“Konuşulmayanların yükü omuzlarımıza biniyor...”
Varduhi Balyan/AGOS
Zelal Buldan, Bahçeşehir Üniversitesi Sinema ve Televizyon Bölümü’nden mezun oldu. Royal Holloway, University of London’da Documentary by Practice Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini tamamladı. Yönetmen, senarist ve senaryo danışmanı olarak çalışmalarını sürdürüyor.
“Babam Hakkında: Katarsis” başlıklı belgesel filmin tanıtım metninde şu ifadeler yer alıyor:
“Doğum ve ölümün arasında, bir Haziran günü... Babası Savaş’ın öldürüldüğü gün dünyaya gelen Zelal; konuşulmayanların etkisinde büyür. Konuşmak zor ve sancılı bir süreç olduğundan yıllardır ertelenmiştir. Bu evin içinde hiçbir zaman ‘baba’ kelimesi geçmemektedir. Annesiyle bu zamana kadar gözler aracılığıyla konuşan Zelal, bir belgesel çekmeye karar verir. Bu belgesel aracılığıyla anne ve kız yıllar sonra gerçek bir iletişim kurarak Savaş hakkında konuşmaya başlarlar.”
Zelal Buldan’la filmin kendisi için önemini, kayıpları konuşmayı/konuşamamayı, sessizliğin getirdiği zorlukları konuştuk.
Cumartesi Anneleri’nin Galatasaray Meydanı’nda buluşmasının 1000. haftası kapsamında bir dizi etkinlik düzenlendi. Bunlardan biri de, babası Savaş Buldan’ın öldürüldüğü gün dünyaya gelen Zelal Buldan’ın yönettiği filmin gösterimiydi. ‘Babam Hakkında: Katarsis’ filminde yönetmen babasını, babasının yasıyla evde hakim olan sessizliği, annesi Pervin Buldan ile konuşulmayanları konuşma yollarının arayışını ele alıyor... Pandemi döneminde tamamlanan film, 23 Mayıs’ta Aynalıgeçit’te ilk kez büyük ekranda gösterildi. Daha önce bir arkadaşıyla bile yan yana filmi izleyemediğini dile getiren Zelal Buldan, annesi, arkadaşları, diğer kayıp yakınlarının da bulunduğu bir salonda filmi izledi. Film gösteriminin ardından yapımcı Ayşe Çetinbaş’ın moderatörlüğünde bir söyleşi de oldu.
Zelal Buldan’la filmin kendisi için önemini, kayıpları konuşmayı/konuşamamayı, sessizliğin getirdiği zorlukları konuştuk.
*** Filmin senin için çok zor, kişisel olduğunu gördük, bunu gösterimin ardından yapılan söyleşide de söyledin. Aslında kendine, hayatına dair bir yüzleşme filmi. Bu yolculuğa çıkmaya, filmi yapmaya nasıl cesaret ettin?
Belgeselde de bahsettiğim, işlediğim gibi ben hep konuşulmayanların etkisinde büyüdüm ve bunun yükü giderek ağırlaşmaya başladı. Bir yerlerde bir şey yapmam gerektiğini hep biliyordum. Doğru yeri ve zamanı arıyordum. İlk filmimde [kayıp yakınlarından] Hanım Tosun’un hikâyesini anlatmıştım. O film aracılığıyla yüksek lisansa kabul edildim. Yüksek lisanstayken bile kendi hikâyemi anlatmaya hazır olduğumu hâlâ hissetmiyordum. Sınıfta filmini çekmek istediğimiz konular üzerine konuşuyorduk ve ben hep farklı farklı hikâyelere odaklanmaya başlamıştım. Bitirme projemde çekmek üzere her hafta farklı bir hikâye sunuyordum. Sonra bir gün, sınıfımda kendi hikâyemi anlattığımda hocam, “Böyle bir hikâye var ve sen başkalarının hikâyelerini çekmeyi mi düşünüyorsun?” diye sordu.
*** Aslında sessizliği devam ettiriyordun.
Evet. Cesaretim yoktu. O gün karar verdim kendi hikâyemi çekmeye. Benim bu kararı vermem yeterli değildi elbette. Annemin buna ne diyeceğini bilmiyordum. Nasıl bir şey yapmak istediğimi düşündüm ve sonra annemi aradım, şu zamana kadar birbirimize söyleyemediğimiz şeyleri bir video mektup aracılığıyla birbirimize söylemeyi teklif ettim. O da hiç düşünmeden kabul etti aslında. Bence onun için de konuşulacaklar çok birikmişti ve onun da istediği bir şeydi. Sonrasında yanıma [yüksek lisans yaptığı Londra’ya] geldi, annemi oturttum ve benim olmadığım bir odada kameranın ben olduğunu düşünmesini, bu zamana kadar bana söyleyemediği ne varsa söylemesini istedim. Odadan çıktım ve onu duymayacak bir yere geçtim. Sonrasında da aynı şeyi ben yaptım, onun dediklerimi duymadığı bir yere geçeceği şekilde oldu bu sefer. Annemin videosunu izlerken çok zorlandım. Annemin bana söylediklerini dinlerken yıllardır gözlerimizle anlaştığımız, konuştuğumuz şeylerin birbirine ne kadar benzer olduğunu fark ettim. Birbirimizi duymadığımız halde aynı cümleleri kurmuşuz. Süreç böyle gelişti. Daha sonra bu video mektupları okula teslime etsem de bu belgeselin benim için bitmediğini hissettim; uzattım, abim de filme dahil oldu, annemle hep yapmayı istediğim şeyi yaptık: Birlikte fotoğraflara, videolara baktık.
*** Daha önce bakmamış mıydınız?
Bu belgeseli çekmeden önce babamla ilgili videoları izlememiştim. Benim için en zor kısımlardan biri oydu. Hatta belgeselin başında babamın bir fotoğrafını kullandım. O fotoğraf normalde bakmaya dahi cesaret etmediğim, yükü ağır olan bir fotoğraftı. Ama onu kullandım, cenaze videosunu kullandım. Bunları saklamak istemedim; saklanacak şeyler değil, herkesin bildiği şeyler. Daha fazla kaçamazdım. Ben bunlarla yüzleşmedikçe başkalarının da yüzleşemeyeceğini bildiğim bir yerden o fotoğraflara baktım ve belgeselde kullandım.
*** Filmi izlerken video mektupları çektiğiniz mekânı merak etmiştim. Eviniz değildi diye anlıyorum. Doğru mu?
Benim evimdi aslında. Annem ilk kez geldi o eve. Onun için hiçbir şey ifade etmeyen bir yerde yapmayı tercih ettim.
*** Ortak tutulan yas mekânla da özdeşleşir. Bu video mektupları evinizde o kadar açık bir şekilde kaydetmeniz belki mümkün dahi olmazdı.
Kesinlikle. Birbirimize konuştuğumuz sahnelerin çekildiği yer annem için hiçbir şey ifade etmiyordu. Benim için de öyleydi. Yeni bir evdi. Salonda yaptım çekimleri. Hiç kullanmadığım bir mekândı. Benim için bir şey ifade etmeyen, bir arkadaşımın bile gelmediği, hiçbir duyguyu barındırmayan, bomboş bir alandı. Biraz o yüzden orayı tercih ettim. Biliyorum ki evde yapsaydım, dediğin gibi dış etkenler dahil olacaktı, yıllardır konuşamadığımız o alanda bunu yapmak daha da zor olacaktı.
*** Bir yandan bu durumda anneni sen ağırlamışsın. Anneni konuşmaya sen davet etmişsin. Fiziksel anlamda da senin evinde olmuş çekimler. Doğduğun günden beri konuşulmayan, sessiz bir şekilde tutulan bu kadar ağır bir yası açmaya davet etmişsin aslında. Senin davet etmiş olman, önayak olman nasıl hissettiriyor?
Sanırım bunu yapması gereken kişi en başından beri bendim çünkü zaten ben bu konuşulmayanlarla büyüdüm ve bunun bir kırılma noktası olacağını da hiç düşünmedim. Babamla ilgili şeyleri hep annemin verdiği röportajlardan öğrendim. Mesela şöyle bir anım var: Bir gazeteci gelmişti eve, küçüktüm. Annemin beni görmediği bir yerden o röportajı dinlemiştim. Orada çok fazla detay öğrenmiştim. Babamın öldürüldüğünü de çok geç öğrendim. Bize hep “Baban yurtdışında” diyordu annem. Bunu psikologların yardımıyla yapmış.
Başka bir anım daha var: Yine çok küçükken misafirliğe gitmiştik. Gittiğim evdeki küçük bir kız kitap getirmişti ve o kitabın içinde babamın işkenceye uğramış bedeninin fotoğrafları vardı. Babamın o haliyle ilk yüzleşme anım o gündü. Çocuklar böyle şeyleri bilerek yapmıyor ama böyle olaylardan öğrendiğim çok fazla detay oldu. Başka bir çocuk tarafından “Senin baban yurtdışında değil, öldü” gibi bir cümle hatırlıyorum. O zaman bu tarz olayların üzerimde bıraktığı etkiyi aslında yeni yeni, belgeseli çektiğim andan itibaren anlamaya başlıyorum. Bir çocuk olarak ne kadar ağır bir yükle baş etmeye çalıştığımı yeni anlıyorum. Dediğim gibi bunu kırabilecek, ilk adımı atabilecek kişi bence hep bendim.
Bu arada kayıp yakınlarıyla konuştuğum zaman bunun bana özgü bir şey olmadığını da fark ettim. Bu konular evin içinde genelde fazla konuşulmuyor. Yüksek ihtimalle biz çocukları korumak için ama bu konuşulmayanların yükü de omuzlarımıza binmeye başlıyor, o yüzden bir şey yapmak gerekiyor.
*** Belgeseli izlediğimde seni düşünmekten, oradaki Zelal’e bakmaktan alıkoyamadım kendimi. Benzer ağır kayıp durumlarında ardında kalanları düşünmeyi ihmal edebiliyoruz. O sebeple de seni, yasını, yasını bir yere kavuşturmanın sancılı yolunu gördüm. Babanın öldürüldüğü gün doğmuşsun. Hiç doğum günü kutlayabildin mi? Çocukluğuna dair bu konuda anıların nedir?
Tabii ki kutladık ama şöyle oldu: Arkadaşlarım bana sürpriz yaptı. Aynı gün değil, bir gün önce veya sonrasında oldu. Aynı gün kutlamadık. Büyüdükçe de aslında kutlamak istemedim. 3 Haziran’lar benim için sabah uyanmak, mezarlığa gitmek ve geri dönüp o gün evden çıkmamak. Evden çıkacak enerji bulamıyordum. Aslında bunun da kırılma noktası belgesel oldu. Belgeseli ilk kez dört yıl önce yayınladık. Geçen sene doğum günümde kendime doğum günü pastası yaptım, kendi ellerimle. O gün, 3 Haziran’da kendi pastamı üfledim. Çünkü bir yandan da böyle bir gerçek var, benim doğumum gerçeği var. Kendimle, doğumumla barışma sürecimdi diyebilirim. Çok az kaldı doğum günüme, 30 yaşıma gireceğim. En önemli doğum günlerimden biri çünkü babam öldürüldüğünde 30 yaşındaydı. Aslında babamın ne kadar erken yaşta hayattan koparıldığımı bu sene anladım. 30 yaşındayım ve çok az yaşadığımı hissediyorum. Bu sebeple bu sene 3 Haziran’ın ayrı bir önemi var benim için.
*** Filmde yer alan video mektuplarda annenle yıllarca konuşamadığınız şeyleri yine birbirinize bakmadan konuşuyorsunuz. Belgesel çıktıktan sonra o mesafeyi, zorluğu kırıp birbirinize bakıp konuşabildiniz mi?
Filmde yüz yüz konuştuğumuz bir sahne var: Son sahne. Benim amacım birbirimizle ayrı ayı odalarda birbirimize söyleyeceklerimizi söylemek, en sonda da bunu beraber yapmaktı. Son sahneyi aile evinde çektim. Arkada babamın fotoğrafı var. Aslında orada anneme soru sorduğumda annem kalpten bir şeyler söyleyemedi. Daha çok mücadeleye dair bir şeyler söyleyebildi. Sonunda tekrar sordum, daha kalpten bir şeyler duymak istediğimi söyledim. O da ‘‘Ama ben seninle böyle şeyler hakkında konuşamıyorum’’ dedi ve aslında belgesel orada bitmiş oldu.
Tabii ki bir şeyler değişti çünkü bunları yüz yüze konuşmamış olsak da, ayrı odalarda konuşsak da bence bu videolar bizi birbirimize yakınlaştırdı. Hâlâ dile getiremediğimiz şeyler olsa bile gözlerle olan anlaşmamız daha ileri bir seviyeye çıktı.
Bence filmin gösteriminden sonra da bir şeyler değişti. Filmi ilk kez başka insanlarla birlikte izledim. Belgeseli yayınladığım gün hepimiz kendi odalarımıza çekilerek izlemiştik. Filmi hiçbir arkadaşımla bile izlememiştim. Sonrasında da izlememiştim çünkü kurgu esnasında çok fazla izlemiş ve zorlanmıştım. İlk kez Cumartesi Anneleri’nin 1000. haftası etkinliklerinde bir salon dolusu insanla, ailemle, arkadaşlarımla, kayıp kayınlarıyla, tanımadığım insanlarla izledim. Annem önce gelmek istemedi. “Sana iyi gelmez diye gelmek istemiyordum” dedi başta. Ama biliyorum ki aslında kendisi de iyi hissetmeyeceği içindi. Geldiğinde en öne oturmamasını istedim, söyleşiyi yapamayacağımı biliyordum. En öne değil ama ikinci sıraya geçmiş. Abim gelemedi, kendini hazır hissetmedi. Annemle gösterimden sonra göz göze gelmek istemiyordum ama sonra daha rahat oldu.
*** Belki de gösterimden sonra bir şeyler kırıldı...
Ben de öyle düşünüyorum. Annemle biraz daha yakınlaşmış hissettim.
*** Filmde en yakınında olan, en sessiz ve zor yere, ailene çevirmişsin yüzünü. Bu, baban hakkında bir şeyler öğrenmenin belki de en zorlu yoluydu. Bunu anlatır mısın?
Filmin adında ‘babam hakkında’ dense de bu bir yandan annemle de filmimizdi. Yabancılarla konuşup çok daha fazla şey öğrenebilirdim babam hakkında. Amcalarım, halalarım veya babamın arkadaşları da çok bilgi verirdi ama onlarla konuşmak aklımdan hiç geçmedi. Ben annemden öğrenmek istedim. Sadece babam hakkında değil, bana karşı olan duyguları da... Cumartesi Anneleri’yle ve diğer kayıp yakınlarıyla yakınlaştıkça, onlarla bir şeyler paylaşmaya başladıkça iyileşmeye başladım. Bunu hep söylüyorum.
*** Eklemek istediğin bir şey var mı?
Filmden sonra bir röportaj vermiştim ve aslında orada o cümle o şekilde geçmemesine rağmen röportaj ‘En çok babama teşekkür ederim’ başlığıyla paylaşılmıştı. Ben aslında en çok anneme teşekkür ederim. Bunu söylemeli miyim bilmiyorum, kimseyi zor durumda bırakmak da istemem. Ama anneme teşekkür etmek istiyorum.
(AGOS – Varduhi BALYAN – 31.5.2024)