‘Korku Duvarları’nı Aş(ama)mak..!
Albert Camus 1946 yılında kaleme aldığı ‘Korku Çağı’ başlıklı yazısında “17.yüzyıl matematiğin çağıydı, 18.yüzyıl doğa bilimlerinin, 19. yüzyıl ise biyolojinin çağıydı. Bizimkisi, yani 20.yüzyıl ise korkunun çağıdır” diye yazmıştı. Korku ile bilim arasındaki paradoksal ilişkiyi ise, 20. yüzyılda bilim dünyasında yaşanan inanılmaz gelişmelerin son kertede dünyayı yıkıma uğratacak sonuçlar üretmesi ve bunun da uygulamada insanlık adına büyük felaketlere yol açması bağlamında kurmuştu. Haksız da değildi. Öyle büyük felaketlerdi ki bunlar -burada sadece iki Dünya Savaşı’nı hatırlamak yeter- insanoğlunun içinde yaşadığı şimdiyi berhava etmesi bir yana, geleceğe ait umutlarını da -uzun süreliğine -yok edecek ve onu içinden çıkılmaz ‘korku’larıyla baş başa bırakacaktı.
Camus aynı yazısında bu durumu, bir türlü aşılamayan bir duvarın önünde yaşamaya benzetir ve şöyle devam eder: “Bir duvarın önünde yaşamak, köpekler gibi yaşamaktan farksızdır. Gerek benim kuşağımın insanları, gerekse bugün işletmelere ve fakültelere girmekte olan insanlar köpekler gibi yaşadılar ve yaşamaktalar. İnsanların önünde duvar örülmüş bir gelecekle yüz yüze yaşamaları elbet ilk kez olmuyor. Ama insanlar daha önce bu duvarları sözün ve çağrının yardımıyla aşarlardı. Umutlarını oluşturan başka değerlere atıfta bulunurlardı. Bugün ise (kendilerini yineleyip duranların dışında) artık kimse konuşmuyor, çünkü dünya bize uyarıları, öğütleri, dilekleri duymayan kör ve sağır güçlerce yönetiliyormuş gibi gözüküyor. Kısa bir geçmişte yaşadığımız yılların sergilediği oyun, içimizde bir şeyi yıktı. Ve bu şey de insanoğlunun bir başka insanla insanlığın diliyle konuştuğu takdirde, onca insanca tepkiler yaratabileceğine yönelik o sonrasız güven duygusu (….) İnsanlar arasında sürüp giden uzun diyalog, artık kesildi. Ve diyalog yoluyla ikna edilemeyenlerin insanda ancak korku uyandırması da son derece doğaldır.”
Camus’nün hem çözümleyici hem de uyarıcı yazısını, yakın geçmişte hayatını kaybeden (2017) yazar-çevirmen Ahmet Cemal, Kafka’nın Almanca aslından çevirdiği ünlü ‘Dava’ romanına yazdığı önsözde, ‘korku-edebiyat’ ilişkisini örneklemek bağlamında, bir kez daha kullanır. “Kafka, Dava ve Gerçeklik” başlıklı bu giriş yazısında Cemal, Kafka’nın ‘Korku Çağı’nın (20.yüzyıl) en yetkin yazarlarından birisi olduğu gerçeğinin altını ısrarla çizer. Okuyanlar bileceklerdir, Kafka romanında ‘korku’, yazarın kendisinden başlayarak varoluşsal bir problematik olarak hep gündemdedir. Nitekim gerek güncesinde ve gerekse de Milena ve Felice’ye yazdığı mektuplarında nasıl çağının “aşılması olanaksız korku”suyla kuşatıldığını ve özünün adeta “korkudan oluştuğunu” yazıp durmaktadır. Her ne kadar ‘korku’sunu aynı zamanda yazarlık serüveninin yaratıcı unsuru haline çevirmiş, onu “benim en iyi yanım” diyecek kadar sahiplenmiş ve buradan o muhteşem eserlerini yazmış olsa da, zaman karşısında eskimeyen ve bugün hâlâ her okuduğumuzda bizleri sarsıp duran o eserlerin her birini bu denli kalıcı ve sahici kılan, Kafka’nın edebi ustalığı kadar 20.yüzyılın bugünlere varana değin temel karakteristiği olan ‘korku’nun, insanoğlunun bireysel-toplumsal dünyalarındaki izdüşümlerini, yaşam ve dünyayla kurulan ilişkilerdeki belirleyici rolünü ortaya koymuş olmasından da kaynaklanmaktadır.
İşte ‘Dava’ romanı da, bir sabah kaldığı pansiyonda bilmediği bir suçtan ötürü tutuklanan Josef K.’nın trajikomik hikâyesinin anlatıldığı o kapsamdaki eserlerinden biridir. Etliye sütlüye bulaşmayan, yaşamı evi ile işi arasında geçen ortalama bir insan olan Josef K, hangi ferman dinlemez “kör ve sağır güçlerce” tutuklandığından bîhaberdir, bu garip olayın saldığı ‘korku’ tarafından kuşatılmıştır ve daha da vahimi zaman içinde korkusunu içselleştirmeye ve doğal bir süreç olarak yaşamaya başlamıştır. Yaşadıklarının tam olarak bilincine varamamış olsa da, çağın (Korku Çağı’nın) hastalığıyla malûl olan Josef K, her şeye rağmen böyle bir dünya istememektedir (ya da Kafka böyle bir dünya istememektedir), ancak çaresizdir, yetkili birisine ulaşmaya çalıştıkça aslında daha da uzaklaştığı o garip mahkeme sürecinden bir türlü bir çıkış yolu bulamayacak ve nihayet tutsağı olduğu o dünyaya direnecek gücünün kalmadığı yerde dramatik bir sonla tükenecektir.
Burada edebiyat üzerinden hareketle bir kez daha altı çizilmesi gereken husus, 20.yüzyıla damgasını vuran -şimdilerde yeniden hortlayan/hortlatılan- bu ‘korku’ halinin her alanda kuşatıcı bir mahiyet kazanması kadar, giderek yaşamın kendisine içkin doğal bir süreç olarak kabul edilmesi, içselleştirilmesi ve aşılmaz bir çaresizlik -aşılamayan bir ‘duvar’- olarak yaşanması halidir. Şu söylenebilir: Bu yüzyılda (20.yüzyılda) hayata dair makro ve mikro ölçekte her türlü ilişki büyük oranda ‘korku’ üzerinden anlam kazanmakta, gerektiğinde ‘korku’ manipülatif ve bir o kadar da işlevsel bir araç olarak kullanılmaktadır. Siyaset bağlamında bu aracın hem uluslararası ilişkilerde ve hem de ulus devletin kendi içinde, yani hem dışarıda ve hem de içerde işlevsellik kazanan bir unsur halini alması ise, o ilişkilerin gereksinim duyduğu bütün suçun üzerine yıkılacağı ‘düşman’ı da kolaylıkla yaratabilmekte; keza bireysel-toplumsal hafızalarda hazır kuvvet halinde bekleyen/bekletilen ‘korku’ gerektiği anda ve istenildiği biçimde harekete geçirilmek suretiyle tedavüle sokulabilmektedir.
“Kaotik enkaz”
Aşikâr olan 20. Yüzyılda, büyük oranda, ‘korku’nun her alanda bir problematik halini alması, bireysel-toplumsal bir varoluş sorunu olarak açığa çıkmasıdır. Burada birey ve toplum -tıpkı Josef K gibi- korkunun tutsağı olmakta, bu tutsaklık hâkim paradigma(lar) ve bunu sahiplenen iktidarlar tarafından sürekli pompalanarak yeniden üretilmektedir. Dahası da vardır: Uluslaşma ve ulus devletleşme sürecinde ‘korku’, bu yapılaşmaların kendi içinde homojenizasyonun sağlanması ve buradan hareketle her türlü etnik temizliğin, kültürel asimilasyonun gerçekleşmesi, farklı ya da muhalif olanın baskılanması yönünde etkin bir araç olarak da kullanılmaktadır. ‘Korku’nun tükenmeye ya da geçerliliğini yitirmeye yüz tuttuğu zaman aralıklarında ise yeni ‘korkular’ icat edilmekte; bu yoksa, hegemonik gücün (iktidarın) kendisi, yeni korkulara vesile olacak her türlü provakasyona başvurmakta hiçbir sakınca görmemekte; bu yolda tarih pervasızca yağmalanmakta, eğitim bu türden taleplere ve ihtiyaçlara uygun olarak düzenlenmekte ve bu şekilde yaşanan sürecin birey-toplum hafızasında kabulüne ve doğal bir yaşam biçimi olarak benimsenmesine büyük özen gösterilmektedir.
Ancak şu da var ki, 20.yüzyılın, temel karakteristiğini teşkil edecek böylesi bir belirlenenle (‘korku’yla) kuşatılmış tarihsel/siyasal/kültürel yükünün çökmesiyle nihayete ermesi, yeni başlayacak yüzyılı (21.yüzyıl) tam da bu büyük çöküntü nedeniyle bir yol ayrımına getirecektir. Şöyle: Bu kaotik enkazın neyle ikame edilecek olmasının ilk andaki belirsizliği yeni ‘korku’ları tetikleme potansiyeli taşırken (bir başka ‘Korku Çağı’ başlatma eğilimi taşırken); yine bu enkazın ‘içinin boşalmış’ olması (öyle ya, ideolojilerin güç yitirmesi, iki kutupluluğun sona ermesi, maddi üretim ilişkilerinin mahiyet değiştirmesi, teknolojik-elektronik gelişmelerle dijital yaşamın öne çıkması vb. siyasal/düşünsel/kültürel ölçekte, doldurulmaya ihtiyaç duyulan, geniş bir boşluk da yaratmıştır) bu belirsizliğin aynı anda bir imkânlar ve ihtimaller çokluğu içerdiği gerçeğini açığa çıkaracak, bir başka ifadeyle yeni yüzyılın bir ‘Umut Çağı’ olmasını teşvik edecek bir mahiyet arz edecektir. Sembolik anlamı kendinden çok daha büyük olan Berlin Duvarı’nın artık yıkılmış olması ise, bu dönemde fiziki/zihnî sınırların/duvarların aşılacağını, bir başka ifadeyle ‘korku’lardan azade yeni bir dünyanın kurulabileceğini ima ediyor olması bakımından ayrı bir önem teşkil edecektir.
Doğrusu ya, evrensel ölçekte yaşanan gelişmeler, ilk anda 21.yüzyılın bir ‘Umut Çağı’ olacağı izlenimini verecektir. Söz gelimi, ulus-ötesi bir yapı olarak Avrupa Birliği’nin kazandığı hüviyet, demokrasinin daha da geliştirilmesi gereken (Radikal demokrasi) siyasal bir rejim olarak kabulü, bir arada yaşama kültürünün teşviki, kronikleşmiş -hatta tabu olarak kabul edilmiş- sorunların çözümüne yönelik -ezber bozan- ciddi adımların atılmaya başlanması (uzağa gitmeye gerek yok yarım asırlık ‘Kıbrıs Sorunu’ kapsamında yaşanan ‘çözüm süreci’ örneğini hatırlayalım) bu izlenimin doğmasındaki kimi ciddi gerekçeler olarak öne çıkacaktır.
Ne var ki ‘korku duvarları’nın aşıldığı, Camus’nün ifadesiyle “insanoğlunun bir başka insanla insanlığın diliyle konuştuğu takdirde, onca insanca tepkiler yaratabileceğine yönelik o sonrasız güven duygusu (….) İnsanlar arasında sürüp giden uzun diyalog”un yeniden başladığı o ‘umut’ günleri çok sürmeyecek, korku yeniden hortlayacak/hortlatılacak, fiziki/zihni yeni korku duvarları yeniden gündeme gelecek, ‘korku’ her alanda yeniden işlevsel kılınacak, Camus’nün sözleriyle insanlık adına “duvarlar önünde köpekler gibi yaşamak” azabı yeniden başlayacak, Kafka’nın ‘korku’yu içselleştirmiş yeni Josef K’ları bir kez daha gün ışığına çıkacak ve en son -Camus’nün hatırasını ihya eder gibi- bu çağın vebası ‘corona’ dünyanın üzerine kâbus gibi çökecektir.
Bundan sonrası mı? Bir teselli mi olabilir mi, bilmiyorum: “Yenik düşmediğimiz her kötülük bir velinimettir.”