Krizlerle Dolu Yaşamımız; Bu Hep Böyle mi Devam Edecek?
Krizlerle Dolu Yaşamımız; Bu Hep Böyle mi Devam Edecek?
İlksoy Aslım
[email protected]
Giriş
“Ahh! Türkiye adaya çıksa bütün problemler bitecek”. Kendimi bildikten sonra en fazla duyduğum cümle buydu. Sorunlarımız, yaşadığımız krizler Türkiye’nin adaya çıkışıyla sona erecekti. Dün öyle düşünülüyordu, bugün ise birçok kişi umudunu Kıbrıs’ta varılacak bir anlaşmaya bağlamış durumda. Kıbrıs sorununu çözmeye yönelik görüşmeler yıllardır sürüyor; kâh durarak, kâh yeniden başlayarak. Yeniden başlayan müzakerelerden geçtiğimiz günlerde Rumlar Türkiye’yi suçlayarak çekildi. Görüşmelerin durması ilk kez yaşanmadığından, genel kanaat bir müddet sonra yeniden başlayacağı yönünde.
Önemli aktörler sorunu “yakından takip ederek” açıklamalarda bulundular. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide yaşananları “orta ölçekli bir kriz” olarak değerlendirdi. Avrupa Konseyi (AK) Başkanı Herman Van Rompuy, “Türkiye uluslararası hukuka uygun hareket etmeli” derken, Rusya Federasyonu tarafları “müzakere prosedürüne zarar verecek adımlardan kaçınmaya” çağırdı. Tüm bu yaşananlara bakarak geçmiş yeniden mi yaşanıyor hissine kapılmamak elde değil. Bu yazıda yakın zamanda Kıbrıs’ta yaşanan krizler ve müzakere süreçleri hatırlatılarak büyük güçlerin çabaları dışında “Kıbrıslılar ne yapmalı?” sorusuna cevap bulmaya çalışılacaktır.
Hayat Boyu Süren Krizler
EOKA’nın kuruluşunun dördüncü yıldönümünde, yani 1 Nisan 1959’da doğdum. Bu nedenle dünyaya gelişimim bile kriz gününe denk gelmesini anlamlı bulurum! İtiraf etmeliyim ki doğumumdan sonra şöyle ayaklarımı uzatıp keyif yaptığım pek az günüm olmuştur; hep yaşanan krizler nedeniyle! 1962’de yoğunlaşan belediyeler krizini hatırlamıyorum ama eve yansıttığı olumsuz havayı, sonraki yıllarda babamın ağzından dinleme imkânını bulmuştum. İlerleyen günleri, örneğin Limasol’daki Şubat 1964 olaylarını daha net hatırlıyorum. Gecenin ilerleyen saatlerinde battaniyeye sarılıp başka yere götürülüşüm ve evlerin üzerine düşen mermiler hâlâ hatırımda. Annem, “oğlum, evden dışarı çıkma, kurşunlar seni yaralayabilir” demişti ama dinleyen kim. Yere düşen mermilerden oluşturduğum küçük koleksiyonumdan annem hiç haberdar olmadı. Ne denebilir ki? Kriz döneminde bir küçüğün mutlu anları, “pirili” koleksiyonu yerine mermi koleksiyonu.
Peristerona annemin köyüdür. Peristerona’yla ilgili ilk anım 1969 yılında dedem Osman Zeki’yle köye gidişimizle şekillendi. Dedemin mülklerinin durumuna bakmak için gitmiştik. Daha sonra “çakı gibi bir genç” olarak Peristerona’da dedemlerin yanında yaşamaya başladığımda ilk eylemim köyde ufak çaplı bir krize sebep olmuştu. Rum çocuklarını taşa tutmuştum ve dedemden ilk ve son kez “fırça yemiştim”. Nedendir bilmem, büyüklere değil ama küçük Rumlara yönelikti hiddetim. İşin gerçeği korkuyordum ve korktuğum için de kendime kızıyordum. Barikatlarda aranırken de, “milli” törenlerde kahramanlık şiirleri okurken de bu hissi hep taşıdım: Ölüm korkusunu, öldürülme korkusunu. İşte bu korku yıllar süren kriz dönemlerinde toplumların kolayca yönetilmesini sağladı. Thomas Hobbes’un yöneticilere “korkuyu, gücü eline geçirmek için kullan” önerisini yaptığını öğrenmeme daha uzun yıllar vardı.
Kıbrıslılar arasında görüşmeler başlamıştı. Çevremden bazen “müzakereler iyi gidiyor” haberini alırken, bazen da “bu Rumlar hiç akıllanmayacak” şeklindeki serzenişlerini duyuyordum. 1973 sonunda dedem, “Denktaş Klerides’le anlaştı galiba” haberini verirken hoşnut değildi. Sonrasında, “Makarios anlaşmayı kabul etmedi” derken çok mutluydu. Ona göre çözüm Türkiye’nin adaya çıkarma yapmasıydı. Rumlar arasında problem yaşandığı aşikârdı. Elye otobüsüyle Lefkoşa’ya, okula giderken EOKA’cıların yaktıkları bir polis karakolunun tüten dumanlarını gözlerimizle görmüştük. Sonuçta kriz Kıbrıslı Türklere yarayabilirdi.
Kıbrıs’ta toplumları yönetenler Kıbrıs’ı bir vatan olarak algılamadılar, buna uygun davranmadılar. Biz değil, biz ve öteki vardı. Kıbrıs’ta yaşananlar da büyük ölçüde bu politikayla şekillendi. Konuya geri dönersek, Türkiye’nin adaya asker çıkarması krizlerin sona erdirmedi ve krizler şekil değiştirerek günümüze kadar devam etti. Bugün de Kıbrıs’ın hem kuzeyi hem de güneyi krizlerden nasibini alıyor, hem ekonomik hem de siyasi krizler anlamında.
Sonuçsuz Kalan Müzakereler
Kıbrıs müzakerelerinin 1968 yılında başladığı dile getirilir. Ancak bu süreci 1954 yılından başlatmak da mümkün. O yıl, Kıbrıs sorununu uluslararası alana taşımaya çalışan Yunanistan hükümeti bunda başarılı olamamıştı. İlerleyen dönemde Yunanistan, Birleşik Krallık, Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında yapılan ikili ve üçlü görüşmeler sonunda NATO’nun bir çözümü olarak Kıbrıs Cumhuriyeti oluştu. Cumhuriyet’e kimse sahip çıkmayınca 1964’te iki toplumlu yapısı çöktü. Bu sonuç, Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs müzakerelerini başlattı. Taraflar, her NATO Bakanlar Toplantısı sonrasında Kıbrıs gündemiyle toplantılar yaptılar. 1967 Olaylarından sonra Kıbrıs’ta benim yerel détente dediğim yumuşama dönemi başladı. Bu gelişme Türkiye ve Yunanistan’a “sorun sizin, oturup müzakereleri siz yapın” deme fırsatı verdi. Böylece Kıbrıs’taki tarafların kavga etmemesi de garatilenmiş oluyordu. O günden bu güne toplumlararası görüşmeler sürüyor. Kıbrıslılar ertelenmiş sorunu çözmeye mi, yoksa biraz daha ötelemeye mi çalışıyorlar bilmiyorum ama müzakerelerin daha da devam edeceği anlaşılıyor.
On yıllardır devam eden müzakerelerde sorunlar çeşitli açılardan tartışılırken, dönemin “ihtiyaçları” ve tarafların vazgeçilmezleri arasında bir denge de kurulmaya çalışılmıştı. Örneğin 1964 yılında BM gözetiminde fakat ABD inisiyatifinde gerçekleşen görüşmelerde ENOSİS-Taksim sentezinin çözümü sağlayacağına inanılmıştı. Eski ABD Dışişleri Bakanı Dean Acheson’un gözetiminde gerçekleşen görüşmelerde Yunanistanlılar eğer Türkiye’ye verilecek Karpaz karşılığında adanın Yunanistan’a bağlanmasını kabul etselerdi, Kıbrıs sorunu belki de bitecekti. 1973 yılı sonunda toplumlararası görüşmeler bitmiş, taraflar anlaşmış, Kıbrıslı Türkler yerel özerkliğe “evet” demişlerdi. Bu kez engel Makarios’tu. Yerel özerkliğin Taksim’e yol açacağından kuşkulanıyordu. Aynı zamanda antlaşmayı imzalarsa Yunanistan Cuntası tarafından “Kıbrıs’ı sattın” suçlamasına maruz kalacağını düşündüğünden varılan uzlaşmayı kabul etmedi. Tarihin bir ironisi olarak aynı Makarios 1977 yılında Kıbrıslı Türklere daha fazla hak verildiği düşünülen federal çözüm içerikli belgeye imza koyacaktı. İlerleyen süreçte gündeme gelen-getirilen tüm belgeler zamanın ruhuna uygun olarak ya Kıbrıslı Türkler ya da Rumlar tarafından reddedilecekti.
Sonuç
Tüm bu gel-gitler ve yaşanan onca travma Kıbrıslı halkların psikolojisini nasıl etkiledi pek tartışılmaz ama ben hiçbirimizin “normal” olmadığını düşünüyorum. Yaşanan travmaların toplumsal bellekle ileriki nesillere taşındığı bir gerçekse eğer, görüşmelerde toplum liderlerine çok daha büyük görevler düşmektedir. Liderlerden beklenen karşısındakinin ihtiyaçlarını ve korkularını anlamaya çalışan yapıcı bir tavırdır aslında. Ancak görüşmeler devam ederken bizlere yansıtılan bilgi diğer tarafın ne kadar uzlaşmaz olduğudur. Liderler, Kıbrıslı bir çözüm derken acaba kendilerinin bu ülkenin bir vatandaşı olduklarını hiç hatırladılar mı, hiç empati kurdular mı? Veya diğer toplumla bir şeyler paylaşmayı hiç düşündüler mi? Örneğin, birlikte Limasol’da bir lokantaya gidip oradaki Kıbrıslı Rumlarla veya Mağusa’ya gidip oradaki Kıbrıslı Türklerle beraber yemek yemeyi akıllarına getirdiler mi?
Barış, ancak barışma düşüncesinin inşasından sonra gerçekleşebilir. ELAM’cıların değişik etnik versiyonları adanın iki kesiminde de mevcuttur. Liderlerin gündeminde onları geriletme gibi bir anlayış varsa, bu ancak korkunun üzerine gidilerek gerçekleştirilebilir. Korkularının esiri olanlar hiçbir adım atamaz. Belki bir gün anlaşma imzalanır ve iki toplum yan yana yaşamaya başlar. Bu yeterli ise söylenecek hiç bir söz olamaz. Ancak adada barışın gelmesi amaçlanıyorsa inşasına bugünden başlanması gerekmektedir. Yapay bunalımlar yaratmadan karşılıklı güveni artıracak önlemleri hayata geçirerek bu mümkün olabilir. Liderler günümüzde etrafındakilerin gülücükleriyle karşılanıp uğurlanmanın ve güç zehirlenmesinin cazibesine kapılabilirler. Ama sonuçta isimleri tarih kitaplarına Kıbrıs’ta barışı sağla(ya)mayan kişiler olarak geçer; önemsiz bir detay olarak.