Kökler, Meyve ve Şekerlemeler
20 tane çocuğun boğaz tellerinin gücünü test edercesine çığlık attığı ve birbirini kovaladığı bir doğumgünü partisindeyim. Görevim çocuklara içecek hazırlamak. İçecek masası oyun odasının dışına kurulmuş neyse ki, kendimi şamatadan biraz koruyabiliyorum. Arada, içerdeki gürültüden bunalmış bir yetişkin çocuklara içecek taşıma bahanesi ile yanıma sığınıyor. Biraz nefes alıp, yeniden savaş alanında hakemlik yapmaya geri dönüyor.
Çocuklar bir yandan rengarenk dizilmiş keklerden yiyorlar, bir yandan sanat öğretmenleri eşliğinde çizimler, boyamalar yapıyorlar. İçeceği biten yanıma koşuyor, bardağını doldurmam için uzatıyor. Teşekkür etmeden yanımdan ayrılan yok. Kardeş olanlar dikkatimi çekiyor, büyük olan, küçüğe veriyor aldığı bardağı, sonra kendi içiyor. Etkileniyorum.
Doğumgünü çocuğu Nina dört yaşında. Meksikalı annesinden, Fransız babasından izler taşıyan, çok hoş bir minik. Dünya tatlısı, bir o kadar da bilmiş. En sevdiği bebeği Afrikalı, annesi doğar doğmaz alıp yatağına koymuş, insana dair farklı ten renklerini tanıyarak büyüsün istemiş kızı.
Nina’nın okul ve mahalle arkadaşları gelmiş partisine. Afrikalı bebek ile büyüyen çocuktan başka ne beklenir ki? Arkadaşları Afrikalı, Arap, Fransız ve Meksikalı çocuklardan oluşuyor. İletişimlerine hayran kalıyorum bu çocukların. Birbirlerine saygılarına, sevgilerine, beraber koşturup oynamalarına, farklılıkları ile birlikte var olabilmelerine imreniyorum.
Mum üfleme zamanı. Bütün çocuklar Nina’nın etrafında toplanıp doğumgünü şarkısını tekrarlıyorlar. Şarkıyı tutturabilen yok gibi, ama o kadar içten bir çaba gösteriyorlar ki, gülümsüyorum şirinliklerine. Pasta almaya yanıma koşuyorlar ardından, sıraya girin diyorum, hiç ikiletmeden, önümde uzun, dümdüz bir çizgi oluşturuyorlar. Bu çocukların en büyüğü altı yaşında ya var ya yok, birbirlerine gösterdikleri saygıya şaşıp kalıyorum.
Çocukların kimisini annesi getirmiş, kimisi babası ile birlikte. Minik oğluna pasta yedirmeye çalışan Fransız baba benim hiç alışkın olmadığım bir sahne yaratıyor karşımda. Salondaki kadın-erkek oranına bakıyorum, hemen hemen eşit. Genç Fransızlar çocuk bakımını kadının görevi olarak görmekten vazgeçmişler. Ne güzel. Nina’nın dedesi elinde süpürge ile geliyor yanıma, ‘Küreği gördün mü? Çocuklar yere pasta dökmüş, temizleyeceğim’ diyor, kapının arkasını işaret ediyorum, gözlerimle. Alıp çıkıyor.
Piñata ortaya çıkınca, çığlıklar ikiye katlanıyor. Neyse ki partinin sonuna geldik. İspanyolca bir şarkı eşliğinde çocuklar kartondan yapılmış bir paketi sopa ile vurarak parçalamaya çalışıyorlar. Paketin içi çikolata ve şekerleme dolu. Küçükler ile başlıyor oyun, yaşça daha büyükler sona kalıyor, sırasını bozan, mızıkçılık yapan yok. Şekerlemeler yere saçılınca sıra falan kalmıyor ortada, hepsi toplamak için saldırıyor.
Gözüne yanlışlıkla dirsek yiyen Afrikalı bir oğlan çığlığı basıyor, herkesten önce yanındaki sarışın kız, ‘geçer şimdi üzülme’ diyerek oğlanın yanağına minik bir buse konduruyor. Ağlama anında kesiliyor. Ufaklıklardan bir tanesi yanımda bitiyor birden, avucunda tuttuğu şekerleri kucağıma atıyor, bunlar senin diyor ve geldiği gibi hızla kayboluyor. Teşekkür etmeye fırsat bulamıyorum.
Bu çocuklar, neşeyi, acıyı ve şekeri paylaşmayı çok güzel biliyor, geleceğe dair bana umut oluyor. Partiden ayrılırken, kapının yanındaki çiçekler dikkatimi çekiyor, üzerinde kırmızı ile yazılmış bir not;
‘Biz mültecileri ve bitkileri seviyoruz, çünkü önemli olan kökler değil, meyvelerdir.’
İnsanı ve doğayı seven büyüklerin yetiştirdiği çocuklar bunlar elbette, şaşılacak bir şey yok. Niye şaşırıyorum diye kendime şaşırıyorum eve dönerken.