1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Köyden çocukluk hatıralarım...” (3)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Köyden çocukluk hatıralarım...” (3)

A+A-

Mihalakis Savvidis

EOKA mücadelesi sona ermişti, Britanyalılar adadan ayrılmıştı, özgürlüğümüzü kazanmıştık (burada gülüyoruz) ve köy de yavaş yavaş boşalmaya başlamıştı, kentleşmeden ötürü... Bir ikindi vakti annemle babam köye gelerek beni kente geri götürmüşlerdi, ben de dolaşıp durmalarımı orada sürdürmeye başlamıştım – hayatımın bu bölümü ve de karantina sona ermişti...

 

BİR TÜR RUH DOYGUNLUĞU VARDI...

Yıllar içerisinde Maratasa terkedilmiş bir yere dönüştü, okullar kapandı, bakkal dükkanları ve kahvehaneler kapandı gitti... Bağlar bahçeler terkedildi, patikalar otlarla ve dikenlerle doldu... Zorluklara karşın, rahattan, sevgiden ya da acımadan tümüyle yoksun, herhangi bir vizyona sahip olmadan, köyün izolasyonu içerisinde bu ilkel durumda olan ve bu durumu deneyimlemiş olan bizler hatırlamaktayız bu dönemi, nostalji içerisinde yeniden yaşamak için değil ama aynı şeyleri... En ufak şeyden ötürü öldüresiye dövülmek istemez kimse, kerpetenle dişlerinin sökülmesini ya da kulağına sıçan yağı dökülmesini... Bu dönemi özleriz çünkü son derece özgün ve nadir birşeyleri kaybettiğimiz duygusuna kapılırız... O dönemde bir tür ruh doygunluğu yaşardık oysa şimdilerde tüm ilerlemelere ve rahatlığa karşın, tam olarak neyin bunu yarattığını bilmeksizin bir boşluk hissediyoruz...

 

DOĞAYLA UYUM İÇERİSİNDE YAŞARDIK...

Elbette bunun cevabı gözlerimizi kör edercesine parlayan güneş gibidir, o nedenle onu görmekte zorlanırız... Doğanın kopmaz bir parçasıydık ve doğayla uyumlu biçimde yaşardık. Doğanın vahşiliği, güzelliği, öfkesi, rüzgarları, kuşları, yılanlarıyla birlikte yaşardık, zalimliği ve kirliliğiyle, kokularıyla birlikte yaşardık... Doğa bize herşeyi cömertçe verirdi fakat biz ihtiyacımız kadarını alırdık... Daha eksik ya da daha fazla değil...

 

AVLANMA, HAYATTA KALMANIN PARÇASIYDI...

Avcı iki keklik vurur ve ailesini doyurmak için eve dönerdi. Önüne çıkan herşeyi vurup öldürmezdi. Avlanma, hayatta kalmanın parçasıydı, bir spor değildi...

Eğer mantar toplamaya gidersek ihtiyacımız kadarını toplar ve geri dönerdik... Ormanı tırpanlayıp düzleştirmezdik... İçgüdüsel olarak doğaya saygı gösterirdik ki bize birşeyleri geri verebilsin yeniden... Tavuklar ve diğer hayvanlar her zaman avlularda ve bahçelerde serbestçe dolaşırdı... Bunlar evcil hayvanlarımızdı... Hiçbir zaman yeterli yiyeceğimiz yoktu ancak hiçbir zaman da aç kaldığımızı hatırlamam... Tam olarak gereken neyse onunla hayatta kalırdık... Herşey dengeliydi...

 

SESSİZ BİR UYUM VARDI...

Köydeki kavgalara karşın, kendi aramızda hep sessiz bir uyum içerisinde yaşardık... Dağ insanları huy bakımından içe dönük ve ksenofobik (yabancı düşmanı) insanlardır. Ancak birisiyle kavgalı olsanız dahi, kar fırtınaları bizleri izole ettiği zaman yoldan seslenip size bir torba kuru üzüm verebilirdi kavgalı olduğunuz bu insan... Ya da avlunuzda bir deste yakacak odun bulurdunuz, bunu kimin bıraktığını da bilmezdiniz... O günlerde sevgi ya da sempati veya üzüntü ifadesi yoktu, bu bir zayıflık öğesi olarak görülürdü ancak birlikte yaşamanın parçasıydı dayanışma... Doğanın görünmez ağı, hepimizi birleştirirdi...

 

BOŞLUK, TEKNOLOJİNİN SUÇU DEĞİL...

Eğer bugün bir toplum olarak kendi içimizde bir boşluk yaratmışsak, bu, teknolojinin, ilerlemenin, keşiflerin ya da globalizasyonun suçu değildir. Doğayla uyum içerisinde bir arada yaşama bağımızın koparılmasına yol açan nedenler başkadır.

 

BÜTÜN BİR YAŞAM BİÇİMİ KAYBEDİLDİ...

Kentleşmenin ötesinde, darbeyi izleyen işgal, yurdumuzun bölünmesi ve bunun sonucundaki ölümler, özgün, derin ve elle tutulamayan birşeyleri sonsuza dek değiştirdi... Ve bunu farketmedik... Sosyal bütünlüğü havaya uçurarak insanları yerleşkelere tıkıştırdı, onları binlerce yıldır bağlı oldukları topraktan şiddet yoluyla söküp attı... Bütün bir yaşam biçimi kaybedildi, kimliğimiz, hepimizin ruhunun bir parçası ancak bu durum adamızın her iki tarafından göçmenler için daha da korkunçtu... Yıllar içerisinde yaralar iyileşti ancak köy tıbbından lazer ameliyatına doğru barışçıl bir geçiş olmadı... Fiziksel ve tinsel mirasımıza saygı göstererek ilerleme ve değişime doğru modern zamanlara toplumun uyumu gerçekeleşecekti... Ancak şiddet meydana gelmişti ve şiddeti izleyen hayatta kalma çabası ve bolluk bunu izledi, bu da Kıbrıslı’yı karakterize eden yerlere ve hayat biçimine yabancılaşmamıza yol açtı.

 

ARTIK KIBRIS ANAYURDUMUZ DEĞİLDİR...

Binlerce yıllık tarihe sahip (ki bunu pek az kişi bilir), kendine özgü kültürü, gelenekleri ve uygarlığıyla atalarımızın toprağı olan Kıbrıs, artık anayurdumuz değildir. Yıllara dayalı bağlar kırılmıştır ve ada, açgözlü yatırımlar için hayattan yoksun bir yere dönüşmüştür – bugünün aşırılıklarıyla artık hiçbir şey kutsal değildir, yeter ki elde edilecek kar artsın... Başkalarını kopyalıyoruz, kalabalıklar içerisinde kendimizi izole ediyoruz, sahte bir hava soluyoruz, hayatlarımızı gürültüyle, ışıklarla, plastik ıvır zıvırla dolduruyoruz, içimizde yaratılmış olan boşluğu çaresizce doldurmaya çalışıyoruz. Ama tüm bunlar boşunadır.

 

DOĞA İNTİKAM ALMAZ...

Pek çok insan doğayı suçlayarak doğanın intikam aldığını söyler ancak doğa ana o şekilde çalışmaz ki... Eğer bir kişi bir ağacın dalına oturup da kırılmasına yol açmışsa ya da dalı kesmişse, bu ağacın suçu değildir. Doğa demek, Denge demektir ve denge bozulduğunda, doğa bunu tekrar kurmaya çalışır ve bizi de kendisiyle birlikte sürükler, hem erdemlileri, hem de terbiyesizleri... Doğa haklı ile haksız, isimsiz ya da kayıtsız ve duygusuzlar arasında herhangi bir fark gözetmez. Yağmur yağdığında herkes için yağar, iyisi için de, kötüsü için de... Habil’e verdiğini, Kabil’e da verir... Bizler doğanın kopmaz bir parçasıyız, bağlarımız kırılmış olsa da, doğanın çağrısı içimizdedir... İlk yağmurlar yağdığında hissettiğimiz sevinçte görürüz bunu, çocukların çamurla ya da denizde sonu gelmeyen oyunlar oynamasında, köy fırınında pişmiş taze ekmeğin kokusundadır bu ve değişen ya da kaybolan mevsimlerin yarattığı hüzündedir... Umarım ki kendi kendimizi soktuğumuz bu sanrıdan kurtarabilecek kadar bilge olabiliriz... Toprağımızda barış olsun... Herkes için sevgi ve saygı olsun... Küçüğe de, büyüğe de, önemsiz olana da... Amin...

sayfa-17-resim.jpg

(Fotoğrafların bir bölümü Rene Wideson’un “A Portrait of Cyprus” adlı 1957 tarihli kitabından alınmıştır).

(Mihalakis Savvidis’in yazısını İngilizce’den Türkçe’ye özetle çeviren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).


***  KIBRIS’TAN HATIRALAR...

“Aşk ferman dinlemez...”

Bekir Azgın

Bir süre önce Alper Ali Riza’nın Cyprus Mail gazetesinde yayımlanan bir makalesinde Rum olan annesiyle Türk olan babasının evlilik serencamını okudum. Peşinen şunu belirteyim ki Riza, yazılarını büyük bir zevkle okuduğum kaliteli aydınlardan biridir. Kıbrıs’ı kendine dert edinmiş İngiltere’de yaşayan bir Kıbrıslıdır.

Annesi ile babasının, Kıbrıs sorunu da dahil, hiçbir konuda tartıştıklarına şahit olmadığını belirten Riza, “Mutlu bir evlilik yaşamları vardı” diye yazıyor. Annesi bir Türk’le evliliğini şöyle anlatmış: “Rum arkadaşları ile birlikte geziyordu. Türk olduğunu öğrendiğim zaman çok geçti, ben ona aşık olmuştum”.

Annesi bir Helen ve Ortodoks Hristiyan, babası ise bir Kemalist olarak ömür sürmüşler. Babasından gizli olarak annesinin kendisini vaftiz etmesini babasının hoş karşıladığını ve bunun bir Bizans entrikasından çok bir “kadın hinliği” olduğunu belirterek gülüp geçtiğini vurguluyor ve şöyle ekliyor: “Bu gerçekten bir seçim işidir. Ben kendimi, babam gibi, laik bir Kemalist olarak hissediyorum”.  

“Babam annemin hatırı için Kuzey’e geçmedi ama bir Türk mezarlığına gömülmekte ısrar etti” diye yazıyor Riza, “Öldüğü zaman, vasiyeti doğrultusunda, onu Pile’deki Türk mezarlığına gömdük.” Annesinin nerede gömüldüğünü belirtmemiş.

Bu aşk hikâyesi bana köyümüzdeki karma evlilikleri anımsattı. Kıbrıs’ta yaygın bir kanaat vardır: Hangi milletten ve hangi dinden olursa olsun o insanla evlenebilirsin. Yeter ki Rum olmasın. Bir zamanlar bir Rus’la evlenmek de pek makbul sayılmazdı. Ama günümüzde bu tutumlar değişmiştir. İftihar vesilesi bile sayılabilir şimdilerde. (Kuşkusuz Rum tarafından bakıldığı zaman, durumlar pek farklı değil. Kim olursa olsun ama Türk olmasın. Karma evlilikleri önlemek için anayasaya madde bile konmuş. Sanıyorum Rumların kanının saflığını korumak maksadıyla Makarios tarafından özellikle konmuş bu madde. Bizimkiler de balıklama üzerine atlamışlar. Son zamanlarda yer alan karma evliliklerde Türk ve Rum gençler nikâh kıymak için Yunanistan’a gidiyorlar. Tam da “güleriz ağlanacak halimize” durumu.)

Kabul etmek gerekir ki karma evlilikler eskiden de hoş karşılanmazdı. Buna dini mülâhazalar engel oluyordu. Bir Müslüman erkeğin bir Hristiyan kadınla evlenmesi pek bir sorun olmazdı ama Müslüman bir kadının bir Rum’la evlenmesi kabul edilemezdi. Böyle bir olay benim dedemin canına mal olmuştu.

Rahmetli dedem İbrahim, Dali köyünde yaşıyordu. Dali, etraf köylerin en büyüklerinden biriydi ve nüfuzunun büyük bir çoğunluğu Rum’du. Türkler ya köyün içine dağılmışlardı veya küçük Galligalar (Nalbantlar) mahallesinde toplanmışlardı. Dedemin evi, 1861 yılında mutasarrıf olarak Kıbrıs’a geldiği zaman ünlü şair Ziya Paşa’nın yaptırdığı camiin hemen yanı başındaydı. Kim bilir, belki de, Ziya Paşa köydeki Linobambagileri İslâm dinine çekmek amacıyla inşa ettirmişti. (Dedem Rumlar arasında “Golombraimo” (Kıçlı İbrahim) olarak bilinirdi. Niye öyle isimlendirilmişti bilmiyorum. Şeklü şemailinden olsa gerek.)

Dedemin kardeşi Hüseyin’in (Guşa) büyük kızı Dudu, Eksadhahtilo (Altıparmak) ile mercimeği fırına vermiş. (Yanılmıyorsam altı parmaklı olan esas babasıydı.) Bütün itirazlara rağmen, aşk ferman dinlemediği için, Dudu günün birinde sevgilisine kaçtı. Hristiyanlığı kabul ederek Dudu, Andriana oldu. (Halk ozanlarından biri, bu aşk hikâyesinin destanını yazmış ve panayırlarda okuyordu. Tüm çabalarıma rağmen bu destanı ele geçiremedim. Elde edersem onu Türkçe’ye çevirmek istiyorum. Ne de olmasa ailemizden birinin öyküsüdür.)

Dedem bu olaya çok kızmış. Kilisede nikâh kıyılacağı gün, dedem kardeşinin evine gidip Dudu’nun çarşafını almış ve Eksadhahtilo’nun evine gitmiş. Dudu’nun nikâhta çarşaf giymesini şart koşmuş. Aklınca, kardeşi kızının dinini değiştirmediğini kanıtlayacaktı. Bağrışmalar, çağrışmalar, evde paparalar kopmuş.

Dedem evden ayrılırken dama çıkan Eksadhahtilo’nun kızkardeşi oradan dedeme bir kiremit attı. Kadın birinci sınıf nişancı mıydı yoksa öyle mi rastgeldi, kiremit dedemin başına geldi. Dedemler yarayı pek önemsememiş olmalılar ki bakımı düzgün yapılmadı ve yara iltihaplandı. Bir hafta içinde genç yaşta rahmetlendi. Geride en büyüğü 13 yaşlarında en küşüğü de 1 yaşında ikisi erkek dördü kız, altı çocuk bıraktı. (Günümüzde Rum yeğenler ile Türk yeğenler buluşuyor, yiyip içip eğleniyorlar. Kaderin bir cilvesi.)  

Rahmetli annemin anlattığına göre bu olay olduğu zaman kendisi ilkokula yeni başlamıştı. Ya birinci veya ikinci sınıfta imiş. Köyün ilkokulu da, yanılmıyorsam, Ziya Paşa’dan kalma mirastı. Camiin bitişiğine inşa edilen medrese, daha sonra ilkokula dönüştürülmüştü.

Kendinden küçük olan iki kızkardeşine bakmak için annem okuldan alındı. Bu nedenle garibim adını yazmasını bile bilmiyordu. Annem 1928 doğumlu olduğuna göre ve o sıralarda 7-8 yaşlarındaysaydı, demek ki, bu olaylar 1935 veya 1936 yıllarından birinde vukubulmuştu.        

(HAVADİS - Başka bir dünyadan anılar (48) - Bekir Azgın – 3.8.2014)

Bu yazı toplam 962 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar