1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Köyüm Klavya’dan ayrılırken 14 yaşındaydım...”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Köyüm Klavya’dan ayrılırken 14 yaşındaydım...”

A+A-

Ziya Eyyüpler

(Ziya Eyyüpler, sosyal medya sayfasında, 1974 anılarını paylaştı ve köyü Klavya’dan ayrılırken yaşadıklarını aktardı... Ziya Eyyüpler’in hatıralarını sayfamıza alıyoruz... S.U. – YENİDÜZEN.)

“1974 anılarından... Tam günü bilmem ama aşağı yukarı bu birkaç güne denk gelen günlerde (Eylül 1974) köyümüzü terketmeye mecbur kalmıştık. Artık 29 yıl sonra görme olanağı bize verilecekti... 14 yaşında ayrıldığım köyüm Klavya’yı 43 yaşında tekrar görebilecektim. Köyüm, Larnaka-Limasol yolu üzerinde olup Larnaka’dan 9-10 kilometre uzaklıktaki Klavya köyüdür. İkinci Harekatın 14 Ağustos’ta başlayıp birkaç gün sonra bittiğini söylüyordu radyo. Uzaktan duyduğumuz top sesleri kesilmişti... Bu birkaç günde birçok insan canvermişti. Bunlara şahit olmamıştık gerçi. Fakat bu defa bir söylenti başlamıştı: “Obir tarafa gaçacayık...”

Mal sahibi olan kişilere bu soğuk bir duş gibiydi. İlkten dumazlıktan geliyorlardı sanki. Ancak hayvanı, ambarında zahresi olmayanlar, köyden bir bir ayrılmaya başlamıştı bile... Bir haftada köy hayalet köye dönmüştü. Zaten bazı kişi ve aileler daha Birinci Harekat’ta, Lurucina’ya gitmişti.

 

EŞKİYA TİPLİ İKİ KİŞİ...

Bir gün köyün içinde eşkiya tipli iki Kıbrıslırum görüldü. Biri, tabancasını saklamıyordu bile. Amaçları yağmalamaktı. Polise haber verdik ama polisin de yapacağı bir şey yoktu, asayiş bozulmuştu. Sadece işi idare edip onları uzaklaştırdı. Mal sahipleri de “Ayrılık” acı gerçeğini, biraz geç de olsa kabullenip inek, zahre gibi taşınabilir fakat taşınması güç değerlerini elden çıkarmaya koyuldular. Durumdan faydalanmak isteyen Rumlar gelip dörtte bir fiyatına bunları alıyordu.

 

BUĞDAYDAN SONRA KUZULAR SATILACAKTI...

Babam önce o güne göre hatırı sayılır miktardaki buğdayı sattı. (Çuval değil, bir kamyon kadar, belki fazla...) Akşam üzere 4 gibi evde beslenen 60 civarındaki besli kuzulara alıcı geldi. Bunların da satılması gerekirdi çünkü evde beslendiklerinden uzun yol yürüme yetenekleri yoktu. Alıcı gelen dört Rum idi. İçlerinden biri sadece dikkatimi çekiyordu. 80 yaşlarında olup üstten temiz bir beyaz gömlek, alttan ise siyah dizlik giyerdi. Elinde de baston niyetine bir değnek vardı. Pazarlık başlamıştı. Tercümanlığı çok iyi geçindiğimiz komşumuz Selim Dayı yapıyordu. O birkaç fazla kelime Rumca biliyordu. Ben yanlarında, olup biteni izliyordum. Babam, 25 Kıbrıs Lirası değeri olan her kuzu için önce 20 istedi, sonra 15 ve 10 Kıbrıs Lirası’na, beş beş indi. Rumlar ise 4, sonra 5 Kıbrıs Lirası deyip diretiyorlardı.

 

AŞŞALI YAŞLI RUM’UN SÖYLEDİKLERİ...

Bu sırada yaşlı Rum elindeki değneği babama yöneltip “Reee” diye seslenerek usulca bacağına dokundu ve anlamadığım Rumca sözcükler sarfetti. Sonra değneği silah gibi çevirip “Dan gado, dan gado” diyerekten iki parmağıyla beyaz gömleğini çekip gösterdi ve gözünde beliren birkaç damla yaşla bazı sözcükler daha sarfetti. Selim Dayı’nın tercüme etmesiyle ne anlattığını daha iyi anlamış oluyordum. Şunu söylemişti yaşlı Rum:

“Ree sen gene da şanslısın, bak satıyor ve biraz para alıyorsun. Biz Aşşalıyık (Paşaköy), Türk askeri geldi, vurdu attı aşşağa, vurdu attı aşşağa, canımızı kurtarmak için herşeyi bıraktık, aha bu gömlekle kaçtık...”

Daha sonraki yıllarda duyduklarımıza göre Paşaköy’de can kayıplarının bayağı olduğudur. Fazla çaresi olmayan babam da bunun üzerine 5 Kıbrıs Lirası’na razı olup kuzuları da satmış oldu...

Derken ineklere de alıcı gelmişti anında ve bir pazarlıkla da tanesi 100 Kıbrıs Lirası olan inekler, tanesi 25 Kıbrıs Lirası’na verildi.

 

SATMAK BİR DERT, PARAYI MUHAFAZA BAŞKA DERTTİ...

Satmak bir dert da, toplu parayı muhafaza etmek ve taşımak başka dertti. Para taşıdığın artık biliniyordu. Bu paranın Larnaka’ya gidilip bankaya yatırılması gerekiyordu. Banka müdürü, Larnaka esir kampında olup çalışanlarıyla 2-3 saatliğine bankayı açıp işlem yapmasına müsade ediliyordu.

Ertesi günü babam parayı bir çantanın altına koyup üzerine çakıstezlik yeşil zeytin doldurmuş ve köylümüz Hüda Osman’ın (Sirhan) kaplumbağa Volkswagen’iyle Larnaka’ya yol almışlardı.

Yolda kontrol noktası olduğunu biliyorlardı ki nitekim durdurulup yoklanıyorlar. Polis eri tabii saf değil ya, elini çakısdezlerin içine sokuyor ve top top 5 liralıklar ortaya çıkıyordu... (Bu paralara daha sonra kuzeyde herkese yapıldığı gibi el konuş 1 Kıbrıs Lirası=200 TL olmasına rağmen, 1 KL=36 TL DENEREK HİÇ EDİLMİŞTİR. Şimdi o zamanki o idarecilerin resmini koysam, Allah rahmet eylesin diyecek çok salak olduğuna eminim. Ben rahmet dilemem...)

 

“BUNLAR NE?...”

Rum polisi, “Bunlar ne?” diye sorunca, Rumcası yine biraz daha fazla olan Hüda Dayı, babamı göstererek hayvanlarını, zahresini satıp bankaya yatıracaklarını söylüyor. Polis onları alıp, zabitin yanına gidiyor. Aynı şeyi zabite da söylüyorlar. Zabit de bunların aksi insanlar olmadığını anlıyor, zaten zabit olarak bu satışların başladığını elbet biliyordu. Zabit onlara, “Tamam gidin, parayı yatırın, başka işiniz varsa yapın ancak geri döndüğünüzde gelip bana bildirin ki sağ salim köyünüze döndüğinizi bileyim” diye talimat vererek gitmelerine izin verdi... Dendiği gibi de yapılarak geri köye gelmişlerdi.

 

ABİM TRAKTÖRLE PİLE’YE GİDECEKTİ...

Artık köyden ayrılma olabilirdi. Annem ve ablam kamyonla, İngiltere’den gelip dönemeyen abim traktörle Pile-Pergama’ya geçeceklerdi. Diğer ablam nişanlı olup, nişanlısının akıbetini merak ettiğinden nenemle birlikte taksiyle ilkten gitmişlerdi. Ben babama yardım edecek ve dört-beş çobanın sürülerini birleştirmesiyle yola çıkacaktık.

 

MESARYA OVASINDAKİ TARLA KUŞU GİBİYDİK...

İki toplumun arasını o kadar açmışlardı ki, kaçmak çare olarak duruyordu. Kuzeyde yerleştiğimiz Mesarya ovasındaki tarla kuşu gibiydik. Buna bizzat şahit olmuştum... Mesarya ovasında şahin tarafından saldırıya uğrayan tarla kuşu, sığınacak örtü olmadığından gelip insan veya hayvanların neredeyse bacaklarının arasına sokulur. O tarla kuşu ki diğer zamanlarda insanı yanına yaklaştırmaz... Ve ertesi günü yolculuğumuz biraz tedirgin, biraz maceralı olarak hava daha ağarmadan başlar...

 

HER NE OLURSA OLSUN, BARIŞTAN YANA OLMALI İNSAN...

...  Bugün 1 Eylül Dünya Barış Günü... “En kötü barış, savaştan iydir” denmiştir. Çünkü savaşta, savaşın kuralları bile çiğnenir. Anayasal düzen tamamen ayaklar altındadır. Cani ruhlu, faşist veya çapulcu bir Rum’un eline düştüyseniz, Türkçe konuşmanız ölmenize yeterdi. Aksine de, Hasan Hastürer’in röportaj yaptığı ve “Öldürmek benim işimdi” diyen o cani ruhlu, insan kılıklı yaratığın eline düştüğünüzde de Rumca konuşmanız öldürülmenize yeterliydi. Kurbanın iyi bir olması, barışçı olması, kötü olaylara bulaşmaması önemli olmaz bunlar için. Her ne olursa olsun, barıştan yana olmak, kişinin insani gelişmişliğinin seviye göstergesidir...

 

KAFESTEKİ KEKLİKLERİMİ AZAD ETTİM...

Ve köyden ayrılmanın son günü gelmişti. Abim yeni alınan traktörün arkasına su tankerini bağlayıp Pile’ye doğru yola çıtkı ve Pile’ye vardığı haberi gelmişti. Ertesi gün sabah erkenden çobanlar yola çıkacaktı. Annem ve ablam da başka kadın ve çocuklarla, birkaç çuval eşyayla kamyon kasasında yola çıkacaklardı. Ben akşamüzeri son defa eve gidip kafeste olan birkaç kekliğimi azad ettim ve arkalarından gidişlerini izledim. Bir kere daha da kafeste kuş beslemedim. Tavşanlarımın da kapısını açıp kaçtım...

 

DAVARLAR BİRLEŞTİRİLİP KOCAMAN BİR SÜRÜ OLUŞTU...

O akşam gideceğimiz yöne uysun diye boşalan başkasının evinde geceledik. Sabah daha şafak sökmeden kapılar açıldı ve 4-5 çobanın davarı birleşerek kocaman bir sürü oluştu. Biz ve sürü, geride büyük bir toz bulutu bırakarak yavaş yavaş köyden uzaklaşırken, gün aydınlanıyordu.

Gecenin çiği ve serinliği üşütse de, biraz sonra güneşle birlikte bunaltıcı sıcak başlayacaktı. Onun için ince yazlıkla biraz üşüyerek de olsa, öyle yola çıktık. Bir kilometre sonra dereye inip çıktık. Dereden sonra son yükseltiye vardığımızda, güneş başını çıkarmış, altın sarısı ışığı köye ve arkasındaki dağa vermişti. Son bir defa daha geriye bakıp yolumuza devam ettik.

 

LARNAKA İSTİKAMETİNE GİDİYORDUK...

Larnaka-Limasol yoluna paralel, yoldan 400-500 metre uzaklıktan, Larnaka istikametine gidiyorduk. Saat 10 gibi Larnaka’nın dengine gelmiştik. 12’de ise Larnaka’yı geçip rafineriler denen akaryakıt depolarına vardık. Orada su ve yalaklar vardı. Belli ki Rum çobanlar oarada hayvanlarını suvarırlardı. Hayvanları suvarıp kısa bir mola verdik. Bu arada köyün tek kamyonu, yolcu ve eşyalarını almış, toprak yoldan yanımızdan geçiyordu. Bize el sallayıp tekrar kamyonun kasasına saklandılar ve uzaklaşıp gittiler. Biz de birşeyler atıştırıp hemen yola devam ettik.

sayfa-12-ziya-eyyupler-babasindan-kalma-50-senelik-traktoruyle.jpg
Ziya Eyyüpler, babasından kalma 50 senelik traktörüyle...

PİLE’YE DOĞRU YOL ALIYORDUK...

Artık Dikelya-Larnaka yoluna paralel, Pile’ye doğru yolalıyorduk. Saat 3 gibi, deniz kenarında efgalipto ağaçlarının göründüğü bir yerin dengindeydik.

Birden buradan bir landrover çıktı, anayolu geçip bize doğru geldi. Ben anayolun tarafında, yanımda benden iki yaş büyük Veli isimli arkadaşla sohbet ederek yürüyordum. Hemen yanımızda Niyazi Dayı diye bir köylümüz vardı. Babam ve birkaç diğer çoban, sürünün diğer tarafındaydı. Landrover bizim yanımıza gelip durdu ve içinden silahlı iki asker indi. Niyazi Dayı’nın yanına gidip biraz agresifçe konuşmalar yaptılar. Niyazi Dayı’nın sakin bir konuşması vardı. Konuşurken neredeyse çenesini oynatmayacak gibiydi... Teni güneşten iyice yanmış, çalışkan bir adamdı. Sırtını dönüp yürüdü, sürünün içinden bir kuzusunu yakaladı ve sürükleyip askerlere verdi. Askerler hemen yatırıp kuzuyu kestiler. Doğrulup kalktıkları zaman daha yumuşak üslupla konuşmaya başladılar. Niyazi Dayı’nın dediğine göre, “Gitmeyin, pişman olacaksınız, malınızı kaybedeceksiniz...” demişlerdi...

Sonra tepinmesi bitmiş kuzuyu kanları süzülerek landroverin arkasına atıp geldikleri yere gittiler.

 

SİVİL BİR RUM DA KUZU İSTEDİ...

Bir müddet sonra başka sivil bir Rum durup kuzu istedi. Ona da babam tutup verdi. Biraz sonra bir başkası durup istedi ancak ona kimse vermeye yanaşmadı. O da, “Ben da size gününüzü gösteririm” gibi laflar etmiş ve yanımızdan öyle ayrıldı...

 

25 KİLOMETRE YOL YÜRÜNMÜŞTÜ...

Derken saat 6 gibi Pile’ye iyice yaklaşmıştık.

“Artık bu iş tamamdır, bırakalım hayvanlar biraz otlansın” dendi. Sabahtan beri aşağı yukarı durmaksızın 25 kilometre yürünmüştü, artık ayaklar yorgunluktan tutmazdı. Orada birkaç bağ vardı. Bu koşulda kimindir diye sormak kimsenin aklına gelmezdi, çölde suya rastlamış gibi girip birer salkım üzüm kestik. Üzümleri yerken Pile’den bir traktörün üzerinde üç kişinin geldiğini gördük. Gelenler bir gün önce yine o da traktörüyle Pile’ye geçen Niyazi Dayı’nın oğlu Ömer Hükümet ve abimdi. Diğer kişi ise 60 yaşlarında Pileli Beyaz Ahmet’ti. Biraz sohbetten sonra onlar kalacak yer ayarlamak için Pile’ye geri döndüler. Fakat Beyaz Ahmet’in bağı varmış, bağını gezecek diye biraz daha yanımızda kaldı.

 

SİLAHLI ASKERLER YANIMIZA GELMİŞTİ...

Birden ne oluyor diye donakaldık. İki landrover hızla yanımıza gelip durdu, durmasıyla da içlerinden sekiz civarınsa silahlı asker indi. Geri dönmemizi söylediler. Korku yeniden had safhaya yükselmişti. Yorgunluk diye bir şey kalmamıştı. Hiçbir organından haberin olmaz... Sadece gözler görür, beyin de sadece onları değerlendirir. Bir kilometre kadar geri gitmiştik. Beyaz Ahmet da bizimle geri gidiyordu. Güneş batmış, hava artık kararıyordu. Az sonra landroverler ışıklarını açacaktı. Işıklar açılınca hayvanlar şaşkına dönmüştü. Bu esnada Pileli Beyaz Ahmet meramını anlatıp serbest bırakıldı ve olayı gidip Pile’ye haber verdi. Artık hayvanlar alıncak ve biz de öldürüleceğiz diye düşünüyordum. Çünkü saat başı Bayrak Radyosu’ndan Türkler’in kayıpları ve uğradığı katliamdan bahsedilirdi. Rum halkının ne yaşadığından veya yaşadıklarından haberimiz yoktu. Çocuk yaşta olduğum için dikkate alınmadığımın farkındaydım. Uygun bir yerde, olduğum yere yatsam, herkes gidecek, onlar 10 metre gittikten sonra karanlıktan faydalanıp kurtulabilirdim. Bunu düşündüm. Ama diğerlerini ve babamı bırakıp kaçmanın, gururumu inciteceğini  de düşündüm. Halbuki kalmam, onlara bir fayda sağlamazdı. Anlamsız ve gereksiz yere gururumun esiri oldum ve yola devam ettim.

 

PİLELİ RUM HALKI ASKERLERİ İKNA ETTİ...

Sürü, ışıklardan iyice sersem olup yürüyemez olduğu anda yanımızda sivil araba ve motosikletliler hasıl oldu. Bunlar olayı öğrenen Pile’nin Rum halkındandı. Askerlerle aralarında geçen konuşmalardan sonra, askerleri ikna ettiler. Bir anda askerler toparlanıp araçlarına bindiler ve gittiler...

Tekrardan serbest kalmıştık. Rötarlı da olsa Pile’ye varmıştık, o geceyi orada geçirdik. Ertesi günler geçici olarak kalacağımız köy olan Vadili’ye yol alacaktık...”

sayfa-13-ziya-eyyupler-klavyaya-bir-ziyaretinde-bugday-basaklari-arasinda-foto-atila-karaderi.jpg
Ziya Eyyüpler Klavya'ya bir ziyaretinde, buğday başakları arasında... Foto Atila Karaderi...

(ZİYA EYYÜPLER – EYLÜL 2022)

Bu yazı toplam 1668 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar