“Köyden çocukluk hatıralarım...” (1)
Mihalakis Savvidis
Pek azımız hayatımızda en az bir defa olsa dahi karantinada bulunmuşuzdur! Kısa bir süreliğine olsa da...
Sokağa çıkma yasağına ilişkin ilk hatırladığım şey, EOKA’nın “ENOSİS” için başkaldırdığı dönemdeydi... O günlerde küçük çocuklar olarak evlere hapsolmuştuk, eski Lefkoşa’daki evimizin penceresindeki kafesin arasından sokaklarda olup bitenleri seyrediyordum... Aile bireylerimizden birisi bakkaldan alışveriş etmek üzere izin almıştı. Geceleri ise evlerde “aranan şahıslar” için yoklama yapılıyordu ve bu korkunç deneyimden pek az insan kurtulabiliyordu...
Bir keresinde, gecenin ilerleyen saatlerinde İngiliz askerleri kapımızı vahşi biçimde çalmaya başlamış ve hepsimizi uyandırmışlardı, koşup kapıyı açmaya gitmiştik. Abimi istiyorlardı ve annemin çığlıklarına ve ağlamalarına karşın onu alıp götürmüşlerdi... Abimin üstünde iççamaşarıları olmasına rağmen, onu öylece alıp gitmişlerdi fakat çok şükür bu macera çabucak sona ermişti çünkü abim serbest bırakılmıştı... Yanlış eve dalmışlar ve yanlış insanı tutuklamışlardı!
Sokağa çıkma yasağı hafifler hafiflemez insanlar protestolara başlamış ve sokaklara kaos hakim olmuştu... Böylesi bir günde ben kendimi dışarıda bulmuştum ve gözlerim, gözyaşartıcı gazla dolmuştu, nefes alamıyordum... Sanki de sudan çıkmış bir balık gibi ağzımı açıp kapatıyordum... Sendeleyerek eve doğru koştum çünkü net biçimde göremiyordum, ağlıyordum – böylece babam benim şehirde güvende olmayacağımı kavrayarak beni yalnız yaşamakta olan ninemizin yanına, köyümüz Prodromos’a göndermeye karar vermişti...
Böylece ikinci “karantina” dönemi başlamıştı ama bu kez açık havada geçecekti bu “karantina” dönemi ve neredeyse altı sene devam edecekti... Abim beni gömleğimden yakalamıştı, ben bağırıyordum çünkü şehirden ayrılmak istemiyordum, beni ve küçük bir bavulu KEM’e (Kıbrıs Ulaşım Kumpanyası) kadar sürükledi ve birlikte köye gittik. Orada beni ninemle başbaşa bıraktı sürgünde ve kendisi geri döndü.
Orada altı sene geçirecektim ve o döneme dönüp baktığımda, sanki de başka bir gezegende geçen yıllar gibi geliyor bana. Romantik değildi o yıllar, pek çoğumuzun geçmişi görmek istediği gibi saf veya masum bir dönem de değildi... Tümüyle hayatta kalmakla ilgili bir dönemdi bu, geleceğe yönelik vizyonlar ya da beklentiler, duygular falan yoktu, sevgiyi ya da üzüntüyü ifade eden şeyler de yoktu ve pek çok bakımdan o günlerde hayatın ilkel olduğunu itiraf etmekten kaçınmıyorum. Altı sene içerisinde annemle babam beni topu topu sekiz defa görmüşlerdi, her defasında yalnızca birkaç günlüğüne...
Özellikle yazın babam yıllık iznini alarak köye geldiğinde görüyordum onları ancak onu önümde görmek de istemiyordum çünkü benden çeşitli işler yapmamı istiyordu... Birkaç haftada bir annemle babama bir mektup gönderiyorduk ve onlardan gelecek mektubu da dört gözle bekliyorduk... Okuma yazma bilmeyen ninem bana ne yazacağımı dikte ediyordu ve ben de yavaş yavaş mektubu yazıyordum... Mektup her zaman “resmi” bir cümleyle başlıyordu: “Biz iyiyiz, sizlerin de iyiliğinize duacıyız...”
Köyde tek tük elektrikli lamba vardı, çoğumuzda gazyağı lambaları ya da mumlar vardı ve bazan koyu karanlıkta, birceez EOKA savşçısının kilise civarından bir el hoparlörüyle duyurular yapan sesini duyabilirdiniz. Ön kapının orada ninemle birlikte duruyorduk ve söylenenleri dikkatle dinliyorduk.
Ondan sonraki gecelerde tepeler İngiliz ordusunun el fenerleriyle aydınlanıyordu... Hayaletleri kovalıyorlardı ya da evleri yoklayarak herkesi rahatsız ediyorlardı. Bizim eve de iki defa geldiler, kapıyı çaldılar ve odalara bakmak istediler. Ancak yaşlı bir kadın ve bir çocuk görünce karşılarında alel acele evden ayrıldılar, geride biraz şekerleme bırakarak...
Ancak bir başka sessiz drama meydana geliyordu EOKA sözde “hain” dedikleri birini öldürdüğünde ve öldürülenin ailesinin ağlamalarını duyduğumuzda... O ailenin babası ve koruyucusuydu... Babam belki beni köye göndermişti ancak sivil nefret zehirini, şehirde alıkoyamamıştı...
KIŞ AYLARI...
Köyde radyo ya da başka haber kaynağı olmadığından, hava tahminleri kaçınılmaz biçimde deneysel oluyordu. Kapetanios adlı yaşlı bir adam iki kez bana yıldızların ışığına bakarak hava tahmini yapmayı öğretmeye çalışmıştı ancak boşunaydı bu. Hiçbir şey anlamamıştım... Ninem, ayın çevresinde bir daire şeklinde blulutlar olduğunda, yağmur yağacağını bilirdi, hatta kedinin kendi kendini yalama şeklinden bile anlardı hava durumunu... Rüzgarın “bereketli” biçimde esmesi, kuşların alçak uçuşu, dağlarda bulutların kale şeklini alması da diğer yöntemlerdi... Ancak bir noktada tüm bunlar başarısız oluyordu! Bir sabah kalktık baktık ki gökyüzü tuhaf ve derin bir portokal rengine bürünmüş... Çok korkunç bir şey olacağını zannedip her saat o kötü şeyin meydana gelmesini bekledik. Fakat hiçbir şey olmadı ve Afrika’dan gelmiş olan o toz bulutu dağılıp gitti...
Ve o sonsuz kışlar... Köyde bir metre derinliğinde kar olurdu ve gözünüzün gördüğü her yer beyaza dönüştürdü... Ve aylar boyunca böyleydi! Ninem geceleyin kaldığımız odadaki panjurları sabahleyin açtığında “Dün gece kar yağdı” derdi, ben de yataktan fırlayıp pencerenin içine oturur, o vahşi beyazlığı ve çıplak ağaçlarda yemek için birşeyler ararken birbiriyle didişen kuşları seyrederdim... Her yer sessiz olurdu... Kuşların ötüşünden başka hiçbir şey duymazdınız... Hiç kimsecikler de gerekmedikçe dışarı çıkmazdı... Aristoklis’i oğlu ve eşeciğiyle görürdük, sepetleri kendi odun fırınında pişirmiş olduğu ekmekle doldurur, dağıtıma çıkardı... Beynime kazanmış olan tablo, karlar içinde okula yürüdüğümüz zamanlardır... Yavaş yavaş derin karlar içerisinde yürürdük, sırtımıza bizi korumak için örtülmüş ya bir torba ya da dedemizin eski paltosu olurdu ve karlar sırtımızda birikirdi...
Karlar çatıdan düşer, birikir ve geçişleri bloke ederdi... Odadan çıkmak ve yandaki kilere ya da mutfağa gitmek için ninem ve ben kürekle karları kürerdik... Kar yağdığında köy haftalar boyunca izole olurdu ancak bu önemsizdi çünkü herkes kendi kendine yetecek durumdaydı! Domuzlar, keçiler ve tavukların yanısıra şarap, zeytin, tahıl, sucuk, kişniş, kuru incir ya da köfterle doldurulmuş toprak küpler vardı çünkü!
Burada sınıf arkadaşım Fedonis’in bir karlı gecede İngiliz askerleri kendisini uyandırıp da yardım istediğinde başından geçenleri nakletmek istiyorum... Soğuktan donmak üzere olan bir asker taşıyorlardı ve son nefesini vermek üzereydi bu asker. Arabaları kara saplanıp kalmıştı ve aracı oradan çıkarma girişimleri de sonuç vermemişti... Hiç kimse de bu karlı, dondurucu soğukta, burnunun ucunu göremediğin şekilde dışarı çıkmak istemiyordu. Ancak yine de küreklerle giderek arabayı karlarda çakılıp kaldığı yerden kurtardılar... Ertesi günü İngilizler teşekkür etmek maksadıyla bir helikopterle gelerek bize torbalar dolusu ekmek attılar!
Karların içinde yeğenimle birlikte serçeleri yakalamak maksadıyla tuzak kuruyorduk fakat kuşlar aptal değildi! Ben de avcı falan değildim... Bir keresinde kuş lastiğiyle bir kuşu öldürmeyi becermiştim ancak onun için çok üzülmüş ve yarım saat boyunca kuşu canlandırmaya çalışmıştım, boşunaydı bu! Ya da ocağın başında haftalar boyunca oturup sonu gelmeyen hikayeler uyduruyorduk aklımızdan ve yarattığımız bu saçmalıklara gülüyorduk...
Ve burada hiç utanmadan bir şey itiraf etmek istiyorum. Hepimiz kirliydik... Kış aylarında ancak iki haftada bir, bir teneke banyo ve kovalarla yıkanıyorduk. Herşey donardı ve elbette su borularındaki su da donardı, böylece ocakta ya da şöminede karları eritmeye çalışırdık, saatler alırdı suyun ısınması ve hiçbir zaman yeterince sıcak olmazdı... Ben şeytan görmüşçesine bu süreçten nefret ederdim çünkü ne yaparsak yapalım donardık... Bana göre banyo yapmak gereksizdi çünkü ertesi gün gene kirlrle, çamurla ve dikenlerle kaplı olacaktık... Burnumuz sürekli tıkalı olurdu ve burnumuzu temizleyeceğimizde giysimizin kolunu ya da giysilerimizi kullanmak, en kestirme çözüm olurdu...
Bir keresinde karanlık çökerken ve ben hala dışarıdayken bir fırtına patlak verdi, korkunç birşeydi bu, şimşeklerin çakmasıyla dağlar sallanıyordu... Dehşet içinde eve, güvenliğe doğru koşarken üstüme işedim korkudan ancak bunu nineme söylemekten utanıyordum... Kaldığımız odaya gittim, potinlerimi çıkardım ve utancımı saklamak için “uykuya daldım”... Yaşlı kadın anlamıştı ne olduğunu ama hiçbir şey söylemeyecekti bana...
Mihalakis Savvidis
(Fotoğrafların bir bölümü Rene Wideson’un “A Portrait of Cyprus” adlı 1957 tarihli kitabından alınmıştır).
(Mihalakis Savvidis’in yazısını İngilizce’den Türkçe’ye özetle çeviren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
Devam edecek...