Kriz ve Çarpık Algı
Kriz ve Çarpık Algı
Tufan Erhürman
Ahmet Hamdi, ilk baskısı 1949’da yapılan Huzur adlı romanının bir yerinde, roman karakterlerinden birine şunları söyletir: “Çocuklarımızı muayyen yaşlara kadar okutmayı adet edindik. Bu çok güzel bir şey! Fakat günün birinde bu mektepler sadece işsiz adam çıkaracak, bir yığın yarı münevver hayatı kaplayacak... O zaman ne olacak? Kriz...” (Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur, İstanbul, YKY, 2000, s. 237).
Tanpınar’ın daha 1940’lı yıllarda gümbür gümbür geldiğini fark ettiği bu kriz, son dönemde akademide üzerinde en fazla kafa yorulan konulardan biridir. Genellikle “burası korsan devlet. Başka ülkelere benzemez”, “burada ekonomi bile yok, ne sınıfı, ne krizi” gibi şatafatlı girişlerle başlayan söylevlerin sonucunda, başka ülkelerin sorunlarıyla bizimkilerin asla birbirine benzetilemeyeceği müthiş bir özgüvenle vurgulansa da, ben bu krizi en yoğun bir biçimde yaşayan ülkelerden biri olduğumuz kanaatindeyim.
Birçok açık, ondan da daha çok gizli “üniversite mezunu işsiz” kapladı buralardaki hayatı. Daha önce gaile’de yayımlanan bir yazımda değinmiştim bu konuya (“Üniversite Mezunu ‘İşçiler’in Öfkesi”, gaile, 4.10.2014). İletişim Yayınları tarafından yayımlanan “Boşuna mı Okuduk?” adlı herkese hararetle tavsiye ettiğim kitabı (Tanıl Bora-Aksu Bora-Necmi Erdoğan-İlknur Üstün, Boşuna mı Okuduk? –Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği-, İstanbul, İletişim Yayınları, 2013) okuyunca, bu konu üzerinde çok daha fazla düşünmek ve tartışmak gerektiğine karar verdim. Özellikle Necmi Erdoğan’ın, “Sancılı Dil, Hadım Edilen Kendilik ve Aşınan Karakter: Beyaz Yakalı İşsizliğine Dair Notlar” başlıklı yazısı mutlaka okunmalı.
Bu yazının alanı çok sınırlı olduğundan, Tanpınar’ın sözünü ettiği krizin üniversite mezunlarında nasıl bir karakter aşınması yarattığına ve bu krizin diğer sonuçlarına ilişkin tartışmaları daha sonraya bırakıyorum. Burada yalnızca iki uzun alıntıyı paylaşacağım Erdoğan’ın yazısından.
Birincisi, kendine 3H (Hürriyet, Hukuk, Hoşgörü) Hareketi adı veren “liberal gençlik hareketi”nin, işlerine son verilen TEKEL işçilerinin direnişini “Mezunuz-İşsiziz-Razıyız” sloganıyla protesto etmek için kaleme aldığı bir yazı: “Biz 3H Hareketi olarak topluma oldukça yüzeysel bir biçimde özelleştirme mağduru sıfatıyla sunulan işçilerin, aslında ezilen değil ne yazık ki ezen konumunda olduğu görüşündeyiz. Ülkemiz ekonomik kriz nedeniyle oldukça zor bir dönemden geçmektedir. Bu ortamda eğitim düzeyi oldukça yüksek pek çok gencimiz oldukça düşük ücretlerle çalışmaya razı olduğu halde iş bulamamakta iken, ülkemizde sırtını devletin sağladığı olanaklara dayayarak yaşamaya alışmış bir kesimin varlığı çok acı vericidir... Bu ülkede ‘mağdur’ Tekel işçilerinin beğenmediği şartlarda çalışmak isteyen milyonlarca vatandaşımız var. Biz üniversite mezunu gençler olarak da, burada o milyonları temsil ediyoruz. Eğer bu şartlarda bizleri işe almak isteyen varsa hemen işe başlamaya hazırız” (s. 110-111).
Ben herhangi bir yorum yapamayacağım kanımı donduran, beni dilsiz bırakan bu yazı üzerine. Erdoğan’a sığınıyor ve onun yorumunu aktarmakla yetiniyorum: “İşçilerin ‘ezen’ konumunda olduğunu iddia edecek ve kendisini güvencesiz ve asgari ücretle çalışmaya dünden razıymış gibi gösterecek kadar arsızlaşan bu sinik öznenin neo-liberalizmin bayraktarlığına soyunduğunu söylemeye bile gerek yok” (s. 111).
İkinci alıntı, kendisiyle mülakat yapılan üniversite mezunu bir işsizin söyledikleri: “Mesela beni işten çıkaran işte o kesime, ilk zamanlar çok kızıyor, çok öfkeleniyordum. Nasıl olur, bana bunu nasıl yaparlar, işte ben en verimli çağımda evde oturuyorum, bunları yapıyorum, nedir bu, nasıl bir şeydir diye düşünüyordum. Şimdi diyorum ki, yani bu bana birçok şey kattı ama onlar için de belki bu bir görevdi... Yani evrenin kozmik bilinci içinde her şey o kadar aslında olması gerektiği gibi gidiyor ki, bunu şu anda algılayamıyoruz” (s. 112).
Art arda, dudak uçuklatan (en azından benim dudağımı uçuklatan) iki alıntı. Birincide, buralarda bizim de çok alışık olduğumuz biçimde, haksızlığa uğradığını, adaletsizliğe maruz kaldığını düşünenler, bunun müsebbibi olarak kendileri gibi işsiz kalmış ama kendilerinden farklı olarak sinip kalmayı değil, birlikte mücadele etmeyi seçmiş, kendilerinden daha alt sınıfta olduğunu varsaydıkları insanları görüyorlar. Hatta o kadar ileri gidiyorlar ki, sol literatürden ödünç aldıkları terminolojiyle, ezen-ezilen ilişkisinde kendilerini ezilen (mağdur) TEKEL’den atılan işçileri de ezen olarak konumlandırıyorlar.
İkincide ise daha da vahim boyutlara ulaşıyor krizin yarattığı karakter aşınması. Üniversite mezunu işsiz, yaşadığı sefaleti “evrenin kozmik bilinci” içinde kendi aciz aklının alamadığı bir gereklilik olarak görüyor. Bizde henüz bu boyutta tepkiler yok ama “evrenin kozmik bilinci”ne olan ve her gün biraz daha artan merak dikkate alınırsa, bir süre sonra böyle şeyleri buralarda da duymak çok şaşırtıcı olmayabilir!
Tanpınar, bu yazının girişinde aktardığım alıntıda, daha 1940’lı yıllarda gelmekte olduğunu fark ettiği krizin sebebini de belirtiyor kendince. Yanlış eğitim politikası denilebileceği gibi, tam tersine belli bir ideolojik çerçevenin, kendi ihtiyaçlarına son derece uygun, “doğru eğitim politikası” da denilebilir sebebe. Ama bu sebebin sonucu olan krizden mağdur olanlar, ya sebebe ve onu yaratanlara değil, kendilerinden farklı olduğunu düşündükleri ama aslında aynen kendileri gibi mağdur olanlara saldırmayı, ya da yaşadıklarını “evrenin kozmik bilinci”nin doğal bir sonucu olarak görmeyi “seçiyorlar”.
Son derece çarpıcı, sarsıcı ama bir o kadar da gerçek! Bizde de ziyadesiyle yaygın olan bu tip çarpılmış algıların üzerinde ne kadar düşünsek azdır sanırım!