Köşklüçiftlik’te hatıralarla dolu bir ev... (1)
Gancellinin dışında durup sarı taştan bu eve bakıyorum...
Gancelliyi açıp içeri giriyorum... Henüz çocuk yaştayım... Bugünde durup geçmişe doğru yol alıyorum...
Bugün ve gelecek “flu” ve belirsizliklerle dolu – bu yüzden geçmiş çok daha kesin, çok daha belirgin bir sığınak gibi duruyor hayatımızda...
Bugünde durup da geçmişe bakmak ne kadar rahatlatıcı – hem hüzünlü, hem mutlu birşey bu çünkü geçmişte sokağa çıkma yasağı yok, mesafe yok, dilediğiniz yere girip çıkabiliyorsunuz... Dilediğiniz hatıraları çağırıp tekrar tekrar oynatabiliyorsunuz... Kimsecikler size karışamıyor – geçmiş çok net biçimde kalbinizde yaşıyor çünkü...
Köşklüçiftlik’teki sarı taştan bu olağanüstü ev de, çocukluğumdan bana kalan en güzel hatıralarımın barındığı bir sığınak – özlemlerimin, acılarımın, sevinçlerimin, kaygılarımın barındığı bir yer burası... Ben küçükken annemle birlikte hemen her gün gittiğimiz Şerif teyzemin güzel evi burası... Bu evin her bir ayrıntısını, her bir kokusunu, her bir taşını hatırlıyorum... Bu evde geçirdiğimiz saatleri, yediğimiz yemekleri, kurabiyeleri, gollifaları, hurmaları, tatlıları, macunları, içtiğimiz çorbaları, leymonaddaları, sumadaları... Salıncağın gıcırdayan sesini, kuyudan su çeken motorun gıcırtısını, yaseminlerin kokusunu, o sarı taşların denizi hatırlatan tuzlu kokusunu, mum çiçeğinin dokusunu, güllerin kokusunu, cilalanmış tahta kokusunu ve hatta Gülter ablanın piyanosunun kokusunu bile çok iyi hatırlıyorum...
Köşklüçiftlik’te, Şerif Arzık Sokağı’ndaki bu ev, Şerif teyzemin evi... Şerif teyze ve Mustafa Zaim eniştemin evi...
Şerife Zaim teyzemin adı ama biz ona Şerif teyze dedik hep...
Henüz 15 yaşında evlendirilmiş Mustafa Zaim’le...
Şerif teyze, annemin kızkardeşi – onlarla Afet teyzeleri ilgilenmiş... Afet teyzenin hiç çocuğu olmamış... Nenem Ziba’nın kızkardeşiymiş Afet teyze... Ben doğmadan önce öldüğü için, Afet teyzeyi ben yetişmedim ama ablam İlkay Adalı ve abim Alper Uludağ onu hatırlıyor...
1947’den ölünceye kadar yani 1951 yılına kadar, Ermu Caddesi’nde, Ayios Yakovos Sokağı’nda benim hiç görmediğim evimizde kalıyormuş Afet teyze... Ablamla aynı odayı paylaşıyormuş... Ablam 1944 doğumlu olduğuna göre, Afet teyze vefat ettiğinde ablam yedi yaşındaymış... O nedenle Afet teyzeyi hatırlıyor... Abim 1947 doğumlu, yani dört yaşındaymış Afet teyze vefat ettiğinde – en yaşlı halini hatırlıyor abim Afet teyzenin...
Ermu Caddesi’ndeki evi ve bir de dükkanı anneme armağan etmiş Afet teyze ve Kazım Çavuş... Afet teyzenin eşiymiş Kazım efendi ve ya Piskobu’dan ya da Evdim’den zengin bir adammış – kendi çocukları olmadığı için, Afet teyzenin kızkardeşi Ziba nenenin evlatlarına gözkulak olmuşlar, onlara bakmışlar, okutmuşlar, evlendirmişler... Birer ev vermişler Ermu Caddesi’nde ömürleri yettiğince... Her evlenecek olana bir ev verirlermiş Ermu Caddesi’nde – böylece anneme de, Şerif teyzeme de birer ev vermişler. Şerif teyzenin oğlu Ahmet Zaim’e de bir ev vermişler, Mustafa Fikri Soyer dayıma ise bir dükkan vermişler... Kazım Çavuş, Yılmaz abiye de evleneceği zaman bir ev vermeye söz vermiş fakat ömrü yetmemiş onun evlendiğini görmeye... Yılmaz abi 1957 yılında güzeller güzeli Sonuç yengeyle evlendiği zaman, Kazım Çavuş artık hayatta değilmiş – bu yüzden Yılmaz abiye Ermu Caddesi’nde söz vermiş olduğu evi verememiş... Ama ne gam – evler, eşyalar, dünyanın malları gelip geçici hep – Afet teyzeyle Kazım Çavuş’un Ermu Caddesi’nde, Ayios Yakovos Sokağı’nda, kilisenin hemen yanında anneme verdiği ev ve dükkan da Ermu Caddesi Lefkoşa’yı bölen hatta dönüşünce, ara bölgede kalmış, Birleşmiş Milletler Barış Gücü yerleşmiş içine ve bir süre kira da ödemişler anneme ama sonra eve büyük de zarar vermişler ve o ev, o hayalet bölgede, artık hiç gidemediğimiz, göremediğimiz, ziyaret dahi edemediğimiz bir hayalet ev olarak kalakalmış...
Annem Türkan Uludağ’ın kaleme aldığı hatıralarına göre, aslen Evdimli olan Mustafa Zaim, Kazım Çavuş’un dükkanında çalışıyormuş, sonra onu Şerif teyzeyle evlendirmişler... Evlendikleri zaman annemin hatıralarına göre Mustafa Zaim polis yazılmış ve Mağusa’ya tayini çıkmış... Yılmaz Zaim abimizin eşi Sonuç yengenin anlattığına göre, Kazım Çavuş, Mustafa Zaim’in dayısıymış... “Zaim” soyadı da Kıbrıs ziyametlere ayrılmış, Mustafa Zaim’in ataları o bölgenin ağası olduğu için “Zaim” soyadı oradan geliyormuş...
Şerif teyzeyle Mustafa Zaim’in dört evladı olmuştu: Ahmet Zaim, Yılmaz Zaim, Gülter Zaim ve Yalkın Zaim... Ama Sonuç yengenin anlattığına göre, Yılmaz abinin asıl adı Kazım Yılmaz Zaim imiş fakat “Kazım”lığı hiç kullanmamış, herkes onu Yılmaz olarak biliyormuş...
Şerif teyze ile Mustafa Zaim evlendikten sonra polis yazılan Mustafa Zaim eniştenin tayini Mağusa’ya çıkınca, Şerif teyze yalnız kalmasın diye rahmetlik annemi Mağusa’ya, ablasının yanına göndermişler... Böylece annem Şerif teyzelerle birlikte kalmaya ve Mağusa’da ilkokul son sınıfı okumaya başlamış. Ahmet Zaim dünyaya gelince, annem ona bakıyormuş... Ama annem okumaya devam etmek istiyormuş... Kazım Çavuş’un Mağusa’ya geldiği bir gün, “Ben çocuk bakıcısı olmak istemem, okumak isterim” demiş Kazım Çavuş’a... Ve Afet teyzesinin eşi Kazım Çavuş, “Tabii ya...” demiş anneme. “Sen merak etme ve üzülme... Okullar açılacağı zaman ben gelip seni alacağım, bizimle kalacaksın ve okula devam edeceksin...”
Böylece, annemi okutmuşlar ve annem öğretmen olmuş...
Şerif teyzemler, Köşklüçiftlik’teki bu güzel, sarı taştan evi yapabilmek için Ermu Caddesi’ndeki evi satmışlar...
Gancelliden içeriye girdiğimizde, bu güzel eve birkaç mermer basamakla çıkıyorduk... İçeriye girmeden önce, bu sarı taştan evin o güzel duvarlarına yaslanmış güzel bir tül çiçeği ve bir de mum çiçeği dururdu... Gülter ablanın odasının balkonuna yaslanmış olan dev ve alçak bir yasemin ağacı vardı...
İçeriye girerdik ve sündürmedeki minderlere otururduk... Burası camlıktı – böylece sokaktan gelip geçeni görebilirdik... Tam karşıda Kıyal ablaların evi vardı – Kıyal ablanın eşi Mustafa Bey, heykeltraştı ve bahçedeki havuzda bir kadın heykeli dururdu kendi yaptığı... Mustafa Bey’in pipo içtiğini ve evlerinde çok güzel biblolar olduğunu hatırlıyorum... Mustafa Beyler’in evinin üst kısmında Muhittin İkidereli otururdu... Mustafa Beyler’in evlerinin bir yanında annemin rahmetlik Sıtkı amcası ve eşi Kadiriye yengelerin evi, diğer yanda da Beria Hanım ve Beha Beyler’in evi vardı... Çok kibar ve hoşsobhet bir kadındı Beria Hanım, onu çok iyi hatırlıyorum... Sanki renkli gözleri vardı... Uzun boylu, beyaz tenli, hep gülümseyen bir insan olarak hatırlıyorum onu... Uzun, pilise etekler giyerdi, twinsetler ve sanki inci kolyeler takardı... Çocuk aklımda öyle kaldı...
Her ikindin annem kütüphanedeki işinden çıkınca bu eve gelirdik... Bu yüzden bu ev, çocukluk hatıralarımda çok büyük bir yer tutuyor...
Şerif teyze, beyazlanmaya yüz tutmuş gri renkli saçları, kulağında sallanan yuvarlak altın küpecikleriyle karşılardı bizi... Şerif teyzede de, annemde ve Fattuş teyzede ve tüm dayılarımda olduğu gibi hep bir gülümseme ve bir mizah duygusu vardı – lafını sakınmayan bir aileydi annemin tarafı... Zaman zaman espri de yaparlardı... Annem yaşadığı bütün dramatik ve acı olaylara karşın, gülümseyişini yitirmemiş ve o gülüşü bana aktarmayı başarmıştı... Ama yine de acı olayların izleri vardı annemde – bazan ağlardı, babamın yokluğuna... Babamın ölüm günü yaklaştığında bir hafta önceden hastalar olurdu – her sene okuttuğu mevlit için hummalı bir hazırlığa girişirdi... Belki de ben olmasaydım, annemin hayatı daha farklı olacaktı... Yedi yaşında öksüz bir çocuğu olduğu ve onu yetiştirmek zorunda olduğu için belki de hayata sımsıkı sarılmak zorunda kalmıştı... O kadar çok yerden, o kadar çok darbe yemişti ki, başlıbaşına bir mucizeydi anneciğim... Ve ailesine çok ama çok düşkündü... Şerif teyzeyi de çok severdi ve her ikindin ona gitmekte ısrar ederdi...
Köşklüçiftlik’teki bu güzel evdeki sündürmede esas sokak kapısı vardı, oradan içeriye girdiğimizde, aynalı bir askılık ve askılığın üstünde de Gülter ablanın yaptığı yağlıboya bir tablo asılı dururdu – tabloda kara çarşaflı bir kadın, elinde siyah şemsiye tutuyordu... Bir seyyar satıcı vardı tabloda – sanki Sarayönü’nü resmetmişti Gülter abla, küçük bir yağlıboya tabloydu bu ama renkleri çok güzeldi... Kara çarşaflı kadın ve tuttuğu siyah şemsiye beni ürkütürdü biraz, tüylerim diken diken olurdu... Oldum olası siyah rengi sevmez ve ürkütücü bulurdum... Bu yüzden bu tablonun yanından hızlı hızlı geçmeye çalışırdım..
Burada birkaç koltuk vardı – ve bir diğer tablo daha asılı dururdu... Büyükçe bir tabloydu bu, Yalkın ablanın yaptığı, yağlıboya bir tablo, Girne Kapısı’ndaki bayrak törenini gösterirdi... Eskiden Girne Kapısı’ndaki bayrak törenine çoluk çocuk herkes gider, mücahitlerin bandosunun marşlar çalmasını dinlerler ve törenle Atatürk Heykeli yanındaki bayrak göndere çekilir ya da indirilirdi – tam ayrıntılarını hatırlamıyorum ama bayrak töreni olduğu zaman, trafiğin kesilerek herkesin beklediğini hatırlıyorum...
Yalkın ablanın bir de Saray Otel’i ve Sarayönü meydanının bir kısmını gösteren bir yağlıboya tablosunu daha hatırlıyorum...
Gündelik oturma odasının sağında Gülter ablanın odası vardı...
Gülter abla hep mezdeki tüterdi – mezdekili sakızlar çiğnerdi Gülter abla, Öğretmen Koleji’nde öğretmenlik ederdi... Hem Yalkın abla, hem Gülter abla, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde okumuşlardı – Yalkın abla önceleri ilkokul öğretmeni olarak başlamıştı ancak daha sonra okuyup Kız Lisesi’nde resim öğretmeni olmuştu... Bu yüzden ev, onun tablolarıyla doluydu... Gülter abla da resim yapardı ve onun tabloları da evin dört bir tarafında asılıydı...
Gülter ablanın odasının zemini de tahtaydı ve mis gibi cila tüterdi – odasında piyanosu vardı... Gülter abla, piyano çalmayı çok severdi...
Bu piyano, benim içimde çok büyük bir özlemdi – çok yoksulduk, piyano alacak paramız yoktu ve binde bir Gülter abla bu piyanoyu çalmama izin verdiğinde çok mutlu olurdum... Annem ondan bu piyanoyu benim için satın almak istemiş ama Gülter abla “Bu benim ilk piyanomdur” diyerek satmamıştı... Misafir odasında bir de kuyruklu piyanosu vardı ama sanırım bunu daha sonra almıştı...
Edgar Degas'ın “Balerin” adlı resmini sanırım rahmetlik Gülter Zaim ablamın piyanosunun üstünde duvarda asılı görürdüm küçükken... Piyanonun üstünde bir de küçük, öfkeli Beethoven büstü dururdu... Gülter abla, çok titiz, huysuz ama dürüst ve adil bir insandı... Bazan çok söylenirdi... Annem Gülter ablayı çok severdi – hatta öleceği zaman hastanede yatırken Gülter ablayı görmek istemişti... Aileden başka herhangi birisini değil, ille de Gülter ablayı görmek istemişti... “Beni gerçekten bir sen seven, bir da Gülter” demişti bana ölmeden bir süre önce... “Ben bilirim beni kim sever, kim sevmez” demişti... Gülter ablayı aramıştım ve gelmişti ama annem artık yoğun bakıma girmişti – bir daha bu yoğun bakımdan çıkamayacaktı... Yine de son bir kez, Gülter ablayı görmüştü, henüz vefat etmeden önce...
Köşklüçiftlik'teki o güzel, sarı taştan yapılmış evde, ikindi vakti kuyudan su çekip bahçenin sulanmasını sağlayan motor çalışırdı gıcır gıcır... Teyzem bademli kurabiyeler yapardı ağzımızda dağılan... Onu hep mutfakta ter içinde uğraşırken, merdivenin üstünde asma yaprağı toplarken ya da ailede doğum yapacak olanlara bebek giysileri veya pattaniyacık işlerlen hatırlarım...
O sarı taşların bir kokusu vardı, denizi çağrıştıran tuzlu bir kokuydu bu...
Her ikindin oradaydık. Teyzemin bahçesindeki dev yaseminden, dizmek için yasemin toplardım, kuyunun yanındaki paslı salıncakta sallanırdım... Teyzemin ekşi leymonaddasını içerdim...
Şerif teyze hurmaları kesme zamanı geldiğinde, mutlaka bir kılıç ayırırdı anneme ve bunu sevinçle eve getirip mutfağa asardık – piştikçe üstünden toplayıp yerdik...
Her yılbaşı Şerif teyze mutlaka gollifa yapardı – bu gollifanın tadını da asla unutmadım... Asla onun gibi gollifa yapana rastlamadım... Ya da hatıralarım bana oyun oynuyor ve o evdeki lezzetlerin başka hiçbir yerde olmadığına inandırıyor beni...
Bu evde odaların çoğunun zemini tahtaydı, bu yüzden cila tüterdi, tahta gibi tüterdi odalar...
Dev bir kökayna vardı...
Yemek odasında duvarda yağlıboya bir tablo vardı, masanın üstünde meyvaları gösteren... Yıllar sonra yeğenim Tamer Zaim, bu tabloyu yapanın Gülter abla olduğunu söyleyecekti bana – aslında iki tablo vardı, sanırım ikisi de yemek odasında asılıydı... Bunlardan birisi karışık meyvalar, diğeri de narlardı...
Gülter ablanın yaptığı bir yağlıboya tablo daha vardı ki o da Beethoven’in tablosuydu – bu tabloyu da Beethoven’in küçük büstüne bakarak yapmış Gülter abla – bunu da Tamer yeğenimden öğrendim...
DEVAM EDECEK