KÖTÜ DOĞULUR MU OLUNUR MU? JOKERİ ANLAMAK
İnsanlar şiddeti nasıl bir eylem biçimi olarak seçerler? Bir varoluş mücadelesi içerisinde oldukları için mi, yoksa içlerinde zaten bir şiddet aşkı olduğu için mi?
Uygar Erdim
[email protected]
Son zamanlarda adından sıkça söz ettiren ‘Joker’, gelmiş geçmiş en çok izlenen antagonist (kötü karakter) filmi olma yolunda ilerliyor. Filmin reklam kampanyalarını ve bir DC karakteri olmasını bir tarafa bırakırsak, tek başına kötü karakterin nasıl bu kadar ilgi gördüğü dikkat çekici bir konudur. Batman’in ezeli düşmanı Joker, bu defa Batman olmadan sahneye çıkmıştır. ‘Joker’ sadece ‘kötü adam’ etiketinin ötesine geçip, kötülüğün oluşturulan bir şey (özellikle toplum tarafından) olduğunu vurguluyor.
Filmin analizine geçmeden önce şunu belirtmekte yarar var:
Son izlediğimiz Joker filmi ile öncekiler arasında bir karakter gelişim farkı vardır. Diğer Joker’ler artık tam kötü adam kıvamına ulaşmış ve kötülük yapmaktan zevk alan ve bunu sebepsiz yere yapan karakterlerken, son Joker filmindeki karakter, kötülüğü sadece bir yaratılış meselesi değil, bir olma meselesi olarak ele almaktadır. Yani Joker aslında kötü olmayabilirdi ama yaşadığı olaylar onu kurban rolüne büründürmüştür. Kendi kişisel olgunluğunu kötülük yaparak tamamlar ve artık bir kurban olmayı reddeder. Karakter, ilk etapta kötülükten zevk alıp almadığını sorgulamakta ve yaptığı şeylerden bir nevi vicdan azabı çekmektedir. Kötü olmaya karşı direnmektedir. Kibarlığı elden bırakmamaktadır. Onu, bir önceki çizgi roman karakterlerinden ayıran başka bir nokta ise, karakterin yaşadığı sınıf çatışmasını göstermesidir. Kahramanlara saygı duyanların dünyasında Bruce Wayne’nin babası Thomas Wayne, idealleştirilmiş ve yardımsever bir zenginken, Joker gibi itilmişlerin (1) dünyasında sistemin ilerlemesini sağlayan ve alt tabakayı hor gören sahte yardımseverlerden birisidir. İşte Joker tam da bu karakter çatışmasından çıkıp yolunu buluyor ve kendisi gibi toplumun dışına itilmiş insanların sesi olmayı başarıyor. Filmin, gişe başarısındaki etkenlerden bir tanesi de bu empati kurmadaki başarıdır. İzleyiciler bir anlığına Batman’in ve süper kahramanların hegemonyasından çıkıp Joker’i anlamaya başlıyor. Ta ki işin içerisine şiddet girinceye kadar! Şiddet kendi başına ortaya çıkan bir olgu değildir. Bir tür görünmez baskı sonucu ortaya çıkan şiddet, baskının ağırlığı ölçüsünde kendini dışa vurur. Uzun zaman, sorunu görmeme konusunda direten insanlık, bir anda ortaya çıkan dışavurumu korkarak izler. Tıpkı ortaya çıkan terör eylemleri gibi! Ancak burada başka bir konu da gündeme gelmektedir. İnsanlar şiddeti nasıl bir eylem biçimi olarak seçerler? Bir varoluş mücadelesi içerisinde oldukları için mi, yoksa içlerinde zaten bir şiddet aşkı olduğu için mi? Önceki jokerler ikinci sorunun cevabı iken, 2019’daki Joker daha çok birinci soruya verilen bir cevap gibidir. Onun için artık kötülük bir var olma halini almıştır. Ya tamamıyla yok olacaktır ya da sistem diye nitelendiren her şeyi yok edip kendi varoluşunu ispatlayacaktır. Bu mücadelesi kabul görmediği veya anlaşılmadığı için de, ‘akıl hastası’ olarak nitelendirilecektir. Ancak o bunu da kabul etmemektedir. Ona göre akıl hastalığı da sistem tarafından üretilmiştir. ‘Neyin uygun olup neyin uygun olmadığını kim belirler’ diye sorar Joker. Sürekli bir şeye yanlış ya da doğru deme ihtiyacı hisseden sistem, kendini bir komedyen olarak gören Artur Fleck’in (Joker) komik olmadığına hüküm getirmiştir. ‘Neyin komik olup neyin olmadığını da belirliyorsunuz’ diyen bir Joker vardır karşımızda ve sürekli olarak alay konusu olmaktan bıkmıştır. İyilik sınırlarının dışına çıkıldığında zekasını daha iyi kullanabildiğini fark eden Joker, artık insanlardan onay beklemez ve kendi eylemlerini üstün zekasına bağlamaya başlar. Kendini özgür, diğerlerini esir olarak görür. Çünkü ona göre asıl hastası olan toplumdur.
Joker, en yüksek hasılatlı R-rated (yaş sınırlaması) filmi olan Deadpool’u da geride bırakarak zirveye yerleşir. Bu, DC kahramanlarının bile yakalayamadığı bir başarıdır. Aksiyonu az, dramı yüksek karanlık atmosferli filmler, demek ki karakter gelişimi iyi olunca da başarı sağlayabiliyormuş. Elbette bu analiz, filmin sahip olduğu niceliksel başarı sebebiyle yapılmadı. Şiddet ve toplum ilişkisi, medyanın kitleleri yönlendirme gücü ve en önemlisi toplum düzenine umudu kalmamış insanların kötü karakterleri süper kahramanlardan daha inandırıcı bulmaya başlaması bu yazının belli başlı sebepleri arasındadır. Filmin yönetmeni Todd Phillips’e şiddeti özendiren bir film yaptığı ile ilgili eleştiriler bile geldi. Phillips ise sanatın karmaşık olduğunu ifade ederek filmin, silah taşıma ve şiddet gibi bazı toplumsal konulara tartışma olanağı sağlamasının iyi bir şey olabileceği yönünde bir cevap verir. Joker, bu bağlamda dikkatle incelenmesi gereken bir film. Filmin yapımcı şirketi Warner Brothers da, bir yazılı açıklama yapma ihtiyacı hissetmiş ve filmin şiddeti özendirme gibi bir niyeti olmadığını ve filmin karakterinin bir kahraman olarak betimlenmesini amaçlamadıklarını, gerçeklikle bir ilgisi bulunmadığını belirtmiştir. Bakacak olursak, onlarca Batman filminden sonra gerçek hayattaki insanların yarasa kostümü giyip kahramanlık yapmaya özendirilmelerini iddia etmek ile Joker’i izleyenlerin şiddete özendirildiğini söylemek çok farklı şeyler değil. Yine de Amerika’da bireysel silahlanma ve silahlı saldırılar sıkça yaşandığı için, asıl tartışılması gereken belki de insanların şiddete ihtiyaç duyması değil, şiddet eylemleri gerçekleştirecek araçlara neden bu kadar kolay ulaşıldığıdır. Sinema, bazen kendi içimizde tartışmadığımız konuları bize gösterir. Söz konusu eğer şiddetse, bunu süper kahramanlar da yapmaktadır. İşin ironik tarafı iyiliğin veya süper kahramanların bir kötü eylem sonrası doğmasıdır. Efsanevi Batman karakterinin doğuşu, kontrolden çıkan kötülüğün eylemleri sonucunda olmuştur. Annesi ve babası katledilen Bruce Wayne (Batman) ömrünü adalet için savaşarak geçirir. Yine sistemdeki bir eksiklik söz konusudur. Güvenliğini sağlanamadığı bir şehirde, adalet ve güvenliği kendi sağlamaya çalışır. Bu noktada bir süper kahraman ya da bir süper kötü olmak arasında ince bir çizgi belirir. Şimdiye kadar hep kahramanların geçmişi anlatıldı. Kahramanların nasıl aşamalardan geçerek ‘kahraman’ olduğu gösterildi. Ancak kötülerin nedense nasıl kötü olduğunu gösteren hikayeler hep es geçildi. Bir sinema filminde kötü karakterlerinin mutlaka hepsinin ayrı bir hikayesi olması gerektiğini vurgulamıyorum. Zaten önemli olan hikayenin kendisi ve nasıl ilerlediğidir. Ancak klasik anlatı sinemasında kötü karakterler kendi hikayelerini duyurma şansı bulmuyordu. Sanki kahramanların sonradan kahraman olma şansı varmış ama kötüler her zaman kötüymüş, sonradan kötü olmaları onların suçuymuş gibi bir izlenim hakimdir. İşte belki de tam bu aşamada kötülük diye nitelendirdiğimiz olgu, karakterler için çekicilik taşımaya başlıyor. Kendi hikayesini duyurmadan önyargılarla karşılaşan bu alt tabaka insanları, sesini duyurmak için şiddete başvurmayı kendilerinde hak görürler. Kendileri zordayken hiç kimse yardımlarına koşmaz iken, sistemin ve devlet dediğimiz düzenin gösterişli koruma vaatleri onlar için artık bir anlam taşımaz. Bu noktada Joker filminin çok başarılı bir karakter gelişim örneği sergilediğini söyleyebiliriz. Kahramanın gölgesinden sıyrılıp, kendi hikayesini anlatma şansı yakalamıştır.
Son zamanlarda Joker’in birçok farklı aktör tarafından oynanmış olması film için bir dezavantaj olarak görülüyordu. Ancak Joaquin Phoenix’in oyunculuğu, yönetmen Todd Phillips’in başarılı hikaye kurgusu ve sinematografisi tüm bunların önüne geçmiştir. Halihazırda Joker konusunda çıtayı zirveye yükselten bir Heath Ledger performansı varken, Phoenix’in Joker olarak böyle bir başarıyı sağlaması da ayrı bir başarı öyküsüdür. İki oyuncunun da çizdiği portre birbirinden biraz farklıdır. Burada oyunculuklar arasındaki farktan ziyade karakterler arasındaki farklara değinmek gerekmektedir. İki Joker arasındaki farkı, Christopher Nolan’ın Kara Şövalye filminde Bruce Wayne’nin sağ kolu olan Alfred’in kötülüğü tanımlayan şu cümleleriyle açıklamak mümkündür: “Bazı adamlar sadece dünyanın yanmasını izlemeyi ister.” Nolan’ın filmindeki Joker, kendini açıklamaya çalışmakla uğraşmayıp sadece eylemlere odaklanır. Herhangi iyi bir şeye karşı ilgisi ve empatisi yoktur. Daha çok kötü doğmuş gibidir. Phillips’in Joker filminde ise karakter, kötü olmanın bir mecburiyet olduğu izlenimini verir. Önce bir kurban, sürekli hakarete uğrayan, hasta bir adamın nasıl olup da kötülüğe adım attığını görürüz. Hastalıklı bir toplum arasından hastalıklı bir birey çıktığını ve herkesin Wayne ailesi kadar şanslı olamayacağını savunur.
“Bir gecelik kral olmak, ömür boyu aptal olmaktan iyidir.”
Bu cümle King of Comedy filminden bir alıntı ve Joker’in gönderme yaptığı filmlerden bir tanesidir. Burada bir dipnot düşmek gerekir ki, usta oyuncu Robert De Niro’nun hayat verdiği karakterin bir televizyon sunucusunu kafasına takıp komedyen olmaya çalıştığı film ve benzer şekilde komedyen olmak isteyen Arthur Fletcher (Joker)’in onu örnek alması filmin esinlendiği konular arasında yerini almaktadır. Robert de Niro, bu defa Joker filminde ünlü televizyon sunucusu rolünü oynamaktadır. Bir diğer esinlenilen film de, yine başrolünde Robert de Niro’nun oynadığı ‘Taxi Driver’ filmidir. Martin Scorcese imzası taşıyan filmde, yine şiddetin günlük hayatta sıradan bireyler arasında nasıl sıradan hale geldiğini görmekteyiz.
“Şiddet, modern toplumun hayal kırıklıklarından ve duygusal soğukluğundan doğar.” (2)
Film, gerek kullanılan aksesuar ve set tasarımları, gerekse kullanılan renkler bakımından 70’li ve 80’li yılların resmini çizmiştir. Zaten Joker’in hikayesi de günümüzde değil, geçmişte geçmektedir. Peki, bu kadar şey yazdık, bu film hiç mi Bruce Wayne ve Batman’den bahsetmiyor? Onu da izlemeyenler için burada yazmayalım. En iyisi izleyenler cevabı kendileri bulsunlar. Unutmamak gerekir ki, bu Joker’in filmi ve onun hikayesidir.
"Bir filmde kötü adam ne kadar iyiyse, film de o kadar iyidir." Alfred Hitchcock
Notlar
(1). Burada bilerek kötü karakter terimini kullanmadım çünkü filmde geçen hikayede karakter kendini kötü değil, dışlanmış ve itilmiş olarak görmektedir. Bu da toplumun ve sistemin genel olarak gözden kaçırdığı bir konudur. Yalnızlaşan ve insanlardan itibar görmeyen, hor görülen bir insan kendi yolunu daha farklı çizebileceğini düşünür.
(2). Veysel Ataman’ın “Şiddetin Mitolojisi” isimli kitabından Martin Scorcese ile ilgili olan bölümden alınmıştır. Orjinal kaynak: Arnold, Frank, Martin Scorcese, Film, s.37, Münih / Viyana 1986