KRİSTAL KALE
Konuşma sus, sorgulama itaat et, biat et veya öl.
Hayır basit bir cümle değil bu cümle. İki kelime kullandığınız için oluşan sarsıntı, belki hafifçe bir kendine geliş, sersemletici bir an, sonra geçecektir kimbilir. Bize yıllardır Kıbrıs’ın kuzeyinde dayatılan “yok-oluşsal belirsizlik hali” kendi geleceğini bu toprakların yarımına hapsetmiş nice gençlerin hayallerinin sonu oldu. Elli yıldan fazladır süren toplumlararası görüşmeler tarihi, kurulan masalar, yenen yemekler, sonra çöküşle sonuçlandı. Kuzey’de yani evimizde patlayan bombalar, gazetecilere atılan iftiralar, siyasi linçler, mahkeme koridorlarında bizi bize gösteren aynalarımız. Kuzeyi yada güneyiyle “biz”ler bu coğrafyada çoklu iktidar merkezleri arasında eriyen suretleriz. Çatışma halinde kimliklerimiz, olmayan bir geleceğimiz ve küçük piyeslerimiz var. Eğer değiştirmezsek.
Kaleler genelde sağlam yapılardır. Geçmişte her kralın da bir kalesi vardı, çocukluk kitaplarından öyle öğrendik, yalan olamaz. Sonra bu kralın güzel mi güzel elbiseleri vardır. Taktığı mücevherler, kaftanı, asası. İktidarı vardır bir de. Herkesin önünde eğildiği, saygı duyduğu, salona girdiğinde herkesin ayağa kalktığı, otur dediğinde oturduğu, kalk dediğinde kalktığı, sus dediğinde sustuğu. Birçok hikayesever bilir, kral çıplak olduğu için o çocuğun ahaliye dönüp “Kral Çıplak!” diye bağırdığını. Ayrıca biliyoruz ki o kalelerin içinde de insanlar vardır. Herkesin kendine göre düşünceleri, hikayesi ve elbet vicdanını ifade ediş biçimi. İfade özgürlüğü işte, insanın özne olabilmesi için en temel haklarından biri. Bu hakkı kullanış biçimi belirli kurallara göre kısıtlanabilir. Ancak bu hakkınızı hiç kullanamazsanız, orada özne olamazsınız. Yaratılan düzende kaleleri sağlam örmemişseniz, harcından çalmışsanız, kaleler yıkılmaya mahkumdur. Bir de dokunulmaz, hassas kaleler vardır. Adeta kristalden kaleler. İfade özgürlüğünüzü kullanmanız yasaklı yerler. Bu yaratılan yasak döngüsü içerisinde susarsanız, ayak uydurursanız, marş marş, yükselirsiniz, yok eleştirirseniz kristal kalenin yılmaz bekçilerini üzersiniz. Dar alanda kısa iktidar paslaşmaları arasında iktidar sahibi olduğunu sananlara kurulu düzen dediğinizde de zeval eyleyen olursunuz. Halbuki bu düzen hiç kimsenin hiçbir şeye zeval vermemesi üzerine kurulmuştur. Hassas dengeler, feodal bağlantılar, beslenme güdüsü.
Çokça bilinen bir mağara alegorisi vardır. Platon düşünmüş bu sahneyi: Mağarada oturan insanlar varoluşsal sorgulamalarını kendilerine arkalarından verilen ışık sayesinde, kendi gölgelerine bakarak yapıyorlar. Kurulan bu sahnede herşey sahte. Çünkü gölge oyununda ışık size bahşedildiği kadar var ve sadece kendi gölgelerinizin, mağaranın duvarına yansıyan suretleri ile yetiniyorsunuz. Dünyanız bundan ibaret. Sonra biri çıkar ve ateşi yakar, fitili ateşler gölgelerden başka bişey görmeyen gözler görür olur. Mağaranın dışından bir el uzanır, sizi ayağa kaldırır ve gerçekle yüzleşirsiniz. Bugüne kadar sadece gölge oyunu seyretmiş bir et yığını, özne oluverir. İnsanın temel varoluşsal pratiğidir bu. Gerçek ile sahte arasındaki o muazzam uçurum.
Bizim, dün ne yaptığımızı, bugüne ne yapıyor olduğumuzu düşünmemiz gerek. Kıbrıs’ın kuzeyindeki hukuk düzeni dahil olmak üzere, herkesin kendi küçük iktidar alanlarını koruduğu, yıkılmasın diye eleştiriye kapattığı alanların uluslararası denetime tabi olmasının yolunu bulmalıyız. Kendimize dönüp baktığımızda itiraf etmeliyiz ki, bu topraklarda yaşayan bizler hiçbir zaman anayasal metinlerde yazan kurumların gerçek kurucu özneleri olamadık. Devletleri kuran “kurucu iktidar” o coğrafi alanda hükümranlık hakkına da sahiptir. Kurucu iktidarı oluşturan irade de önemli. İrade olmayınca, kurucu iktidar olamıyor, o da olmayınca kurdurulan düzende, yani kurulu düzende, itaat eden olursunuz, yani uyruklaştırılırsınız, hem de doğup büyüdüğünüz yerde.
İnsanın varoluşu direniştir. Bu coğrafyada ise direnmek başka bir direniştir. İçine girdiğinizde sistemin, aldığınız rakamlara bedel ödersiniz. Oturduğunuz koltukta hırslarınız ve minik iktidar alanlarınız için küçülürsünüz, ezilirsiniz, başkalaşıp bişeye dönüşürsünüz. Yeter ki kurumlarımıza zeval gelmesin! Tarihimize baktığımızda dağlara bayrak çizmekle geçirdiğimiz zamanı, kendi geleceğini çizemeyen gençlere tercih ettiğimizi görürüz. Onları geleceği belirsiz bir ülkede harcadık. Bazı gençler ise o dağlardaki bayrakları, hatta geceleri ışıl ışıl, bırakıp gidiyorlar. Sonra da diyoruz ki mücadele devam ediyor, uluslararası hukuk dışında ve sadece kendi sahnemizde. Böyle devam edecek mi?
Hukuk sistemimiz uluslararası hukuka doğrudan dahil olmadıkça, Kıbrıslı Türkler olarak özgür irademizle bu düzeni değiştirmek ve daha adil bir düzen yaratmak için mücadele etmedikçe daha çok kaybedeceğiz. İstenildiği kadar kaleler inşa edilsin, ister taştan ister kristalden yapılsınlar, son kalenin her daim insan olduğunu unuttuğumuz sürece kaybedeceğiz.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi madde19 “ Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın malümat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir” diyor. Geçmişte hukukumuzda tartışıldı, bu konuda bazı içtihat kararları da var ancak bundan sonra mevcut durumda daha çok tartışacağımız bir özgürlük, ifade özgürlüğü hakkı. Yukarıda alıntıladığım madde bizim iç hukukumuza da dahil ettiğimiz bir norm ve bu nedenle bizim açımızdan da bağlayıcı. Bence ifade özgürlüğünü uluslararası hukuktan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarından başlayarak düşünelim ve tartışalım. Her alanda ve her kurumda, korkmadan, çekinmeden.
Bize seyredilen gölge oyunundan ancak böyle kurtulabiliriz.
Kendisi dışında söz söyleyenlerin, kaderini çizenlerin ve böylece kurucu iktidar olamamış toplumların vaziyetidir susmak. İfade özgürlüğünü korkuları, maaşları, statüleri, sahte saygınlıkları nedeniyle savunamayanların coğrafyası mı olmak istiyoruz? Küçük olsun benim olsun diyenler, küçüldükçe, eğildikçe yok olacaklar, haberleri yok.
Bunu da yaz, tutanaklarda bulunsun.
***
“Özgürlük için çalışın,o size ekmek de verir, gerçek de.” Ana, Maxim Gorky.