Körleşme Üzerine
Elias Canetti’nin Körleşme adlı romanı, bizleri bir anlamda düşünce ile gerçeklik arasında süregelen toplumsal bir yıkımın sancılarını birey üzerinden anlatarak yüzleştiren, düşündüren ve sorgulatan bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır.
Elvan Şenkayalar
[email protected]
“Körlük, zamanı ve mekânı alt etmeye yarayan bir silahtır; varlığımız tek dayanağını duyularımızla, gerek yapıları gerek kapsamları bakımından pek yetersiz olan duyularımızla kavradığımız birkaç kırıntının dışında, sonsuzluğa dek uzanıp giden bir körlükte bulur. Evrende egemen olan kuram, körlüktür. Körlük, birbirlerini görmeleri halinde beraberlikleri düşünülemeyecek nesnelerin ve yaratıkların yan yana bulunmalarına olanak tanır. Zamanın artık çekilmez olduğu, taşınması olanaksız bir yüke dönüştüğü noktada koparılabilmesi ancak körlüğün yardımıyla düşünülebilir” (Canetti, 2013, s.94-95).
Körlük, “görme engellilik” olarak kelime anlamı bulmakta, mecazi olarak da “gerçeği görememe durumu” olarak tanımlanmaktadır (TDK). Gerçeği görememe durumu, bir yandan gündelik hayatın zorluklarıyla bir çeşit baş etme mekanizması olarak bireysel hayata yansıyabilmekte, öte yandan insan sorumluluktan kaçınıp dünyanın ve toplumunun sorunlarına da duyarsız kalabilmektedir. Bu durumda, insanın olup bitenlere kayıtsız kalarak tamamen içine kapanıp kendine yeni bir gerçeklik inşa etmesi ve dış dünyadan soyutlanarak kopmasına da bir çeşit “körlük” diyebilir miyiz? Farkında olmadan gerçeği görememek bir yana, görmeyi reddederek bilinçli olarak görmezden gelmek, görmezden geldikçe de gerçeklik bilincini yitirmek toplumsal bir sorun olarak açığa çıkabilir mi? Bu çerçevede, kitle ve iktidarın birbirinden kopuk olarak varlığını sürdürmesi gibi bir toplumsallık sorunu da bu “körleşmeye” dahil olabilir mi? İnsana ve topluma dair pek çok unsura dokunan, değiştiren ve dönüştüren yapısı içinde tüm boyutlarıyla küreselleşmenin açığa çıkardığı durumlar, yeni yaşam tarzları, yeni iletişim modelleri ve yeni oluş biçimleri de “körleşme” tartışmasının içinde yer bulabilir mi? Yalnızlaşmanın ve yabancılaşmanın getirisiyle duyarsızlaşan, değerlerini yitiren, iletişim kuramayan veya bundan kaçınan toplumların tüm yanılsamaları, düşünceleri ve egemen değer yargılarıyla bütün bir kültürün çöküşü olarak karşımıza çıkan bir durumda “körleşmeden” bahsedebilir miyiz? Bu durumda “körleşme”, insanlığın varoluşundan bu yana bir kargaşa içinde olan dünyada, toplumların yükselişi ve çöküşü içerisinde, insanoğlunun geldiği duruma bir yansıma niteliğinde ele alınabilir mi? Elias Canetti’nin Körleşme adlı romanı, bizleri bir anlamda düşünce ile gerçeklik arasında süregelen toplumsal bir yıkımın sancılarını birey üzerinden anlatarak yüzleştiren ve “körleşmeyi” tüm bu sorular ekseninde anlamlandırmak üzere düşündüren ve sorgulatan bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Roman, Dünyasız Bir Kafa, Kafasız Bir Dünya ve Kafadaki Dünya olmak üzere üç bölümden oluşarak, “körlüğü” bireysel ve toplumsal bir çöküşe referans alabileceğimiz şekilde derinleştirmektedir. Bu anlamda “körleşme” ifadesinin, bu çöküşe neden olan etkenlerin bir ikamesi olarak karşımıza çıktığı anlaşılmaktadır.
Canetti’nin romanında, dış dünyayla ilişkisini kesmiş ve kendini sadece kitaplarına adayan Dr. Kien adlı karakter, bu anlamda toplum içinde kendisini sadece aydınlanmaya, bilime adamış bireyin temsili niteliğindedir. Tamamen bilime ve kendi kafasında oluşturduğu dünyaya teslim yaşayan Kien’in hayatı, “dünyasız bir kafa”nın dış dünyaya değer vermediği ve kayıtsız kaldığı bir hayattır. Söz konusu bu teslimiyet, aslında insanlık tarihinin önemli bir kırılması olan Aydınlanma Çağı'nın körleşme üzerine yapılan bir yansımasıdır (Lidar, 2016). Bu bağlamda aydınlanma, sahip olduğu olumlu süreçlerle birlikte, insanlığı körlüğe sürükleyen ve toplumları yıkıma götüren yönleriyle körleşme üzerine önemli bir etken olarak ele alınabilir. İnsan, doğası gereği, varoluşundan bu yana gördüğü, işittiği tüm olguları, yaşamın kendisini ve varoluşu anlamlandırma gereksinimi ve gayreti içindedir. İnsan bu gayretle, düşünüp konuşmaya ve yazmaya başladığından bugüne anlam yaratmakta ve üretmektedir. Bu bağlamda dinler ve inançlar, yasalar ve kurumlar, gelenek ve göreneklerin tümünün kökeninde anlam arayışı yatmaktadır (Adanır, 2003). Değerlerin yitirilmesi ve körleşmeye sürükleyen kaosların başlangıcı, belki de insanın varoluşundan bu yana hayatı anlamlandırma, içinde bulunduğu toplumda yer edinme, kabul görme, egemenlik kurma gibi düşüncelerle, birtakım değerler geliştirme çabası içinde oluşuyla ilintilidir. Gerçek ya da hakikat kavramsallaştırması, anlamları birçok kere değiştirilerek de olsa, Batı düşüncesinin hemen her döneminde varlığını sürdürmüştür. Tanrı, ortaçağlardan bu yana Batılı düşünüş için, her şeyin varlığını ve anlamını kendisine borçlu olduğu bir ‘hakikat’ olarak kabul görmüştür (Çevikbaş, 2010). İnsanın gerçeğe ulaşma arzusu, değerler ve mutluluk adına sürdürdüğü bu evrensel doğruları bulma serüveni yüzyıllardır süregelmektedir. Dogmatizmin ve metafiziğin baskın olduğu bir dönem olan ortaçağda, insanlık akılcılık ve bilimsellikten uzaklaşarak hayatın sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarında düşünsel karanlığa saplanmıştır. Aydınlanma çağı ile birlikte, düşünce ve hareketler bağlamında toplumların tarihsel gelişim sürecinde bir dönüm noktası gerçekleşmiştir. İnsanları, esasta kötü ve bu nitelikle köleleştirici olduğuna inanılan mit, önyargı ve bunları üreten ve kurumsallaştırdığı varsayılan dinin temsil ettiği eski düzenden kurtararak, yine esasta iyi ve özgürleştirici olduğu ‘çekincesiz’ kabul edilen aklın düzenine sokmak amaç edinilmiştir (Usta, 2018). Ancak, bilimsel gelişmeleri ve insanı özgür kılan sosyal ve siyasal kurumlar yaratması yüzüyle aklı ön planda tutan aydınlanmanın öteki yüzü ise, akıl üzerinden yeni tahakküm ilişkilerinin üretildiği ve sürdürüldüğü bir senaryo sunmaktadır. Akıl, insanın özgürleşmesini mümkün kılarken, bir yandan da bütün sınırlılıklarından kurtularak insanlık için yıkıcı bir güce dönüşmüştür (Kocaoğlu, 2018). Horkheimer ve Adorno’nun ortak eseri olan Aydınlanmanın Diyalektiği (1995) adlı çalışmalarında dile getirdikleri aydınlanma eleştirisi, aydınlanmanın ana unsuru olan akla yönelik bir eleştiridir. Horkheimer ve Adorno’ya göre, insanlığı eski düzenden kurtararak özgürleştirici olduğu kabul edilen aklın düzenine sokma gayreti, düşünülenden çok daha ileri gitmiştir. Bu bağlamda zincirlerinden kurtulan akıl, sınır ve engel tanımaz bir güce dönüşmüştür. Özgürlük karşıtı bir tutum sergileyerek, her türlü ırkçı paranoyanın ve her çeşit despotluğun arkasında aydınlanmanın olması, aydınlanmanın kendi değerlerine ihaneti olarak değerlendirilmektedir. Bunun sonucu olarak, aydınlanma konformizmi üretirken, metafizikten kurtardığı bireyleri yeni bir korkuya sürüklemiştir. İnsanlar, akıl ile üretilen eski düzendeki mitleri ve korkuları parçalayan, ama kolektif hayat içerisinde yeniden üretilen baskı ve ondan türeyen korkunun verdiği dehşete maruz kalmıştır (Horkheimer ve Adorno, 1995). Bu bağlamda, aydınlanmayla birlikte terk edilen mistik değerler ikamesi olarak dayatılan bilim, toplumları giderek daha sınırlı ve sığ bir yapıya büründürmüştür. Başka bir tabirle, insan bilmekte fakat bilme süreci onu yalnızlaştırmaktadır. Aydınlanma, bu minvalde, mitleştirildiği için karşısında durduğu dinin ve mistisizmin yerini almış, kendisi bir mit olarak dünya tarihini değiştirmiştir (Lidar, 2016).
Dünya savaşları da, insanlığın bilme yetisinin sorunlu yapısını teşhir etmiştir (Lidar, 2016). Toplumlar şahit oldukları dünya savaşları sonrası büyük bir bunalım içerisine düşmüştür. Yaşamış oldukları savaş ve savaş sonrası bunalım dönemlerine bakıldığında, özellikle iki dünya savaşı arasında, yükselişe geçen faşizme taban olacak bunalımlı bir durum ortaya çıkmıştır. Toplumlarda açığa çıkan bu durumun, körleşmenin gelebileceği boyuta olan etkisini ve yıkıma nasıl yol açabileceğini ayrıca Canetti’nin romanı yazmış olduğu döneme de bakarak gözlemleyebiliriz. 1933-35 yılları arasında yazılan Körleşme, gelişmekte olan kıyıcı, kaotik dünyanın bir öngörüsü olarak görülebilir (Arcan, 2009). Romanda, kütüphanesinde sığınmış olduğu kitaplarının yandığını gören Kien, kitaplarının üzerine titreyeceğini sandığı hizmetçisi Therese ile evlenir. Kien’in kütüphanesini zorla ele geçiren, şiddet uygulayan ve sonunda Kien’i evinden atan, edebiyat dünyasının kötü karakterlerinden biri olan Therese kimliğinde faşizm simgelenmiştir (Arcan, 2009). Kien, kütüphanesinin büyük bir bölümü Therese tarafından zorla ele geçirilince, gözlerini kapayıp gönüllü bir ‘kör’ olarak ve etrafına kulaklarını tıkayarak yaşamını sürdürmektedir. Kien karakterine yapılan bu yansımada, faşizmin insanlığın körleşmesindeki etkin rolünü gözlemleriz. Bu anlamda metaforik olarak kitleyi ve geldiği durumu temsil eden Kien’in gururunu ve insanlık onurunu yitirişi Therese'in şiddeti sonucunda gerçekleşmiştir.
Her şeye gönüllü bir şekilde gözlerini kapamış olarak bir çeşit “hiçlik” sularında yaşamını sürdüren Kien karakterinde nihilizm unsurunu da gözlemlemek mümkündür. Bir düşünme biçimi olarak, genel anlamda hiçbir değer tanımayan görüşlerin ortak adı olan nihilizm, anlamsızlık, boşluk ve hiçlik duygularının telkin ettiği bir düşünme ve yaşama biçimini ifade eder. Hangi dönemde ve nerede olursa olsun, insanların bağlı kaldıkları en yüksek değer ve ideallerin işlevlerini yerine getirmediklerinde ortaya çıkan bir ruh durumu ve buna eşlik eden bir yaşama ve düşünme biçimidir (Çevikbaş, 2010). ‘Değerler sorunu’ üzerine düşünmüş olan Nietzche’de, gelecek yüzyılların kaderini belirleyecek olan birçok unsura işaret etmiştir. Bu unsurlardan olan hiçlik, yokluk, bulantı, sıkıntı, anlamsızlık ve değersizlikle birlikte nihilizmin insanlığı çöküşe götüreceğini söyleyen Nietzsche, “tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesi”nin altını çizmiş ve çoğunluğun aksine geleceğin güvenilirlik çağı değil de yıkım ve anlamsızlığın çağı olacağını öngörmüştür (Çevikbaş, 2010). Nietzsche’nin düşünce sisteminde nihilizm, Batı düşüncesinin herhangi bir anında ortaya çıkan bir düşünme biçimi olarak değil, tarihsel bir akım olarak görünür. Şimdiye kadar sahip olunan değerlerin, kendi değerlerini yitirmiş olmalarının nihai sonucu olan nihilizm, Avrupa kültür tarihinin büyük değer ve ideallerinin en son mantıksal sonucunu temsil eder. Böyle olduğu için de Batı kültür tarihinin kaçınılmaz bir yazgısı olarak gelip çatan, bunun için de zorunlulukla yaşamamız, yüzleşmemiz gereken tarihsel bir olaydır. Nihilizm, şimdiye kadarki en yüksek değer ve ideallerin ortaya koyduğu hatalı bir değer sisteminin ve en sonunda kendi değerini düşüren ve insani bilincin birçok seviyesinde “hiçlik” deneyimine neden olan bir değer sisteminin sonucudur (Çevikbaş, 2010).
Toplumların alışkanlıkları, yaşam tarzları ve gereksinimleri üzerinde önemli etkiler ve değişimler meydana getiren küreselleşmenin kaçınılmaz olarak tüm dünyayı kuşattığı da bir gerçekliktir. Küreselleşme sürecini bu bakış açısıyla ekonomik, teknolojik, sosyo-kültürel ve siyasal dünyayı içine alan bağlantılar şeklinde kabul edecek olursak, gün geçtikçe artan bir hız ve yoğunlukla hem bireyleri hem de toplumları etkilemektedir. Küreselleşmenin birey ve toplum hayatına getirdiği kısmen olumlu etkilerin ve çeşitli imkanların yanında, bir tür kültür aktarımına, yaşam biçimi değişikliğine ve zihniyet dönüşümüne yol açtığı da söylenebilir. Bu durum, birey ve aile olmak üzere, geleneksel toplum yapılarını da derinden etkilemektedir (Korkmaz & Osmanoğlu, 2019). Bunun bir sonucu olarak hakikate ilişkin değer ve algılayışların parçalanması, kültürel ve dinsel melezleşme, kimlik ve kişilik bağlamında “ben”in yitimi ya da anlam arayışı ve dünya görüşü noktasında yaşanan “merkez kaybı” gibi bazı sonuçları olan küreselleşme, şüphesiz bireysel ve toplumsal değerleri kaygan bir zemine taşımaktadır. Sanayileşmenin getirdiği iş ve görevlerin bölümlere ayrılmasıyla gündelik hayatta meydana gelen anlam kaybı ya da anlam yokluğu, insanlarda ‘anlam duygusu’nun körelmesine neden olmaktadır. Anlam kaybı ve toplum olma duygusunun kaybolmasının toplumsal yakınlığı ve güveni zedelemesi de beraberinde yabancılaşmayı getirmektedir (Yazıcı, 2013). Kimlik bunalımı ve içinde bulunduğu topluma yabancılaşma, yersiz-yurtsuzlaşmada yaşanan zaman, mekân ve içinde bulunulan toplum kargaşası her şeyden önce kendi insani özelliklerine karşı körleşmiş bireyler yaratmakta ve toplumları gerçeğe karşı körleştirerek bir nevi düşünce ile gerçeklik arasında süregelen bir savaşın içinde yıkıma sürüklemektedir. Canetti’nin romanında, Kien kendi dünyasından dışarı adım atmayı ve insanlarla ilişki kurmayı reddederek dış dünyaya yabancılaşmıştır. Therese tarafından sokağa atılmasıyla birlikte yabancılaşmış olduğu dünyaya zorunlu olarak adım atan Kien’in dünyası, artık oradan oraya savrulduğu, rasyonellikten uzak, “kafasız bir dünya”dır. Böylesi bir dünyada yaşayan bireyler, birlikte olan ama birbirleriyle iletişim kurmayan, kimseye güvenmeyen, yalnız olan bireylerdir. Modernitenin bir diğer sonucu olarak üretim-tüketim çarkı arasına giren insanlar, neyi, nasıl tüketeceğine ve nasıl yaşayacağına ilişkin açık bir bilinç kaybı yaşamaktadır. Tam anlamıyla modern bir tüketim aracına dönüşen insan, moda, reklam, pazar üçgeninde oradan oraya savrulmaktadır (Korkmaz ve Osmanoğlu, 2019). Bu bağlamda, gittikçe daha da maddeleşen değer ölçütleri ve yabancılaşan insan ilişkileri içerisindeki bireyin madde ve soyut güçler karşısındaki benlik bunalımı “körleşme” olarak da karşımıza çıkmaktadır. Maddenin egemenliği karşısında ruhu körleşen insan, kendini köktenci bir yabancılaşma, yapay bir kargaşa atmosferi, güvensizlik ve kuşkunun egemen olduğu bir dünya düzeni içinde bulur. Modern insan, ruhsal uyumdan uzak, kendine yabancılaşmış teknoloji toplumu insanının bir prototipi olarak materyalist yaşam koşullarının kurbanıdır (Ecevit, 1992). Küreselleşmenin etkisi ile yeni bilgiler ve teknolojiler de toplumlara hızla yayılmaktadır. Teknolojinin hızla ilerlemesiyle meydana gelen yeni iletişim modelleri, yeni bir yaşam tarzı ve bu yaşam tarzına uyum sağlayabilecek beceri ve yeterlilikte insanlara gereksinimi ön plana çıkarmıştır (Aslan, 2004). Bununla birlikte kitle iletişim araçları, insanların birbirleriyle olan iletişim ve etkileşimini köreltmekte ve dış dünyadan kopararak içe dönük bireylerin oluşmasına etken olmaktadır.
Sonuç olarak, çağımızda baş döndürücü bir hıza ulaşan teknolojik gelişme ve değişmeler, ekonomik ve politik sarsıntılar, hızla tekrardan yükselişe geçen ırkçılık, faşizm ve savaşlar, kitle ve iktidar ilişkileri, eğitim sistemi, insan ilişkilerindeki yozlaşmalar, iletişimsizlik, yabancılaşma ve ortaya çıkan ruh durumları insanlığın “körleşmesine” neden olma olasılığını ortaya koyar. Canetti’nin romanındaki Kien’in kendini binlerce cilt kitabıyla evine kapatması gibi, insanlık dünyanın ve insan ilişkilerinin anlamsızlığına dikkat çeken bir dünya düzeni içerisinde kendini, kendi kendisiyle ve çevresi ile ilgili hakikatlere karşı “körleştirerek”, dış dünyadan bütünüyle soyutlamakta, toplumsal değerlerini ve iletişim becerilerini yitirip çöküşe sürüklenmektedir. Kien’in kendini kapatması, metaforik olarak insanın yokluk hissi ve yabancılaşma acısı karşısında ontolojik olarak kendine katlanma ya da yuva oluşturma durumuyla açıklanabilir (Er, 2008). Çünkü Kien’e göre hakikate ulaşmanın yolu öteki insanlardan uzaklaşmak ve kitleden kendini korumaktan geçerken, günlük yaşam da yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzendir. Kien, tüm yaşadıklarından sonra delilik sınırına ulaştığı “kafadaki dünya”da çöküşe ve trajik sona ulaşmıştır. Tıpkı Elias Canetti'nin gözler önüne serdiği gibi, toplumların da ekonomik, siyasi ve kültürel kargaşayla, değer ve kimlik bunalımları içindeki bir dünyadan kendini soyutlama ve kaçma isteği, aslında tüm yanılsamaları, düşünceleri ve egemen değer yargılarıyla bütün bir kültürün ve toplumun çöküşüdür.
KAYNAKÇA
Adanır, O. (2003). Sinemada Anlam ve Anlatım. Alfa Yayınları, İstanbul.
Arcan, E. (2009, 12 20). İnsanlığın Körleşmesi. Kara Kaplı Kitap: http://karakaplkitap.blogspot.com/2015/04/insanlgn-korlesmesi.html
Aslan, K. (2004). Küreselleşmeninin Eğitim Boyutu. Ege Eğitim Dergisi.
Canetti, E. (2013). Körleşme. Çeviri: Ahmet Cemal. Payel Yayınevi, İstanbul.
Çevikbaş, S. (2010). Nietzsche ve Nihilizm Kalkanına Yaşamın Yadsınmasını Kazımış Olan Bir Felsefe. Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi.
Ecevit, Y. (1992). Kurmaca Bir Dünyadan Yazın İncelemeleri. Gündoğan Yayınları, Ankara.
Er, S. E. (2008). Elias Canetti: Körleşme’den Ölüm Üzerine’ye. erdembuyrukcu.blogcu: http://erdembuyrukcu.blogcu.com/olum-uzerine/3320769
Horkheimer, M. ve Adorno Thedor W. (1995). Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar. Kabalcı Yayınevi, İstanbul.
Kocaoğlu, M. (2018). Aydınlanmayı Yeniden Düşünmek: Horkheimer ve Adorno. Manisa Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi.
Korkmaz, M., ve Osmanoğlu, C. (2019). Küreselleşmenin Birey Ve Toplum Hayatina Etkileri Ve Din Eğitimi. Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi.
Lidar, A. (2016). Bireyin Kitleyle İmtihanı: Elias Canetti. Artful Living: http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/bireyin-kitleyle-imtihani-elias-canetti-i-7922
Usta, A. (2018). Aydınlanma Düşüncesine Kısa Bir Bakış. Kastamonu İletişim Araştırmaları Dergisi.
Yazıcı, M. (2013). Toplumsal Değişim Durumunun Şiddet Biçimiyle İlişkisi: ABD/Avrupa - Türkiye Karşılaştırması. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi.