Koza’yı Dönüştürmek
Koza’yı Dönüştürmek
Stella Aciman
O aslında bir doktor… Babası Osman Örek gibi, O’nun da kalbi memleketi için atıyor, sanatını kullanarak memleketini yaban ellere tanıtma arzusu ile yanıp tutuşuyor… Durmuyor, üretiyor ve yaratıyor. Dr. Yeşim Örek Gümüşdağ, çocukken savaşta yaşadığı travmayı, o günlerde bir koza içine sıkışmış gibi olan dünyasını şimdi kozaları biçimlendirerek, dönüştürerek ‘çıkış’ı arıyor.
Önce sizi tanıyalım…
1967 yılında, Şht.Tuncer İlkokulu’ndan İngiliz kolejine geçtim. Daha sonra da Kıbrıs’ın ilk 20 kişisi arasına girerek burslu Çapa Tıp Fakültesi’ne gittim. Okul bitince, İzmir Atatürk Devlet Hastanesi’nde Göz Hastalıkları ihtisası yaptım, ihtisasımı bitirdikten hemen sonra da Ada’ya döndüm. 1997 yılında da Girne Dr. Akçiçek Hastanesi’nde, göz hastalıkları uzmanı olarak göreve başladım, halen burada çalışıyorum.
Hep hastanede mi çalıştınız?
Evet. Klinik açmadım, sadece Devlet Hastanesi’nde çalıştım. Prensip olarak da ben hizmet için doktor oldum, geriye dönüp baktığımda da hizmet için hekim olduğumu anlıyorum. Ben hekimliğin sosyal bir hizmet olduğunu düşünüyorum.
Neden göz doktorluğu?
Hiç planladığım bir şey değildi, aile hayatımla birlikte götürebileceğim bir branş olarak düşündüm. Bir de aslında göz çok ilgi çekiyordu çünkü insan gözle algılıyor, bu da beni göz ihtisasına yönlendirdi. Hayatta görme hissi çok önemli, görmediğiniz zaman istediğiniz kadar yetenekli olun bir taraf eksik, ben çok önemli olduğunu düşünüyorum o yüzden.
“DIŞARIDA GÜVENİLİR OLUYORUZ, BURADA TU KAKA”
Ameliyat yapılıyor mu?
Göz ameliyatları yapılıyor ama tabii bizim her hastanemizde her teçhizat yok. Merkez olan Lefkoşa Devlet Hastanesi’nde retinaya yönelik ameliyatlar dışında yapılıyor, göz de branşlaşmıştır… Küçücük organ nesi branşlaşmış diye düşünülebilir ama değil işte, o bile kendi içinde iç korneası, retinası gibi bir sürü bölüme ayrılır, retina hariç her türlü ameliyat bizde de yapılıyor. Burada dışarıdaki hekimlere pek güvenmeyip ameliyat için yurt dışına gidiyorlar, oysa ki bizim hekimlerimiz de o gittikleri Dünya Göz Hastanesi’nde çalışmış olan hekimler. Aynı ameliyatları bizim hekimlerimiz de rahatlıkla yapabiliyor. Türkiye’de çalıştığımız zaman gelip orada bize güveniyorlar ama burada hepimiz tu kaka oluyoruz.
Peki, hekimlikten sanatçılığa geçiş serüvenine geçelim…
1999 yılında babamı kaybettim, sanatçılık serüvenim de o yıllarda başladı. Yaratıcılık ruhum olduğunu hiç fark etmemiştim önceleri hatta o yönüm okurken de hiç keşfedilmemiş. Babamı kaybettiğimde kızımı dünyaya getirmiştim, oğlum da 1,5 yaşındaydı. Psikolojik stres çok ağırdı gerçekten, çıkış yolu lazım insana böyle durumlarda, o zaman işte sanata yöneldim. Hangi sanat diye düşünecek bir vaktim, arayışım olmadı açıkçası, o hayatımın en kötü yıllarındaki kaçıştı sanat. Başlangıçta ahşap ya da doğal materyalleri nasıl dönüştürebilirim diye düşündüm çünkü bu ailemde gördüğüm bir şeydi. Bizim evde hiçbir şey atılmazdı hep değerlendirilirdi, özellikle annem çok yaratıcıydı bu konularda. Babam da öyleydi, bilinçaltıma yerleşmiş bu benim zaten, “bir şeyi atalım da başka alalım”ın yerine, “atmayalım değerlendirelim” diye başladım. Sahil kenarlarındaki tahta atıklarını toplayarak onlardan mumluk yapmaya başladım önce, sonra tellerden resim çerçeveleri yaptım…
KOZAYA YÖNELİŞ
Kozaya dönüş ne zaman başladı?
Kıbrıslı olmanın temelinde, kültüründe ne yatar diye düşünerek yöneldim kozaya. Koza için kursa falan gitmedim ama kozanın daha modern, daha kullanılır, daha hayatımızın içinde olacak şeklini hayal ederek başladım bu işe ve ürettim, tasarımlarım ve takılarım beğenildi. 1-2 sene önce ipek böceği ve kozanın çok özel ve değerli olduğunu gördüm. Tek bir koza 2 km ipek olur, 10-11 kozayı açıp üst üste dikerseniz, Everest’in üstünü örter. Bu koza öyle bir şey. Okuyarak, araştırarak öğrendim ve bana inanılmaz mucizevî geldi bu hayvanın özelliği. Okuyarak daha da içselleştirdim… Tabii bir savaş çocuğu olmanın etkisi de var.
Nasıl yani?
Büyüdükçe kendini de sorguluyor insan, olgunlaşmaya başlıyor. Hayatımda savaş çocuğu olmanın travmasının çok büyük yer tuttuğunu anladım. İngiltere’ye staja gitmiştim. Anne Frank’ın bir sergisi vardı soykırımla ilgili. Gittim gördüm, çıktığımda dedim ki, “sanatçıya saygım sonsuz ama ben de bir savaş çocuğuyum, duygular böyle sergi yaptırıyor,” ben de bir şey yapmaya karar verdim. Ben de çocuktum, ben de travma yaşadım, kim biliyor bunu, bu şekilde duyurmak lazım bunu diye düşündüm. Bu duygu benimle bütünleşti… Ben aslında hiç konuşmadım 74’deki duygularımı, en yakın arkadaşlarımla bile paylaşmadım, birçoğumuz da paylaşmadı, o yüzden bu olguyu sanatla anlatmaya çalışıyorum.
Travma dediniz, neydi bu kadar sizi etkileyen ve hep kaldı mı?
Evet, hep yaşadım, 6 yaşındaydım ben 1974’te… Bodrumda yaşıyorduk ve korkuyordum. Mekân korkusu gelişti bende, mesela yeni yeni kendimi sorguladığımda fark ediyorum; uçaktan korkuyorum, hapishane, kapalı yer korkusu var. “Ne suç işledik ki bizi kapattılar, yaşayamıyoruz böyle” diye düşünüyordum. Lefkoşa’da Köşklüçiftlikte’ydik ve çocuklarla 150 kişi kadardık. Çok enteresandır, 20 Temmuz çok sıcaktır ama biz sıcaklığı hiç algılamıyorduk, bütün anlatımlarda hiç sıcaktan bahsedilmez, can korkusu birinci plandadır. Düşünün o kadar kalabalık insanın bodrum katına inip, ne havalandırma, ne pencere kapı, ne de klima olmadan yaşadığını… Yatak vardı biz çocuklar orada otururduk, hiçbir şey yapmadan otururdum, kahvaltı yok, o yok, bu yok, anne yok, baba yok, böyle bir kapalı ortamda oturma duygusu.
“O GÜNLERİ HİÇ KONUŞMADIK”
Babanız ve anneniz neredeydi?
Babam(Osman Örek) Dışişleri Savunma Bakan’ıydı, annem de TMT’nin kadınları eğittiği hemşirelik kursları vardı, annem kan görse korkan kadın hemşire olarak hastanelere gidiyordu, ortada kimse yoktu. Bir anım var, paraşütlerin indiği gün, tabii ne olduğunu da algılayamıyorsunuz, bilmiyorsunuz, kimse de anlatmıyor ne olduğunu çünkü insanlar can derdinde zaten. Paraşütler geldi, çıktım izliyorum: aniden silah sesleri gelmeye başladı, herkes kaçtı ben durmuş bakıyordum hala, nedir, ne oluyor hani kurtulmuştuk… Çocukluk çok enteresan, biri beni oradan kaptı götürdü, yoksa bakmaya devam edecektim sanırım. Biz eşimle ortaokuldan arkadaşız, onunla da bu konuları konuşmadık; ona sordum mesela, “bu konuları arkadaşlarınla konuştun mu” diye, o da hiç konuşmamış. Biz ve bizden birkaç yaş büyük çocuklar bu travmayı yaşadık. Kapattık kutuyu, hiç yaşanmamış gibi devam ettik ama bu kapatılmış kutu çok etkiledi hayatlarımızı. Savaş Çocukları projesini de bu yüzden başlattık. Ben, çekimlerde eşimin neler hissettiğini ilk defa duydum. Bu savaşın, yaşadıklarımızın anlatılması lazım, hissettiklerimizin anlatılması lazım. Ben bunu, yani kendimle barışmayı sergimde yaptım.
İlk serginizde mi?
Kozanın oluşumu beni çok etkiledi ve dünyada gezdiğim yerlerde fotoğrafladığım, hayvanları, doğayı kullanarak duygularımı anlatmaya çalıştım. 15 Kasım’da Ledra Art Galeri’de açtığım sergiydi bu, orada profesyonel bir çalışma yaptık. Orada anlatmak istediğim şuydu ve anlattığımıza da inanıyorum… Kıbrıs Türk’ü bir dönüşüm yaşadı. 1960-1974 arasını tuttum, bu tarihleri özellikle aldım çünkü bu tarihler arasında Kıbrıs halkı ilk kez kendi ayakları üzerinde durdu, tarihte başka yok. Burada arşivdeki resimlerle bir şeyleri anlatmaya çalıştık; çadırlarda yaşam, Kıbrıs’ta Türklerin de varlığı, ardından Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yıkılması sonucunda 74’ün yaşanması… Bu büyük bir dönüşüm, bunları anlatmaya çalıştım. Ben de kendi içimde, kendi çocukluğumda kozama çekilmiştim. Bir tek ben de değilmişim bunu da gördüm. Tırtılmışız o zaman kozamıza girmiş kapanmışız, açıklamamışız ama bunu artık konuşup bölüşme zamanı geldiğine inandığım için ve bu duyguları kötüye değil, aynen ipek kozasının çok değerli bir şey bırakması gibi güzele çevirme zamanı geldiğine inanarak böyle bir sergi yaptım. Sergide hem arşiv fotoğrafları hem de dünyanın çeşitli yerlerinde çektiğim fotoğrafların üzerine ipek kolajları yaptım. Bu o çocuğun duygularıydı ve bu duyguların dönüşümü de takılarla taçlandı, yani ipek kozası güzel bir şeye dönüştü, bizim için de, aslında Kıbrıs Türkü için de, KKTC’ye dönüşmesi de… Adı önemli değil, bunu vurgulamak istedim, aslında çok geniş bir anlatımdı. Ben kendimle barıştım o sergiden sonra, kötü duyguları güzele çevirmeyi başardım. Bunu Rum ve Türk, hiç fark etmez yaşamamız gerektiğini düşündüm. Sonra da bir belgesele giriştim.
“KORKU YAŞARDIK”
Güney’e geçtiğiniz zaman bir gerginlik, ürkeklik, korku hissediyor musunuz?
Bizim evimizde politika pek konuşulmazdı. Benim düşüncelerim üzerinde gerçekten bunun çok etkisi olmadı, aman Rum düşmandır, onlar kötüdür diye yetiştirilmedik. Babamın hep hümanist bir bakış açısı vardı; düşman olarak görmedim, yetişmedim ancak babamın politik konumu nedeniyle bize Rumlarla temas etmemizin tehlikeli olabileceği duygusu verildi. Mesela abim, babamın oğlu olması nedeniyle hep kaçırılması korkusu yaşardık. Limasol’a çok sık giderdik, panayıra gitmek isterdim, ailemle gidemezdim, ağlardım beni bir korumayla götürürlerdi. Bizim kiracılarımız genelde BM askerleri olurdu, onlarla tanışır konuşurdum, hep barış konuşulurdu, şimdi bir şeyler kötü belki ama her şey güzele gidecek derlerdi.
Barışa bakışınız ne?
Kapılar kapandıktan sonra mesela Trodos’ları görüyorsunuz, oraya gidememek insanı incitiyor. Hiç göçmen olmadık biz Lefkoşalıyız, eşim göçmen, doğal olarak o tarafa gidememek rahatsız edici bir duyguydu. Daha savaş çıkmamıştı, İsveç büyükelçisi Ada’dan ayrılıyordu, giderken biz çocuklara kayak hediye etmişti, biz de sevinçle Trodos’a gideceğimiz günü bekliyorduk, sonra kapılar kapandı kızaklar kaldı, çok üzülmüştük. Kapılar açıldığında çok mutlu oldum, görmekle heyecan duydum, hiç olmayacak diye düşünmüştüm ama oldu ve geçtik oraya. Asla savaş olmasın ama benim geleceğim için de başka ülkeler karar vermesin, kendi içimize bakalım, her şeyi oturtalım. Bütün geleceğimizi bir anlaşmaya bağlamayı yanlış buluyorum. Vamık Volkan’ın dediği gibi, “evet, o masaya bir 50 yıl daha gidin ama geleceğinizi o masaya endekslemeyin.” Sonuna kadar bu söze katılıyorum.
Bu yaz başında İskele Festivali kapsamında yaptığınız defileden söz eder misiniz?
Dr. Küçük, Rauf Denktaş ve Osman Örek’in arkadaşlıkları sadece siyasi değildi. Başka ülkelerin devlet adamlarının aile hayatları nasıldı, bilmem ama benim bildiğim; bizler geride kalan kadınlar ve çocuklarla birlikte büyüdük. Süheyla Hanım’la annemin anıları mesela; annem o yıllarda 19 yaşındaydı, bugün 70 yaşında hala yakın arkadaştırlar. Yine geçen yıl İskele Festivali’nde güzellik yarışmasında jüri üyesiydim. Orada eski Kıbrıs kıyafetlerini görünce aklıma geldi bu fikir, çünkü annemin o yıllarda kullandığı tüm giysileri hala duruyordu. O giysilerin bir tarihi içerdiğini düşündüm. Bu kıyafetler çok önemli olayların tanığıydılar. Buradan yola çıktım. Süheyla Hanım, Aydın Hanım çok yardımcı oldu. Süheyla Hanım kılıfların içinde özenle sakladığı çantalarını getirdi. Çantanın birinin içinden bir mendil ve üzerinde Dr. Küçük’ün resmi olan bir kibrit kutusu çıktı. Arkada yaşayan bu kadınları onore etmek istedim. Beklediğimden çok büyük bir beğeni aldığı için de çok mutlu oldum. Şimdi hedefim, bu defilenin tekrarını sadece ülkemizde değil yurtdışında da yapmak. Kendimizi yabancılara ifade etmenin yolunun sanat olduğuna inanıyorum. Savaş Çocukları belgeseli bittikten sonraki hedefim bu. Bu çalışmalarımda, dostum, gezi uzmanı ve belgesel, radyo program yapımcısı Özge Ersu ve sergimin Küratörü, yine bir Kıbrıslı savaş çocuğu olan, Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Fatoş Adiloğlu’ndan çok yardım aldım.