1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Korona Günlerinde İçe Bakmak
Korona Günlerinde İçe Bakmak

Korona Günlerinde İçe Bakmak

Medyanın ve çevremizdeki insanların baskısıyla olan bitenlere sürekli olarak dışsal, toplumsal, ekonomik perspektiflerle bakmaya zorlanıyoruz.

A+A-

Yılmaz Akgünlü
[email protected]

Dalgaların hırçınlığının altında denizin gözle görülmeyen engin sakinliği saklıdır. İnsanın zihninin karmaşasının altında da kalbimizin engin hazineleri yatar. Peki nasıl ulaşılır denizin derinliklerine, kalbin hazinelerine?

 

Hayatı ya da ölümü ilgilendiren her şey içimizde devam ediyor ve çalışıyorken, dışardan bu kadar çok haber gelmesinin ne gereği var?
William Law

 

Eğer yeterince sabreder ve beklersek deniz durulur, sakinleşir ve berrak sular derinlerdeki hazineleri ulaşılır kılar. Ve zihin sürekli uyarıcılarla coşturulmaz ve kendi haline bırakılırsa dinginleşir ve sonsuz hazineler görülür, yansımaları içimize dolar, ruhumuz sonunda yatışır.

Ancak modern çağ konuşma çağıdır, ses ve gürültü çağıdır. Her tarafımız bitmek bilmeyen sözcüklerle sarılıdır. Her an, her saniye bu gevezelik hiç bitmez. Sosyal medyadan, televizyondan, arkadaşlarımızdan, onlar yoksa kendi içimizde hiç durmayan bir takım düşüncelerle yaşar dururuz. Bunlardan bir an için kurtulacak olsak paniğe kapılır hemen düşünecek bir şey bulur ya da televizyonu açıp zihnimizi meşgul ederiz. Peki nedir bu telaş? Neyden korkuyoruz bu kadar? Neden sessizlik bu kadar kaygı veriyor?

Öte yandan sessizliği seven insanların dostlarıyla ve kendileriyle daha uyumlu olduklarını, çevrelerine huzur verdiklerini de fark ederiz. Sessizliğe dönebilen insanlar daha üretkendirler, yaşamla daha uyumlu akar görünürler. Sessizlik onları kaygılandırmaz. Peki neden? Bu konu üzerinde uzun uzun düşünebiliriz. Çok derin analizler yapılabilir. Ancak bu analiz ve yorumların da sözcüklerden oluştuğunu ve gene bir tür gürültü yarattıklarını düşünerek, daha önemli olanın sessizliği ve iç dünyayı teşvik edici, cesaretlendirici olmak olduğunu söyleyebiliriz.

Elbette sesler, sözcükler, konuşmalar, müzik ve her tür uyarıcıya ihtiyacımız vardır. Uyarıcılarla besleniriz ve büyürüz. Çağımızdaki sorun bütün bu seslerin, sözel ve görsel uyarıcıların sessizlikle dengelenmemiş olmasıdır. Sessizlik hiçbir sesin, hiçbir uyarıcının olmadığı bir hal değildir. Aksine sessizlik daha çok ve zengin uyarımların ortaya çıkmasına ve algılanabilir hale gelmesine olanak verir. Eğer bir orkestrada bütün müzik aletleri aynı anda ve hiç durmadan çalarsa hiçbiri duyulmaz olur. O yüzden şef sesleri organize ederek, kimi zaman her şeyi durdurarak, kimi zaman yavaşlatarak müziğin bütün zengin dokusuyla ortaya çıkmasını sağlar.

Sürekli gürültü yaratan bu kirliliğin asıl kötü tarafı anlamdan yoksun boş gevezeliklerden oluşmasıdır. Zihnimiz bu algı bombardımanıyla o kadar meşgul olur ki, etrafında olan ve ona seslenen çok daha güzel ve anlamlı şeyleri ne görür ne de duyar.

Her tür gürültünün de ayrı bir sessizliği vardır. Seslerin gürültüsü gibi, görselliğin de gürültüsü, düşüncelerin gürültüsü, ideolojilerin gürültüsü vardır. Eğer biri yanınızda yüksek sesle bağırıyorsa kuş seslerini duyamazsınız. Kaba olan narin, ince ve duyarlı olanı bastırır. Kötü ses iyi sesi kovar. Kötü, kaba ve ahmakça düşünceler derin, hakiki düşünceleri kovar. Radikal siyasi hareketlerin prim yapması da bundandır. Onlar öylesine çok edepsizce bağırırlar ki, bütün düşünceleri bastırıp akılda kalan birkaç ayırımcı, nefret dolu sloganla diğer fikirlerin önüne geçerler.

Korona Gürültüsü

Korona günlerinde de aynı gürültünün etkisini görüyoruz. Medyanın ve çevremizdeki insanların baskısıyla olan bitenlere sürekli olarak dışsal, toplumsal, ekonomik perspektiflerle bakmaya zorlanıyoruz. Elbette ki bu virüsün inanılmaz düzeyde büyük, derin etkileri olacaktır dünya için. Bunların tam olarak neler olacağını bilemeyiz. Ama bir şeylerin değişmesinin zamanı gelmişti çoktan. Şimdi bu tarihi dönemde olanlara sadece dünyayı yönetenlerin bizi bakmaya zorladığı biçimde değil, gerçekten bakmamız gereken şekilde bakmaya başlamak zorundayız.

Bu gürültüye bir son verip bir de kendimiz ve iç dünyamız açısından olayları yorumlamak ve anlamlandırmak durumundayız. İnsanların çoğunun eve kapanmaya zorlandığı ve bizlerin de bunu sağlık adına kabullenmek zorunda kaldığımız bu dönem birçoğumuz için farklı zorluklar içermektedir. Herkesin kendi özel zorlukları kendine, ancak bütün bunların ötesinde çoğunluk için aşağı yukarı ortak olan bir şey varsa o da bu ortamın ortaya çıkardığı fırsattır. Dış dünyadaki faaliyetlerimiz durma noktasına gelmiş ve belki de çoktandır özlediğimiz (ya da özlememiz gereken) ölçüde kendimize zaman ayırabilme fırsatı ortaya çıkmıştır.

Ancak çoğumuz muhtemelen bu fırsatı heba etmekteyiz. Zihnimiz hala daha muhtemelen dünyasal ilgilerimizle fazlasıyla meşgul. Çoğumuz bu kriz bittiğinde neler yapabileceğini düşünüyor. Krizden en çok etkilenenler, yani işlerini kaybedenler nasıl hayatta kalacağını düşünüyor. Birçok devlet birçok insan hayatını yeniden yapılandıracak, kartlar yeniden karılacak ve yeni bir oyun başlayacak. Ve ezilenlerin daha da ezildiği bir dünya, zenginlerin daha da zenginleştiği bir dünya göreceğiz. Ama bir şeyleri değiştirmek gene de elimizde.

Eğer öncelikle dünyada ve kendimizde neler olup bittiğini görebilecek cesarete ve güce kavuşursak ve doğru fikirleri üretebilirsek bu yeni dünyada daha sağlam bir duruşa sahip olabilir ve mutlu olmayı başarabiliriz.

İnsanın esenliğine giden yolda toplumsal düzenin değişmesinin mi daha önemli olduğu yoksa bireyin içsel çalışmalarının mı daha kritik öneme sahip olduğu hep tartışılagelen bir konudur. Elbette sağduyu der ki ikisi de olmalıdır. Ancak sağduyunun sesini kabullensek de çoğu zaman toplumsal düzendeki değişimi bekler dururuz. İnsanlar binlerce yıldır bunu beklemişlerdir. Daha iyi bir düzen, daha iyi bir yönetim… Bu uğurda nice mücadeleler verilmiş, birçok devrimler yapılmıştır. Belki bazı devrimler bazı yararlar getirmiştir. Ancak dikkatlice bakıldığında halkın büyük çoğunluğu ezilmekten kurtulamamıştır. Küba’nın tarihine bir göz atmak bize nasıl en sevilen devrimcilerin bile sonunda diktatörlere dönüştüğünü göstermektedir.

Değişimi dışardan beklemek bir insanın hayatını çoğu zaman gerçek konularda sorumluluk almaktan kaçarak geçirmesi anlamına gelebilir. Kapitalizme, devlete ya da bir diktatöre sövüp saymak, bütün suçlunun onlar olduğunu düşünmek kolayımıza gelir. Eğer içimizdeki başkaları üzerinde güç sahibi olma arzusundan kurtulamamışsak, eğer toplumsal yaşamda ün, itibar ve zenginlik kazanarak keyif çatma isteklerimiz hala bizi yönetiyorsa buna hakkımız var mıdır? Yani biz kirliysek başkasını suçlamak ne kadar anlamlı olabilir?

Elbetteki toplumda, dünyada olumlu gelişmelerin olmasını isteme hakkımız var. Özellikle insan ve hayvan hakları ve doğanın korunması konusunda aktif bir şekilde çalışmalıyız. Ancak bu konulardaki başarının kalıcı hale gelmesinin bilinçli, aydın ve bencilliğinden sıyrılmış insanlarla mümkün olacağını bilmek gerekir. Bir insanın karakter gelişiminin ölçüsü çevresindekilere ne kadar çok şey katabildiği ve onlardan ne kadar çok beslenebileceğiyle ilgilidir. Bu karşılıklı etkileşime sevgi adını vermek sanırım yanlış olmaz.

Kısacası yaşadığımız içsel olayları dışımızdaki dünyada, toplumda, doğada olan şeylerden ayıramayız. Dünyanın gidişatından etkileniyoruz ve bizde onu etkiliyoruz. Bu bizi şu fikre götürür: Ben dünya için önemliyim, en küçük şeyler bile dünya için önemlidir. Benim yapıp ettiklerim sadece beni bağlamaz herkesi etkiler. O halde sorumluyum. Varoluşçuların da altını çizdiği bu sorumluluk özgür bir birey olmamın kaçınılmaz bir sonucudur. Ben sadece kendime karşı değil, bütün dünyaya karşı sorumluyum.

Peki sorumluluğum nerde başlar? Bir insan olarak her şeyden önce ve temel olarak kendimden ve düşüncelerimden sorumluyum. Kendim dediğim şey en başta bedenimdir. Bedenimin sağlıklı ve işlevsel olmasından sorumluyum. Beden derken içinde zihnimin de olduğu bu dünyadaki somut varlığımdan bahsediyorum. Sabah kalktığım anda bu sorumluluğu hissetmeliyim. Bu çok basit ve hepimizin bildiği bir şey, lakin zor ve değerli olan bu tür basit ama çok önemli gerçekleri koruyabilmek değil mi?

Beden sağlığımızı koruma konusunda dünyada epeyce bilgiyle çevrelenmiş durumdayız. Artık aşağı yukarı herkes bedensel anlamda sağlıklı olmak için temiz olmak, iyi beslenmek ve egzersiz yapmak gibi şeylerin öneminin farkında. Buna karşın zihinsel, ruhsal sağlığımız hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Çevremizden derme çatma bazı bilgiler ediniyoruz. Bunların çoğu doğruluğundan ya da etkinliğinden şüphe edilebilen basmakalıp düşünceler.

Zihin sağlığı kavramı bile ifade olarak yetersiz. Bir şeyin sağlığı derken gerçekte ne kast ederiz? Belki de zihin sağlığı olarak anladığımız şeyin kendisinde bir hata vardır. Belki de önce zihnimizde çözmemiz yaşamamız gereken çok büyük çelişkiler ve sorunlar vardır. Ve insan ilkin acı dolu olabilecek bu sorunları çözmeden, zorlu çabalarla dünyayı ve kendini tanımadan kolayca sağlıklı olamaz. Yani sağlıksızlığını yaşamadan sağlıklı olamaz. İnsan kendini bile isteye sağlıksızlığını yaşamaya yöneltebilmelidir.

Zihnimizin bedenimizden çok farklı bir yapısı vardır. Bedeni dışardan görürüz, bir sorunumuz olduğunda doktora gideriz ve belli tedavilerle beden sağlığı kazanılabilir. Ama söz konusu olan ruhumuz, zihnimiz olduğunda işler çok farklıdır. Zihin sürekli işler ve düşünür. Yaşadıklarımızı anlamlandırmak isteriz, bu dünyada neden var olduğumuzu anlamak isteriz. Her işimiz yolunda bile olsa kendimizi aşmak ve daha ötedeki bir gerçekliği algılamak isteriz. Çok uzun ve sağlıklı yaşayacak bile olsak bu bizi mutlu etmeyebilir. Çünkü yaşamın bize sorduğu birçok sorular vardır. Bizim kendi kendimize sorduğumuz sorulardır bunlar. Sağlıklı olsak da bu soruları çözebilmek için kendimizi zora sokabiliriz. Sağlığımızı bile feda edecek yoğun çalışmaların içine girebiliriz. O yüzden zihin sağlığına beden sağlığına yaklaştığımız gibi yaklaşmak her zaman uygun olmayabilir.

Düşüncelerinden sorumlu olmak

Dünyaya karşı sorumluluğumuz kendimizden başlar demiştik. İnsanın en yakınında olan ve değişime en uygun olan ama maalesef en az da değiştirebildiğimiz şey düşüncelerimizdir. Düşüncelerimizi çok fazla sahipleniriz. Onlarla kendimize bir dünya kurarız. Ama eğer yanlış kurulmuş bir dünyaysa bu hep bir şekilde yanlış gider. Ve bu düşüncelerle sadece kendimizi değil yakınlarımızı da kısıtlamaya başlarız. Doğru, yanlış ve ahlaklı olan hakkında birçok düşüncemiz vardır. Bunları gelenek yoluyla ailemizden ve ait olduğumuz kültürden alırız. Ama bu düşüncelere karşı da sorumluyuz aslında. Herkes öyle düşünüyor diye bu düşüncelerin, inançların doğru olduğunu kabul edemeyiz. Herkes gibi düşünüp yaşayarak kendimizi doğrulayamayız. Ama maalesef doğrularız ve kendimizi değişmeyen, yerinde sayan sıkıcı bir dünyaya hapsederiz. İnsanların düşüncelerini sorgulayın, eğer dünyayı kesin şekillerde açıklıyorlarsa ve düşüncelerini değiştirmiyorlarsa onların da değiştirilemez olduğunu görürüz. Bu bize acı verir. Çünkü düşüncelerini değiştirmeyen bir insanla üretici olamazsınız. Düşünceleri katı olan bir insan bizim yaşam enerjimizi çalar. Ya ona uymak zorundayızdır ya da uzak durmamız gerekir. Bu dünyada düşüncelerden daha kolay edinilen ama bir o kadar da kurtulması zor, bulaşıcı ve zehirli bir şey yoktur.

İç dünyamız bu değişmez sağlam düşüncelerle kısıtlanmıştır. Bütün düşüncelerimiz kötü ya da zehirli olmayabilir. Sağlam ama işlevsel olan düşüncelerimiz de olabilir. Bu düşünceler başka düşünce ve bakış açılarına izin veren esnek ve kapsayıcı düşüncelerdir. Bunlar sözcüklerle ifade edilmekten çok duygularla, hislerle ve yaşama karşı aldığımız üretken ve yapıcı bir tavırla kendini gösterir.

Bunun daha ötesi insanların kendileriyle ve başkalarıyla konuşmadan (ya da daha doğrusu ayırımcı konuşmalar olmadan) sessizlikle, şiirle, müzikle anlaştıkları haldir. Zihin hallerini ve onun bize olan etkisini şu örnekle açıklayabiliriz.

Bir konserde bulunan beş kişiyi hayal edelim. Bunlardan birisi konser geldiğinde son derece kaygılı ve düşünceli olsun. Bu kişi konser sırasında müziği neredeyse hiç duymamakta, sesler ona çok uzaktan gelen bir şey olarak görünmektedir, zihni oraya gelmeden önce olan bir olayla ya da çözemediği bir sorunla meşguldür. İkinci kişi biraz müziği dinlemekte arada kopmakta ve düşüncelere dalmaktadır. İlgisi biraz dağınıktır ve pek de keyif aldığı söylenemez. Üçüncü ise kendini müziğe tamamen vermiştir. Dikkati müzikle tam olarak bütünleşmiştir. O andan başka bir şey onu ilgilendirmemektedir. Ne geçmişe takılmıştır ne de geleceğe. Ama bu yeterli mi peki? Dördüncü kişi gene müzikle bütünleşmiştir ama bir yandan da müzikle yaratıcı bir bağ kurmuş, onunla hayal gücünü de kullanarak bir yolculuğa çıkmıştır. Müzikle kurduğu bağ onun zihnini açmakta ve olası anlamları farklı şekillerde duyumsamaktadır. Peki beşincisi? İşte o kişi müziği duymakta ama onu dinlememektedir. Müzikle kurulabilecek en üst düzeyde ilişkiyi kuran odur aslında. Beşinci kişi bizim pek de alışık olmadığımız bir düzeyde zihnini çalıştırabilmektedir. O müziği duyar ama zihninin onun tarafından sürüklenmesine izin vermez. Sürüklense de bunu fark edip kendini seslerden özgür kılabilmektedir. Onun da zihninde dördüncü kişi gibi farklı anlamlar ve açılımlar oluşmaktadır ama o bunlara kapılmadan kendini ve var olan her şeyi izleyebilmektedir. O müziği dinlerken aslında bütün evreni dinleyebilen kişidir.

Bu insan zihninin hapishanesinden çıkabilen kişidir. Sonsuzluk yolculuğunda yol alabilen kişidir.

Peki ama insanın gerçek hapishanesi neresidir? Bu soruya Budist bir rahip olan Ajahn Brahm mutsuz olduğumuz yerdir diye cevap veriyor. Kaybolma Sanatı adlı kitabında bir anısından bahseder. Bir grup insana konuşma yapması için bir yere davet edilir, organizatörler Brahm’a beş yıldızlı bir otel ayarlarlar. Fakat Brahm oteldeki şatafattan çok sıkılır, kendini mutsuz hisseder, bu yaşam biçimi onun evi değildir. Sonra başka sıradan bir otele alınır ve orda rahat eder. Bir başka çok sevilen bir rahip ise çevresinde onu kıskanan başka rakiplerinin iftirasına uğrar ve 3 senelik bir hapis cezası alır. Fakat hapishaneye düşen rahip orada kendini son derece özgür hisseder. Manastır yaşamındaki birçok yükten kurtulmuş olduğu için kendini okumalarına ve meditasyonlarına verebilir. Orasının evi olduğunu hisseder. Bu iki kısa anekdot korona günlerinde bize çok değerli bir mesaj vermektedir. Her yerde mutlu olmamız mümkündür, mutlu olmak için çok fazla lükse ve imkana gerek yoktur.

Buradaki kilit nokta çok fazla şey istememektir. Kendimizi huzurlu ve üretken hissettiğimiz ortam ve insanlar bizim evimizdir. Dışsal, fiziksel bir özgürlük anlayışı sonu olmayan bir çıkmazdır. Bize ne kadar çok imkan verilse de daha çoğunu isteriz. Eğer insanlar bir gün başka gezegenlere kolaylıkla gidip gelmeyi başarırlarsa dünyada kalmak bile bazılarına bir hapishane gibi gelebilir. İçe dönmek bulunduğun koşulların ne kadar kısıtlı görünürse görünsün seni kısıtlayamayacağını kavramakla başlar. Özgürlüğü ve mutluluğu dış koşullara bağlamak insanı o koşullara bağımlı kılar. Para, statü, lüks yaşam gibi varlığı doğrudan bize bağlı olmayan şeylerde yani kaygan ve aldatıcı zeminlerde gerçeği ve anlamı aramak kendini sürekli diken üstünden tutmak demektir. Oysa ki zihnimizde nice açılımlar mümkündür. Zihnimiz dış dünyayla arasındaki engelleri ortadan kaldırdığı anda gördüğümüz, algıladığımız her şey bizim için sonsuz bir güzelliğe sahip olur.

Shunryu Suzuki diyor ki: “Çalışma alanımız günlük yaşamdır. Düşünen zihne, hayal gücüne veya duygusal etkinliklere esir düşmek yerine gerçek anlamıyla düşünürüz biz. Düşünmek bize her şeyi kapsayan gerçek benliğimizden gelir. Daha biz onlar hakkında düşünmeye kalmadan ağaçlar, kuşlar ve her şey düşünmektedir zaten. Ve düşündüklerinde inler veya cıvıldarlar. Onları düşünmesi böyle olur. Bundan fazlasını düşünmemize gerek yok. Şeyleri olduğu gibi görmek zaten düşünceyi içerir. Çalışmamızdaki düşünme işte böyle saf bir düşünmedir, o yüzden daima kendi kendimizden de özgür oluruz.”

Çağımızda bilgi edinmek, kendini bulmak, iç dünyaya yönelmek gibi düşünceler Suzuki’nin bahsettiği saf anlayıştan uzaklaşmıştır. Bugün kendini bulmak denince kendi hakkında bir takım fikirlere ve yorumlara sahip olmak anlamına gelmektedir. Bilgi edinmek dış dünyayla ilgili nesnel bir uğraş olmuş, iç dünya ise hayallerin, kurguların ve dünyayı açıklama iddiasındaki öğretilerin benimsenmesi olarak görülmüştür.

 

 

 

Bu haber toplam 5336 defa okunmuştur
Gaile 477. Sayısı

Gaile 477. Sayısı