş bir milletvekili gelince dönemin hükümetinin halkı temsil etme meşruiyeti sorgulanır olmuştu. 2010-2013 dönemlerinde hükümet, yoğun bir şekilde grev ve protesto dönemleri yaşamış olmasına rağmen iktidardan istifa etmemiş, halkın sesine kulak asmamış ve dış etkenlerin etki alanlarının dışına çıkmayı reddetmiştir. Bu durum iktidar partisinin hükümet ve başbakanlıktan desteğini çekme aşamasına kadar dayanmamış ancak hükümet ajandasında ve davranışlarında buna rağmen bir değişikliği zorlayamamıştı. Bir halkı siyasal olarak temsil etmenin temel kaidesi toplumun % 50 üzerindeki çoğunluğunun seçim desteğini almaktır. Fakat KKTC tarihinin ilk iki lider figürünün uzun görev sürelerine imrenmek ve benzerlerini tekrarlamak da siyasal kültürümüzün bir parçası haline gelmektedir. Şu an, koltuk sevdası KKTC’nin en ciddi sorunlarından biri, belki de birincisidir. Unutmamak lazımdır ki Yunanistan eski Başbakanı George Papandreou da benzeri olaylar yaşamış, partisiyle arası açıldıktan sonra bile inadını sürdürmüş, PASOK’tan ayrılıp başka bir parti kurmuş ve sandıkta kalana kadar vaz geçmemişti. Gücü tamamen tükenene kadar halkıyla kavga etmeye devam etti ve fakat kavgayı halk kazandı. Papandreou sadece kendi kariyerini kötü bir yenilgi ve halkından güçlü bir ret cevabı alarak bitirmiş oldu.
Daha güncel ve spesifik konulara değinmek gerekirse; geçtiğimiz günlerde çeşitli gazete ve medya kuruluşlarında yer almış olan “Halka 2 yıl brusellalı süt içirdiler”’den bahsetmek yerinde olur. “Bu yazılar yazarılırken ilgili makam ve devlet kuruluşlarından herhangi bir açıklama yapılmamış olduğundan dolayı görüşler eskimiş veyahutta tek taraflı infaz gibi gözükmüş olabilir.” Haberin içeriğine kısaca değinmek gerekirse: Veteriner Dairesi’nin brusella hastalığı taşıyan hayvanların test sonuçlarını ilgili hayvan üreticilerine tam iki sene geç ulaştırmış olması ve bu iki yıllık süreçte hastalık taşıyan hayvanların ülkenin en büyük süt ve süt ürünü üreticisi tarafından kullanılmış olmasından bahsetmektedir. Üstünden belli bir süre geçmesine rağmen ne tarım bakanlığından ne veteriner dairesinden ne de diğer ilgili kurum ve kuruluşlardan bir açıklama geldi. Bu oldukça kaygılandırıcı ve üzücü bir durumdur. Asıl üzücü olan ise halktan gerekli tepki ve soruşturmanın gelmemiş olmasıdır. Ben belli bir süreden beridir yurt dışında yaşayan birisi olarak, bu denli büyük bir haber, asılsız olma olasılığı olsa bile, yayınlandıktan ve bir açıklama yapılmadıktan sonra halktan bu denli tepkisizliği görmek gerçekten beni daha da fazla üzdü. Benzeri olaylar herhangi bir Avrupa veya Batı ülkesinde yaşanmış olsaydı halkın çoktan ayaklanması ve gerekli kurum ve kuruluşlardaki yetkililerle beraber sorumluları istifaya çağırmış olması gerekirdi. Grevlerin KKTC’de gündelik hayatın bir parçası haline geldiğinin hepimiz farkındayız. Fakat bu kadar temel bir sağlık ve hayat sorunu karşısında halk tepki göstermiyor. Maddi durumunu güçlendirmiş, belirli yerlere gelmiş kişilerin 3-5 kuruş kaybetme derdinden çok daha önemli olan bir konuda böylesine dehşetengiz bir sessizliğe bürünüyor. Koltuk sevdası bu kadar aşikâr ve güçlü olmasaydı kariyerine saygılı bir tarım bakanının istifasını çoktan vermiş ve başbakan halktan hükümet adına özür dilemiş, konuya da bilimsel bir açıklık getirilmiş olması gerekirdi. Her ne kadar altımızda Mercedesler, günlük yaşamımızda son model icatlar olsa da demokrasi ve siyasal duyarlılık konusunda kendimizi çağdaş bir toplum olduğumuza inandırmamız komik sayılabilecek düzeyde bir yalandır.