Küllerin Mağusa Çıkarması: Bir Amfibi Harekatı
Hasretini yıllarca içinde taşıdı. Şikayet etmeyi hiç sevmezdi. Ayrıca, çok iyi biliyordu ki doğduğu kentten ayrı düşmesi sadece karşı “kabilenin” marifeti değildi. Kendi topluluğunda olmadık işler yapan adamların sayısı hiç de az değildi. Yine de doğduğu kenti her zaman yakıcı bir nostalji ile anardı. Oraya dönmeyi çok isterdi. Çocukluk ve ilk gençliğinin sokakları herkes gibi onda da derin bir yurt duygusu bırakmıştı. Nereye giderse gitsin, çocukluğunun yurt kokusu onu hiç terk etmemişti. Az buz yere de gitti sayılmazdı hani... Bütün Avrupa ülkelerini gezmiş, Kanada’da yaşamış, çeşitli diller öğrenmişti.
Geri dönüş fikri onun için kaybedilmiş bir cennete dönüş saplantısı değildi. Ülkenin bütün insanları ile birlikte geleceğin “cennetini” yaratmaktı derdi. Onun dünyasında Odysseia bir geri dönüş öyküsü değildi. Aynı ırmakta iki defa yıkanılmayacağını bilecek kadar materyalist bir dünya görüşüne sahipti. Onun için geri dönüş, ülke insanlarının kardeşliği demekti ve bu uğurda çok emek harcamış biriydi.
Ülke insanlarının kardeşliğini sabote eden ne varsa, hepsine de cesurca baş kaldırmıştı. Biliyordu ki, kenti ile arasına zoraki mesafe koyan şovenizm, militarizm ve kabilecilik, kapışan milliyetçilerin ortak özellikleriydi. Bu yüzden “kendinden saydıkları” etnik grubuna ait kimseler değildi. Ne de “karşıtlarını” etnik menşeine göre belirliyordu. O, yurdunu milliyetçiliğin ördüğü zihinsel duvarların ötesinde arıyordu ve tam da bu yüzden “düşmanını” sevebiliyor, “kendininkilerden nefret” edebiliyordu.
Yaşadığı toplumun kabilecileri ile arası hiç bir zaman iyi olmadı. Onlarla başı her zaman dertteydi. Fakat sevmek istediği “karşıdakiler” de son derece insafsızdı. Doğup büyüdüğü kenti bir harabeye çevirmişlerdi ve harabeyi çevirdikleri o kentti hiç sıkılmadan rehin tutuyorlardı. Cesedi ailesine teslim etmeyip rehin tutacak, yani ölüyü bir daha öldürmekten çekinmeyecek kadar acımasız ve vicdansız davranıyorlardı.
Çok çaresizdi. Onu sevdiği limana çıkaracak kaptan yoktu. Bunu geç de olsa anlamıştı. Oysa ne umutlar bağlamıştı bir zamanlar karşı kabilenin güverteden el sallayan güler yüzlü kaptanlarına. Onlara bakıyor ve umutlanıyordu. Fakat en son karşılaştığı kaptanın da dümeni başka istikametlere kırdığını ve harabe kenti elden çıkarmaya onun da niyeti olmadığını anlayınca, kendi kaderini kendi ellerine almaya karar verdi. Artık hiç kimseyi beklemeyecekti. Yorgun vücuduna kanseri çağırdı. Sonra, Londralarda yaktırıp kül etti onu. Ve bir öğle vakti, gizlice sokuldu bunca yıldır özlemini çektiği kentinin sularına ve külleri oracıkta denize savurdu. Çok emindi ki, kaptansız ve rotasız külleri yolu bulacak ve Mağusa’ya sızacaktı. Kaptanlar istikameti zaten çoktan şaşırmışlar mıydı? Sadece külleri onu oraya, çocukluğunun yurduna çıkarabilirdi. Ve rüzgarda uçuşan külleri bir yandan havadan öte yandan da dalgaların yardımıyla denizden, bütün barikatları bir bir delip geçti. Bu, hem havadan hem de denizden yapılmış “amfibi bir harekattı”. Sonunda hiç kimseler duymadan, hiç kimseler görmeden kentine kavuştu.
Bu yolculukta, geride bıraktığı iki canı yunuslar gibi eşlik etti ona. Yorgos ve Tonia kulaçlarını kürek yaparak dalgalara yöne verdiler. Kürekler siga siga, istikamet Mağusa...
Külleri Mağusa’ya vardığında kabile kaptanları bir uçak mezarlığında müzakere ediyorlardı hala... Onun külleri çoktan Mağusa’ya kavuşmuş, “kuma saklı” hayalet kentin kıyılarından gülümsüyordu bu iğrenç pazarlığa. Ve bütün pazarlıklara meydan okuyordu: “Yaşadığım sürece benimle edepsiz pazarlık edip durdunuz, çünkü sizin tankınız var. Ama işte öldüm ve ölümümle yendim sizi ve tanklarınızı... Ve haykırıyor küllerim. Bütün pazarlıklara son verin beyler! Yoksa, sefil olup gideceksiniz ölülerin beddualarıyla...”