Konforlu Koltuğundan Kalk ve Özgürlüğün Tadını Çıkar
İnsan hakları perspektifi, biz kimliği (coğrafyanın kuzeyi için Kıbrıslı Türkler) yanında yabancıların yani ötekilerin de varlığını ve haklarını kabul etmeyi hedef alır. Tarihsel geçmişimize bakıldığında, savaş dönemleri ve milliyetçi akımların yarattığı etki altında, haklar ve özgürlükler üzerine çok fazla akıl yoramadığımız anlaşılır. Dünyayı etkisi altına alan ve birçok ülkede özgürlük ve haklar açısından anılan 1968 hareketlerinin yaşandığı dönemde, Kıbrıs’ın durumu malûm. Savaş, çatışma, kayıp, göç ve ölümlerin gerçekleştiği süreçte militarizmin kurbanı olduk. Kısacası belli alanlarla sınırlı kalan bir hak mücadelesi yürüttük. Böyle olunca da kurtarıcıya teslim edilmiş bir özgürlük anlayışı egemen oldu. Kimliğimize sahip çıkma yanılsaması ile, esas esaretimiz başladı. Bugün tosladığımız duvar da, o günden itibaren ince ince örüldü. Tabi ki her iktidarda olduğu gibi onun da muhalifleri boş durmadı. Yıllardır bıkıp usanmadan yürünen barış yolu da insan hakları mücadelesinin parçalarından biridir.
Özellikle üçüncü kuşak haklar içinde anılan barış hakkı, sadece savaşın yokluğu anlamına gelmez. Kıbrıs’taki barış yanlıları yıllarca bu yönde adımlar attıysa da, son zamanlarda meselenin “teknik bir sorun çözümüne” indirgendiğini görmek üzücü. Özellikle bu mücadelenin taşıyıcısı olan kesimlerin sokağı boş bırakması, yürünen yolun daha da anlamsızlaştırılmasına neden oldu. O kadar ki kendini “pirüpak lider” diye ortaya atan kimileri, federal devlet zeminin artık kaybolduğunu söyleyebileceği alanı buldu. Oysaki bir grup hakkı olarak barış, çok daha derin bir anlama sahiptir. Kıbrıs’taki müzakere masası teknik bir anlaşmayı üretecekse, bunun temeli ötekinin haklarını görebilmek ve gerçek eşitliği sağlayabilmek adına toplumsal barış algısına hâlâ ihtiyaç vardır. Bu da ötekinin haklarını görmezden gelen bir yerden kurulamaz. Aynı hassasiyet Kıbrıs’ın güneyindeki iktidar sahipleri bakımından da geçerli olmalıdır.
Barış yanında, adanın kuzeyinde yaşanan diğer sorunlara da değinmek gerekir. Geçmişe nazaran toplum olarak insan haklarına yönelik daha açık bir algıya sahip olduğumuz söylenebilir. Ancak yine de hak ihlâllerine karşı marazi olmanın çok da ötesine geçmiş değiliz. Bunu biraz daha açayım. Mesela bir kadın şiddete maruz bırakıldığında ,dağlarımız taş ocakları ile delik deşik edildiğinde, yoksul bir aile haber olduğunda, mültecilerin cansız bedenleri kıyılarımıza vurduğunda veya sınır kapılarında tutulup savaşa geri gönderildiklerinde, bir çocuk istismar edildiğinde, bir seks kölesinin çalışma koşulları deşifre olduğunda, bir işçi güvenliksiz inşaattan düşüp yaralandığında, bir kadın hamile olduğu için işten atıldığında ya da işe alınmadığında, bir eşcinsel cinsel yöneliminden dolayı nefret söylemine maruz kaldığında/aşağılandığında, özel sektördeki çalışma koşulları insanca yaşam sınırının altında kaldığında, bir yabancı öğrenci sömürülecek bir müşteri olarak algılandığında, bir mahkûm cezaevinde kapasite sıkıntısından yerde yattığında ve benzeri durumlar yaşandığında toplumun gelebildiği boyut; üzülmek ve biraz daha ileri gidersek “hayırseverlik”. Tabi ki dönem dönem devlete sorumluluğunu hatırlatan kitlesel tepkiler de yaşanır. Ama yakılan kıvılcım erken zamanda söner. Keza grevler veya sokak eylemleri de gereken tepkiyi göstermek için yeterli bir araç olmaktan çıktı. Sanırım özeleştiri olarak bunu bir kenara koyma ve alternatif yollar üretmenin zamanı geldi.
Bugüne kadar dünya çapında yaşanan dönüşümlere bakıldığında, konforlu alanından kopan insanların ve toplumların hikâyelerine rastlarsınız. Konfor dediğim de her zaman lüks içinde yaşamak anlamına gelmez. Kendisine dayatılan çerçeve içinde yaşamını sürdüren ve egemen değerleri kendi algı süzgecinden geçirip eleştirmeyen kişiler, çoğu zaman rahatsız edilmeden yaşamını sürdürür. Çünkü iktidar, onun uslu tavrı karşısında bir müdahelede bulunma ihtiyacı hissetmez. Hâlbuki bir kere kafanızı kaldırıp, kurulu düzene karşı durduğunuz noktada tüm illüzyon dağılır. O aşamada paralel olarak rahatlık da sona erer. Bahsi geçen karşı duruş, herhangi bir mağduriyet yaşandığında, statükoyu besleyen ve onu ayakta tutan algının dışına çıkmayı gerektirir. Şöyle ki; hayırseverlik yapmak, sosyal medyada yüzlerce statü yazmak, yeri geldiğinde öteki diye tanımlanan insanların yaşadıkları hak ihlâllerini görmezden gelerek kapı dışarı edilmesini onaylamak (kayıt dışı olan ve yakalanan kişilerin sınır dışı edilmesi haberleri karşısında yaşadığınız rahatlığı düşünün), sokak ortasında yerde yatan bir evsiz haber olduğunda onu toplumu kirleten bir artık olarak görmek, boşanma oranlarındaki artışı dert edinip ona neden olabilen ev içi şiddetin her ailede yaşanabileceğini söyleyip meşrulaştırmak, mensubu olduğunuz parti iktidara geldiğinde keyfi yöntemle bir mevki – iş elde ettiğinizde sonrasında gelen hükümet tarafından işinize son verildiğinde partizanlıktan şikayet etmek ve nice benzer davranışı tekrarlamakla bir adım ileriye gidemeyeceğimizi artık anlamalıyız.
Eğer yaşadığımız koşullardan memnun değilsek ve bunları sözde değil de gerçekten değiştirmek istiyorsak, yumuşacık koltuklardan kalkıp engebeli bir dağa tırmanmamız gerektiğini kabul etmeliyiz. İşte o noktada, Kıbrıslı Türkleri yok oluşa sürükleyen koşulları fark edebileceğiz. Böylece esas kurtarıcının devletler olmadığını, bir toplumun haysiyet ve onur seviyesini yükseltecek değerlerin insan hak ve özgürlüklere duyulan bağlılıktan geçtiğini kavrayacağız. Umarım sistem hepimizi kendine benzetmeden bunu başarabiliriz.