“Kormacit’ten Birmingham’a hatıralar...” (2)
Kormacit köyünden bir Kıbrıslımaronit’in, Andonis Kasabis’in 1974’te savaştan sonra köyünden ayrılmasıyla ilgili hatıraları ve sonra da Londra’ya giderek burada hayatını devam ettirmeye çalışmasına ilişkin hatıralarını, kendisinin de izniyle, sosyal medya sayfasından okurlarımız için derledik...
Andonis Kasabis’in hatıralarının devamı şöyle:
SERVİS İSTASYONLARI, FAVORİ YERİM OLACAKTI...
Bu arada Londra ile Birmingham arasındaki otoban üzerinde bulunan bu servis istasyonları, gelecek on yıl boyunca ve sonrasında da benim en favori yerlerimden olacaktı...
Birmingham’a gecenin bir yarısı vardık ve benimle abim Selly Oak’ta iki yatak odali bir konsey evine indik – burası gelecek on yıl boyunca benim evim olacaktı...
Diğer üç akrabamız da aynı daireye mi gelmişti, bunu hatırlamıyorum... Kıbrıs’tan benimle birlikte gelen iki akrabamızın da bizimle aynı dairede kalmış olması, büyük olasılıktır.
Bu daire, Birmingham konseyinden on sene kadar önce akrabamız bazı öğrenciler tarafından kiralanmış ve sürekli olarak geniş ailemizin üyeleri burada kalmıştı. Bu dairenin son resmi kiracıları abim ile Birmingham Üniversitesi’nden henüz mezun olarak Birmingham’da bir muhasebe şirketinde Chartered Accountant (muhasip) olmak üzere eğitimini sürdüren bir akrabamızdı. Gelecek on yıl boyunca da daire onların adına kirada kalacaktı, ailemizden pek çok farklı insan bu dairede kalmaya devam edecek, bu daireler kompleksindeki diğer yaşlı kiracılar bundan hiç hoşlanmasa da böyle olacaktı. Bu kiracılık nihayetinde herhangi bir tören olmaksızın dışarıya atılmakla, girişe çakılan ve buraya girmenin yasak olduğunu belirten tabelalarla sonlanacaktı. Bunun hemen öncesinde tüm komşular tarafından imzalanan bir mektup Konsey’e gönderilmişti – mektupta abim ve daire arkadaşının on sene kadar önce daireden ayrılmış olduğu belirtilmekte ve şikayette bulunulmaktaydı...
ÖN KAPI ASLA KİLİTLENMEZDİ...
Bu dairede kaldığım on sene boyunca ön kapı hemen hiçbir zaman kilitlenmemişti... Herhangi birisi kapıyı açıp içeriye girebilsin, herhangi bir saatte bunu yapabilsin, uyuyacak bir yer bulsun ve eğer gerçekten şansılıysa, yiyecek bir şey bulabilsin diye kapı hep açık olurdu. Bir keresinde bir ziyaretçi bu yeri denemeye tabi tutmuştu: bir köşeye bir gazete bırakmıştı. Haftalar sonra buraya tekrar geldiği zaman, gazeteyi bırakmış olduğu köşede aynen bıraktığı gibi öylece dururken bulmuştu! Genellikle daireye sabah erken saatlerde gelenler, uyuyacak bir yer aramaktaydı. Elbette tüm yataklar dolu olurdu ancak bu onların herhangi bir yatağa girmelerine engel değildi. Yataktakiler ikindinin ilk saatlerinde uyandıklarında birbirlerinin farkına varırlardı. Bazan birbirini hiç tanımayan insanlar olurdu bunlar!
Kıbrıs’taki köyümden dört günlük bir seyahat ardından 29 Eylül 1974 Pazar gecesi vardığım bu dairede İngiltere’de Selly Oak, Birminghamn, West Midlands’ta kalışım başlayacaktı...
KENDİ YATAĞIM BİR KAMPET OLACAKTI...
Başka birisiyle aynı yatakta uyuyordum ve ancak birkaç ay sonra, kendime ait bir yatakta tek başıma uyumayı başarabilecektim. Bir kampetti bu – yatmadan önce bu kampeti açıyordum çünkü katlanan bir yatacıktı bu... Şanslıydım ki bu kampte yatabiliyor ve düşmeden uyuyabilmeyi başarıyordum.
Teyzemiz, İngiliz eşiyle birlikte bizi ziyaret ettiği zaman durumumuz ve iyiliğimiz için kaygılı biçimde nerede uyuduğumu sormuştu...
Teyzem: “Nerede uyuyorsun?”
Benim yanıtım: “Fazlalıkların durduğu o odada uyuyorum...”
Teyzem: “Peki ya yiyecek? Yiyeceğiniz var mıdır?”
Benim yanıtım: “Evet, her gün yemek yiyorum!”
Bu ziyaretinde teyzem bana hediye getirmişti. Bir atkı, bir çift eldiven ve Oxford İngilizce Sözlüğü idi bu. Tüm bunlar benim için son derece yararlı idi fakat herşeyden yararlı olan şey bu sözlüktü.
İngiltere’ye vardığımızda İngilizcem zayıftı. Pek çok yıl boyunca da zayıf kalmaya devam edecekti. Bugün dahi iyileştirilebilecek durumdadır İngilizcem (oğlularım sık sık buna işaret ediyor). Ancak İngilizcemi iyileştirmek için çaba gösteriyordum, uzun vadeli ve ödüllendirici bir çabaydı bu...
BİR SENELİK KURSA KAYIT...
Ertesi günü Pazartesi idi ve havaalanından kaldığımız daireye kadar bizi getiren akrabamız, beni alıp Dudley’deki koleje götürdü, beni Matematik, Uygulamalı Matematik ve Fizik konularındaki A Level’lar için bir senelik bir kursa kaydetmeye çalışacaktı.
Kurs iki hafta önce başlamıştı zaten, ben Kıbrıs’taki zorluklardan ötürü kursun başlangıcına yetişmeye geç kalmıştım. Zayıf İngilizcem ve geç kalmışlığımla, normalde bu bir yıllık kursa kabul edilme şansım hiç yoktu. Ancak aynı kolejde geçmişte öğrenci olmuş olan ve o anda genç bir doktor olan akrabamız okuldayken çok başarılı olmuştu ve bu kursun departmanının başkanıyla da çok iyi ilişkiler içerisinde kalmayı sürdürmüştü. Abim de iki sene evvel aynı kursu başarıyla tamamlamıştı. Böylece kursa kabul edildim ve aynı gün sınıfıma götürüldüm. Derin sulara savrulup atılmıştım ve yüzmem gerekiyordu. Bu benim hayat hikayem olacaktı: Derinlere fırlatılıp atılmak ve nasıl yüzeceğini, nasıl hayatta kalacağını öğrenmek zorunda bırakılmak yani...
Dudley Teknik Koleji’nde bir yıllık kursa başladım.
KARA ÜLKE DENEN YERİN KALBİNDEYDİK...
Benim küçük köyümden tümüyle göçmen olan 10-15 kadar bir öğrenci grubu da kendilerini bu kolejde öğrenim görürken bulmuşlardı.
Bunların çoğu için burada öğrenim görmek, sözde bir şeydi... Gerçekte çok az çalışıyorlardı...
Dudley, Birmingham’ın 7 mil kadar kuzeyinde, wolverhampton yakınlarında “Kara Ülke” (“Black Country”) denen yerin kalbindeydi.
Dudley Kalesi ve Dudley Hayvanat Bahçesi’yle tanınıyordu, bunlar koleje bitişik yerlerdi...
Bu yakınlığa karşın, kaleyi ve hayvanat bahçesini ziyaret etmem yıllar sonraya denk gelecekti. O da, bazı akrabalar ziyarete geldiği için onları eğlendirmek üzere yaptığım bir şeydi diye böyle olmuştu...
Bu arada bendeniz ve o kolejde köyümden diğer öğrenciler, alışveriş merkezleri, fish-and-chips lokantaları, ucuz lokantalar ve daha sonraları da gece kulüpleri ve casinolar’la haşır neşir olacaktık!
MÜZELER, TİYATROLAR, ULAŞABİLECEKLERİMİZİN ÖTESİNDEYDİ...
İngiltere’de kaldığım on yıldan fazla süre içerisinde hiçbir zaman bir müzeye, bir tiyatroya, bir senfoni orkestrasına veya benzer yerlere gitmeyecektim. Bunlar bizim ulaşabileceklerimizin çok ötesindeydi.
Kaldığım Selly Oak’taki daireden bir otobüs alıyordum, bu otobüs de beni Birmingham’ın merkezine götürüyordu.
Burada otobüs değiştiriyordum ve diğer otobüsle Dudley otobüs istasyonuna varıyordum, bu istasyon da kolejden beş dakikalık yürüyüş mesafesindeydi...
Haftada bir, her Çarşamba günü, koleje bağlı Tipton denen başka bir bölgede bir dersim vardı. O günlerde üçüncü bir otobüs alıyordum, Dudley’den Tipton’a gitmek üzere...
Kıbrıs’ın dışına hiç çıkmamış 18 yaşındaki bir gençtim, pek az İngilizce konuşuyordum ve şimdi geriye dönüp baktığımda tüm bunları nasıl başarmış olduğum benim için bir sürpriz oluyor!
PEK ÇOK KEZ KAYBOLDUM...
Elbette pek çok kez kayboldum. Otobüs durağını kaçırdım ve geri gitmem gerekti. Yanlış otobüse bindim ve otobüsten inip karşı taraftan öteki yöne doğru başka bir otobüse binmem gerekti. Bir keresinde hatırlıyorum, otobüs garıp ve karanlık bir yerde durmuştu. Otobüs şöförü ışıkları söndürmüş ve aşağıya inmeye hazırlanıyordu. Anladım ki adam işini tamamlamış ve artık evine dönecekti. Otobüsteki tek yolcu bendim ve böylece koşar adım ben de aşağıya indim...
Gece geç vakitti, nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu ve Selly Oak’taki daireme bir şekilde geri gitmeyi başarmalıydım...
Böylesi sorunlar belli ki beni fazlaca kaygılandırmıyordu...
SAVAŞI YAŞAMAK, KÜÇÜK SORUNLARI ÖNEMSİZLEŞTİRDİ...
Büyük olasılıkla, kendi yurdumda savaşı yaşamış olduğum için böylesi sorunları önemsiz buluyordum.
Şimdi geriye dönüp baktığımda aslında tüm bu konularda çoğundan daha sert bir insan olduğumu anlıyorum, şöyle söyleyeyim: Çoğuna kıyasla, işkence görüyor ve buna katlanabiliyordum...
Bu seyahatlerde otobüslerle gitmek benim için son derece ilginçti.
İki katlı otobüslerin alt katlarında sigara içilmezdi, üst katlarda ise sigara içilebiliyordu. Otobüsün her yerinde “Tükürmek kesinlikle yasaktı” ve bu konan dikkat çekici duyurularda da belirtiliyordu.
ÜST KATLARIN MANZARASI MUHTEŞEMDİ...
Ben daha çok üst katları tercih ediyordum, kötü sigara içme alışkanlığının yanısıra üst kattan izlenebilecek manzaralar nedeniyle...
İngiltere’nin ortalarındaki bu sanayi kentinin mimarisi beni büyülüyordu, neredeyse tüm binaları kırmızı tuğlalardan yapılmıştı ve bu kırmızı tuğlalı evler, karanlık ve bulutlu bir gökyüzü altındaydı...
İngiltere’de gerek üniversite, gerekse işteki ilerleyen yıllarımda, Birmingham’a gelen herkes burayı İngiltere’nin en çirkin yerlerinden biri olarak tarif edecekti. Ancak benim için öyle değildi.
Burayı çok seviyordum ve burası bu ülkede kaldığım sürece ve ilerleyen yıllarda ziyaretlerimde, benim evimmiş gibi bir duygu veriyordu bana...
TEN RENGİM BEYAZ OLSA DAHİ YABANCIYDIM...
Elbette çok yabancıydım burada, ten rengim açık olsa, çillerim olsa ve saçlarım da açık renk olsa dahi ve Birmingham’ın pek çok tipik göçmen yabancılarına benzemesem dahi, gene de yabancıydım – bu göçmenler Asyalı, Afrikalı, Karaibli Britayna Ortak Pazar ülkelerinden (yani Kıbrıs gibi eski İngiliz sömürgelerinden) geliyorlardı...
Pek az İngilizce konuşabiliyordum ve BBC İngilizcesi’ni biraz daha iyi anlıyor olsam, The Times’ı okuyup biraz daha iyi anlıyor olsam dahi, Birmingham’ın tuhaf sokak aksanını anlamak benim için imkansızdı, hele hele Dudley’nin Kara Ülke aksanını hiç anlayamıyordum...
Bir keresinde otobüsüm Birmingham’ın merkezinde bir yerde durmuştu ve ben de otobüsten inmiştim...
Birmingham kent merkezinden Selly Oak’a öteki otobüsü alabilmek için diğer durağa kadar 15 dakika boyunca yürümem gerekiyordu.
YERE ATTIĞIM BİR SOSİS KAĞIDI...
Yürürken bir kağıda sarılı olan bir sosis satın almıştım. Sosisi çabucak mideye indirmiştim ve Birmihgham Katedrali’nin yanındaki sokakta yürürken fazlaca düşünmeden elimdeki kağıdı kaldırıma atmıştım. (Bunu çok sık yapmam!) Oradan geçmekte olan bir polis arabası bunu görmüş ve yenimda durarak beni yanına çağırmıştı ve bana birşeyler söylemeye çalışıyordu. Hiçbir şey anlamıyordum ve polise dik dik bakıyordum, bana ne söylemeye çalıştığını tahmin etmeye çalışıyordum. Polis benim yabancı olduğumu anlayınca, o zaman bana kaldırıma atmış olduğum kağıdı işaret etti. O zaman ne olduğunu anlamıştım. Özür diledim, kağıdı yerden alarak çöp sepetine attım. Polis tatmin olmuştu ve ben de böylece bu işten kurtulmuştum.
İngiltere’de 10 yıl ve beş ay kaldım. İngilizcem gözle görülür derecede ilerledi, özellikle işte kullandığım resmi İngilizcem.
Ancak konuşma dili olan İngilizce’yi eğer İngiltere’de doğup büyümemişseniz öğrenmek herhalde imkansızdır...
Yakında İngiltere hatıralarımı kaleme almaya devam edeceğim...”
(Andonis Kasabis’in yazısını Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN – 26.2.2021)
Andonis Kasabis
DEVAM EDECEK