Küçük Kaymaklı’ya gidemedik...
BİR ANI...
Dr. Hale EREL
Gözümü açtım ki, ev sabahın yedisinde çok kalabalıktı. Babam hiç alışmadığım şekilde evdeydi. Bayram değildi, bu insanlar neden bizim evde? Yatağımın tam karşısında oturuyordu; çevresinde de bizim kızlar. Bahçede arabalar vardı, annem ağlıyordu, babam beni görünce kollarını uzattı, bana güldü. Kimse birşey söylemiyordu nedense. “Ne oldu?” dedim. “Ne oldu?” Sabah ama herkes evde. Ablalar evde, abiler evde; okul yok demek ki bugün tatiliz. Komşular da geliyor gidiyor. Annem kahve yapıyor bir yandan, diğer yandan da ağlıyor. Gözler kan çanağı. Biri ağlamaya başladı mı ben de ağlıyorum nedense. “Kızım ağlama!” diyen de yok. Hep birlikte ağlıyoruz, neden ve kimin için bilmiyorum.
Benim aslında yatağım yoktu. Bir akşam bir ablamla, diğer akşam da ötekiyle yatıyordum. Yatak için yer yoktu çünkü. Yataklar da yatak değildi aslında, gündüz kanepe, gece yatak oluyordu. “Geçici bir süre” demişti babam, kısa bir süre oturup sonra nasılsa kendi evimize geri dönecektik. Biraz uzun sürmüştü bu geçiçi süre, 4 yıl kadar kısa bir geçiçi süre. Bundan dolayıdır ki zaman hep kısa gelmiştir. Biz mutluyduk. Bir oda, bir hol, bir mutfak. Hol babamla anneme yatak odası olmuştu, oda da bize, beş kardeşe. Birçok gece ben babamla annemin arasına kaçıyordum ama bazen de ablalarımla yatıyordum. Abiler kendi yataklarında. Yatak odasına köşeye yerleştirilmiş piyanoyu saymazsak aslında çok da rahattık. Piyanoyu tıngırdatmak isteyen biraz kanepe yatakların ucuna sıkışıyordu. Çok komikti bu odadaki piyano. Ablamın sanatçı ruhu bu kadar karmaşanın içinde hepimize iyi geliyordu. Ben de öğreneceğim bu işi diye bende feryat figan, piyano başına geçtiğimde sadece babam dinlerdi. Hiç öğrenemedim, içimdeki heves de hiç bitmedi. Bazı şeyler heves olarak kaldı, çocukca ve anlamsız. Ama çok çocukca.
Hangi ablanın yatağında uyanmıştım hatırlamıyorum. Aslında farketmiyordu, bütün yataklar birbirine dayanıyordu, gece o yataktan bu yatağa zıplayıp duruyordum. Güzel günlerdi, gece ışığı kapatınca her kafadan bir ses çıkıyordu, yok aslında hiç ışığı kapatamıyorduk çünkü ben karanlıktan korkuyordum. Galiba büyük ablanın kucağı iyi gelmişti o akşam. Büyük bir gündü o gün. Yeni, aslında eski evimize geri gidecektik. Oturduğumuz değil ama yol üstünde daha ferah bir yerde olan, bizlerde kötü anılara neden olmayan evimizde. Babam beş ev yapmıştı, beş kardeşe beş ev. ''Yaşlanınca rahat ederiz hanım'' diyordu anneme “uğraşmayız, çocukları da düşünmeyiz, tekne kazıntısı da çorbamızı yapar olur biter bu iş, kazık mı çakacağız?” Henüz otuzlu yaşlarda söyleniyordu bu sözler. Herşey planlanmıştı çocuklar ele güne rezil olmadan kimseye muhtaç olmadan yaşayıp gideceklerdi. Planlar biraz tutmamıştı ama Allah'a da karşı gelinmezdi. Kader işte. İki eliyle geceyi gündüze katarak uğraşmış herşeyi planlamıştı. Kaderi kim değiştirebilmişti ki?
Tam işte o gün taşınıyorduk. Benim kocaman bir odam olacaktı. Herkesin kocaman odaları olacaktı. Hatta babam “Bir ev yetmez” demişti, iki ev arasındaki duvarı yıkmış, “bundan sonra bizden iyisi olmaz, çocuklarım rahat etsin” demişti. Göçmenlik günleri bitiyordu. Babam bizler için yaptırmıştı o evleri, “Çocuklarım büyüdüğünde rahat edecek” demişti. Araya uzun bir dönem girmişti ama olsun sonunda başarmıştık. Günlerce evi yeniden yapmış sonra yeniden boyamış, hatta hangi odayı kim alacak diye ablalarımla kavgalar etmiştim. Onlar yol üstündeki odaları seçmişler, genç kızlar ya bana da arkadaki odayı bırakmışlardı; babam “Benim yanımda yer ayırdım sana” diyerek kendi odalarının yanında yer vermişti bana, mavi boncuğum sende misali. Tekne kazıntısı üzülmesin. Abiler, onların canı çıkmıştı tamirat işlerini yaparken, kızlar temizlikle uğraşmışlardı. Ben çocuktum ama her konuya maydanoz oluyor, isteklerimi arka arkaya sıralıyordum. Olmadı mı; gelsin gözyaşları. Nasılsa babam dayanamazdı. Bir buçuk odadan sonra 6-7 odaya zor yerleşmeye çalışıyorduk, yerleşememiştik. Yeni mobilyalar, yeni eşyalar, kocaman mutfak. İki evi de tamir etmiştik. Tam da tamirat bitmiş, her iki ev de yaşanır hale gelmişti ki taşınma arifesinde, “Ben çocuklarımın rahat yaşamasını istiyorum, kırın duvarları!” demişti babam. Bizimkiler çoktan hazır, ellerinde kazma kürek 5 dakika içinde duvar yere inmişti. Çok güçlüydü abilerim çok. Hepimiz bu duvarı kırma işinde hazır ve nazırdık. Ama ev büyüyünce ben biraz korkmuştum. İşte taşınıyorduk, kimse artık bizi iki odada yaşamaya zorlayamazdı. Ev bizim, yer bizim. Tamiri yapan biz, temizliği yapan biz. Mobilyalar babamdan, perdeler annemden. Yapma, yıkma işleri abilerden. Şımarıklık ve oda beğenmeme benden, kavga çıkararak, babamla annemin yanındaki odayı kapmıştım, aslında kandırılmıştım. Kızlarla nasıl da dalga geçmiştim, “Siz yol üstündeki odalarda kalın ben babamla annemin sevgili kızıyım, beni sizden daha çok seviyor” diyordum ama aslında korktuğum için arada odalarına kaçmayı planlıyordum. Bu kaçmalar yıllar boyu sürdü gitti, o son geceye kadar; o son sabaha kadar. Hani babamın boynuna, yatağında son defa sarılana kadar.
Babam bundan dolayı evde kalmış olmalıydı. Taşınıyorduk. Yine de usulca kalktım. Bana yönelen çok fazla göz vardı. Babama gittim, “Ne oldu?” dedim. Kucağına çıktım, boynuna sarıldım. Annem uzaktan seslendi, giyinmemi istiyordu, yabancıların yanında öyle dolaşamazdım. Diğer odaya geçtim, anneme baktım, “Ne var?” dedim, “Ne oldu, babam hasta mı?”
''Evimizi yaktılar'' dedi sadece. Gelsin göz yaşları, gözümün ucunda duruyorlar sanki. “Evimiz yok mu? Biz nerede kalacağız? Odam da yok!” dedim. Sanki daha önce odam olmuş gibi. Hıçkırıklar arka arkaya bende. Babama gittim, “Kim yaktı?” dedim. Babam bana baktı, ''Yandı'' dedi, ''Bilmiyorum. Korkma kızım'' dedi, ''korkma... Biz yaptık, biz uğraştık, yeniden yaparız...''
Hep yeniden başlamak varmış kaderde. Ben o günden sonra hep yeniden başladım. Hep bir sayfayı kapadım, diğerini açtım. Kapayamadığım zamanlar oldu, güldüm geçtim, kimse bilmedi. Tüm hesabımı içimde yaptım, kendim yazdım, kendim oynadım bu oyunu; bazen de başkaları yazdı, oynamak bana kaldı.
Gece birileri eve gelmiş. Telefon yok o zamanlar. Babamı istemişler. Sonra alıp babamı gitmişler. Gittikleri yerde babama demişler ki ''Derviş usta evin yandı, kim yaptı bilmiyoruz, nasıl oldu da bilmiyoruz. Şimdi evine git, yarın taşınamayacaksın, bizden duymanı istedik.''
Ne istemişlerdi bizden, neden engellemişlerdi, kim yapmıştı bu hainliği, kimse bu soruları kendine bile sormadı, cevabını da asla bulamadı. Cevapsız sorular beynimizi günlerce, yıllarca kemirdi durdu. Babamı artık yorgun görmeye başlamıştık.... Yıllar, olaylar, 5 çocuk omuzlarına biraz ağır geliyordu belli ki. Hayatımız bir daha eskisi gibi olmadı, hayallerin kırılması, umutların yok olmasını çok acı yaşıyorduk. Bir çocuğun elinden oyuncağını almak gibiydi bu. İlk isyanlarım bunlardı, neden diyordum neden, babam ve annem bu kadar üzülmek için ne yaptılar. Geçmişi sorgulamıyordum, hatırlamıyordum. Gelecek zaten bir bilinmez haline geliyordu. İnanç kaybolunca insan nasıl yaşardı? Elimizle kazımıştık yerdeki boya izlerini. Ellerimizle yerleştirmiştik elbiselerimizi. İnanmıştık, çünkü babam “Ne olursa olsun gidiyoruz” demişti. “Başkaları da gelecek bizim arkamızdan” demişti. “Yeniden eski günlerdeki gibi” de demişti. Komşular gelip bizim eve bakıyorlardı bir ibadet gibi, bir mabed gibi. “Hadi Derviş usta, ben de başladım eski evimi tamir ettirmeye” diyorlardı. Bir hareketlenme başlamıştı, o sokakta bir umut vardı; kaybedilen güzelliklerin geleceğini müjdeliyorduk biz ailece. Bir daha bir hiçle kalmak neyin nesiydi? Elimizde avucumuzda ne varsa buraya harcamıştı babam, son gücümüze kadar buraya harcamıştık emeklerimizi. ''Taşınmıyorsun, taşınamıyorsun'' demek bu kadar basit miydi? Duyduk taşınamıyoruz ama neden, neden? Çocukların hayalleri yıkılırsa, büyükler hayallerini nasıl gerçekleştirebilir ki? Gözlerden yaş değil kan akarsa, dünya yaşanılası bir yer olabilir mi ki?
O duydu, biz de duyduk, sonra bütün Kıbrıs duydu. Duymayan kalmadı. Eve gelen giden, soran, anlamaya çalışan. Ev cenaze evi değil, düğün evi hiç değil, bizi sığmıyor, gelen giden bitmiyor.
Elde var hiç. Eskisi gibi yaşayamazsın. Çöküntü içinde hayat devam edemez, biliyoruz. Aslında biz yanan evlere hiç ağlamadık, çünkü biz yaptık, biz yeniden yaparız. Ama umutlar gitti; ya hisettiklerimiz? O yokluk ve hiçlik duyguları, hem de değersizlik hisleri. “Ne olacak şimdi?” sorguları. “Dünya yeniden dönecek mi?” merakları; “Tamam da, biz bunu neden yaşadık?” bakışmaları. Konuşmadan anlaşmalar? Biz kimiz, neden bize? Hayat boyu sorduğum sorular bu günlerden miras aslında? Neden bana? Ama neden? Bu oyunu başkaları yazmıştı. Hangi amaca hizmet etmiştik?
Sonra, sonralar bitmedi hayatımdan; bizimle birlikte herkesin umutlarının kaybolduğunu öğrendik. Herkes evinin tamiratını yarım bırakmış. “Ya bana da aynısı yapılırsa” diye düşünmüş, kimse bir daha Küçük Kaymaklı'ya geri dönmeyi düşünmedi, tıpkı bizim gibi. “Benim evim de yanar mı?” diye düşünmüş, çocuklarını riske atmamış. Hayatına kaldığı yerden devam etmiş, biz edemedik.
Babamın kucağına çıktım. Yanaklarını okşadım. Gözlerimi kaçırdım onun gözlerindeki umutsuzluğu görmemek için. Öyle ya o baba, ben çorbacıydım, hem de tekne kazıntısı, hem de ailenin şımarığı. Sürekli konuşan, insanları bıktıran, dinlediğin zaman aslında bir şey söylememiş olan, sadece duyulmasını istediklerini fısıldayan, acısını da sevincini de içinde yaşayan. ''ben zaten ablamlarla yatmak istiyordum''dedim. Çiçekli örtülerle kaplanmış, gece yatak olan kanepelere baktım. Ama piyano gerçekten çok komik görünüyordu, hem komik, hem de o kadar asil; bir o kadar da hayat vaat eden, buram buram gelecek kokan. O evde hayat olduğunu fısıldayan bir piyanomuz vardı.
Sonra... Sonra hayat yeniden normale döndü herkes için, bizim için değil. Hayat bizimle dalga geçiyordu madem ki, biz de hayatla dalga geçmeliydik. Gittikçe daha çok dalga geçtik hem hayatla, hem de kendimizle. Daha fazla buralarda kalamazdık ama sesimizi de çıkaramazdık; yoksa annem, babam üzülürdü. Bir akşam babam gelip de anneme bakarak ''Hanım taşınıyoruz'' diyene kadar.
Taşınmamız da çok kolay oldu. Çok eşyamız yoktu, bir yangında kaybetmiştik. O yangını hiç hatırlamadık. Ne zaman biri hatırlayacak olsa babam gözlerini kaçırdı, yüzü kızardı, ben ağladım, abiler umursamazı oynadı, ablalar emeklerini hatırladı. Ama biz o evi hiç hatırlamadık; Küçük Kaymaklı gibi, o ev de sadece anılarda kaldı. Arkaya bakmadan, hatırlamadan yürümek, acı verenden de, acı yaşamdan da uzaklaşmak en büyük marifetim oldu.
Ortaköy’de iki katlı bir evin ikinci katına yerleştik. Benim yine odam olmadı . O günden sonra da hayatım boyunca bana ait bir odam olmadı. Hep paylaştım birileri ile hayatı ve odamı.
(Dr. Hale Erel - [email protected])