1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. Kullis Yannakis, arkadaşı Mustafa’yı arıyor...
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

Kullis Yannakis, arkadaşı Mustafa’yı arıyor...

A+A-

Kıbrıslı film yönetmeni Cemal Yıldırım’ın “Temmuz Günlükleri”nde öyküsünü öğrendiğimiz Kullis Yannakis, 1970’li yıllarda SOYEK kooperatifinde birlikte çalıştığı arkadaşı Mustafa’yı arıyor...

Girne’nin Motides (şimdiki adı İncesu) köyünde doğan Kullis Yannakis, Cemal Yıldırım’ın “Temmuz Günlükleri”nde hayat öyküsünü aktardı... Kullis Yannakis, ilkokula Palyosofo’da (şimdiki adı Malatya) gitmiş, ortaokul ve liseyi Lapta’da okumuş... 1973’te Litsa Hanım ile evlenmiş. Girne’ye bağlı Ayyorgi’de (şimdiki adı Karaoğlanoğlu) yaşıyorlarmış o günlerde...

 

SOYEK KOOPERATİFİ...

Liseyi bitirdikten sonra SOYEK adlı Kıbrıs Genel Ticaret Kooperatifi’nde çalışmaya başlayan Kullis Yannakis, işi nedeniyle her gün Ayyorgi’den Lefkoşa’ya gidip geliyormuş...

“Temmuz Günlükleri”nde Kullis Yannakis şöyle diyor:

“15 Temmuz’da darbe olduğunda Makarios’un destekleyicisi olarak hayatım tehlikedeydi. Darbecilerin gelip beni öldürmelerinden korkuyordum. Makarios’un destekleyicisi olarak küçük bir bölgenin sorumlusuydum.

“Grivas’ın destekleyicilerine karşı bir şey yapmayalım” diyordum hep. Kimseye karşı silah kullanmayacaktık. Ne Kıbrıslırum’un, ne Kıbrıslıtürk’ün aleyhine. Çok Kıbrıslıtürk arkadaşım vardı. Beraber çalışıyorduk. Onlardan biri Mustafa’ydı. Öğretmendi. Çok iyi bir insandı... Benim evime de gelirdi, beraber yerdik. Aramızda hiç sorun yoktu.... Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar, kardeşçe yaşayabilirler ama Türkiye ve Yunanistan karışmazsa... Kıbrıslıtürkler, Kıbrıs’ı severler, burası onların da vatanıdır.”

 

MİRANDA’NIN ANLATTIKLARI...

Çok değerli arkadaşımız Miranda Hristodulidis, Kullis ve Litsa Yannakis’in kızı, nitekim yönetmen Cemal Yıldırım’ın “Kıbrıs Üçlemesi” belgesel filmlerinin Rumca’dan Türkçe’ye çevirisini de gönüllü olarak üstlenmiş. Miranda’dan daha ayrıntılı bilgiler öğrenmesini istedik babasının aramakta olduğu arkadaşı Mustafa hakkında... Babası, Mustafa’nın İngiliz Okulu’nda öğretmen olduğunu, öğleden sonraları SOYEK’te çalıştığını, 1970’li yılların başlarında birlikte SOYEK’te çalıştıklarını anlatıyor Miranda’ya... Miranda şöyle yazıyor bize:

“Annem de Mustafa Bey’i birkaç kez görmüş, Mustafa Bey 1970’li yıllarda 40-45 yaşlarındaymış... Öğleden sonraları part-time (yarı zamanlı) olarak SOYEK’te çalışmaktaymış. SOYEK, SOPAZ bölesindeymiş, sonra SOYEK’in ambarları Mia Milya’ya (şimdiki adı Haspolat) taşınmış. Annem, o günlerde SOYEK’te 3-4 Kıbrıslıtürk’ün çalıştığını hatırlıyor. SOYEK kooperatifinde babam kerestelerden sorumluydu. SOYEK’in çelik ambarları da vardı fakat babam yalnızca keresteyle ilgili çalışmaktaydı, bundan sorumluydu. Bu kooperatif artık yoktur. SOYEK, dülgerlere ve yapıcılara çelik ve kereste satmaktaymış...”

 

LİTSA HANIM’IN HATIRLADIKLARI...

Cemal Yıldırım’ın “Temmuz Günlükleri” belgeselinde konuşan Bay Kullis’in eşi, Miranda’nın annesi Litsa Yannakis ise şöyle diyor:

“Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar bir arada yaşayabilir. Savaşın suçlusu Kıbrıslıtürkler değildir, her iki tarafın politikacılarıdır suçlu...

Benim Kıbrıslıtürk bir arkadaşım vardı Girne’de, adı Peri, kuaförümdü...

Çok iyi insandı O da, onun kardeşi ve yengesi da. Her gittiğimde, çok sık değildi ama beni çok iyi karşılardı... Ayrıca Lapta’ya gittiğimizde, annemin ve teyzemin evinin yanında bir Kıbrıslıtürk aile yaşardı, Aziz Bey ve Hatice Hanım... Çok iyi insanlardı. Gittiğimiz zaman annemi görmeye gelirlerdi çünkü onu eskiden beri tanırlardı: Sofia’yı görmeleri lazımdı. Onların komşusuydu. Onlarla çok iyi vakit geçiriyorduk.  Şimdi de bir çözüm olsun istiyoruz artık. Beraber yaşayalım. İyi olacak.”

 

LÜTFEN BENİ ARAYINIZ...

Çok değerli arkadaşımız Yıltan Taşçı’nın kaleme aldığı “İngiliz Okulu’nda öğrenim görmüş Kıbrıslı Türk değerler” başlıklı kitapta yaptığımız taramada, 1970’li yıllarda İngiliz Okulu’nda öğretmenlik yapmış olan ve adı Mustafa olan herhangi birisine rastlamadık. Bu konuda okurlarımız belki bizi aydınlatabilir diye düşünüyoruz... Bay Kullis’in aramakta olduğu, öğretmenlik yapan ve SOYEK’te öğleden sonraları çalışan Bay Mustafa’yı tanıyan okurlarımızı beni aramaya davet ediyorum... Telefonum 0542 853 8436’dır... Bay Kullis’e, eğer hayattaysa, arkadaşı Mustafa’yı bulması için yardımcı olalım ve onu mutlu edelim... Lütfen beni arayınız...

oncelikli-sayfa-17-kullis-yannakis-arkadasi-mustafayi-ariyor.jpg

Kullis Yannakis, arkadaşı Mustafa'yı arıyor...


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KİTAPLAR...

“Derin devletin cinayetlerini anlatan bir romandan günümüze yansıyanlar...”

Kadir IŞIK/BİANET

Murathan Mungan’ın son kitabı 995 km her ne kadar kurgusal bir roman olsa da uzun soluklu bir araştırma sonunda yazıldığı anlaşılıyor. Roman karakterlerinin okurlarda gerçek hayatta çağrıştırdığı kişiler buzlu bir camın ardına gizlenmiş, kimi yaşıyor, çoğu iş başında, bazıları da emekli. Doksanları yaşayan her okurun, hafızasını yoklayınca hatırlayacağı insanlar. Bir yere gitmediler, yargılanmadılar, sorgulanmadılar. Asıl korkunç olan da çoğunun hâlâ işlerinin başında olması. Yazarın gerçeklerden devşirerek yarattığı her karakter üzerine araştırma yapmak, günümüzdeki yansımalarının kimler olduğunu, şimdilerde neler yaptıklarını, hangi mevki makamda bulunduklarını öğrenmek meraklı okura düşüyor. Bu konuda kafası karışık okur ise doksanlarda olan bitenin uzağında, çünkü günümüzde de benzeri, hatta daha kötüsü yaşanıyor. Mungan da bu gürültü ve patırtının ortasında yazdığı romanla bir kez daha okurun ezberlerini bozuyor.

Doksanlarda politik bilince sahip olanlar, her siyasi cinayetin failini devletin derin gücüne bağlar, bu iş derin devletin diye söze girerken ses tonunu düşürür, etrafına bakınırdı. O günlerde sohbet masalarında cep telefonları, her köşe başında kameralar yoktu ama sokakta simitçi, çöpçü, seyyar satıcı kılığında polisler ve yan masada oturan bir muhbir ya da sivil polis mutlaka vardı. İnsanlar okuduğu kitap, gazete ve dergiler üzerinden fişleniyor, yargılanıyor, işkence görüyor ve hapse atılıyordu.

Kitabın ilk bölümü devlet güdümündeki bir tetikçi üzerinden anlatılıyor. Pekâlâ bir polis, asker, özel harekat timi, uyuşturucu kaçakçısı, itirafçı ya da korucu üzerinden de anlatılabilirdi ama yazar ana karakterini bir tarikat mensubu olarak belirlemiş. Sonuçta doksanlı yıllarda hepsi aynı çarkı döndüren birer dişliydi. Kimi vatansever, milliyetçi, kimi adli suçlu, dinci, kimi de itirafçı, faşist ve öteki olarak kategorize edilmişti. Yaptıkları iş aynı elden ama farklı yöntemlerle, devlet kontrolünde ilerliyordu. Düşünme yapıları ve çalışma sistemleri arasında bariz farklılıklar yoktu. Hepsi devletin faşizan değerleri üzerinden, kişisel çıkarlarını gözeterek ortak belledikleri düşman, Kürtlere karşı hareket ediyordu. Ortalık ne kadar karışır, çatışma ne kadar büyürse büyüsün, gerçekler devletin karanlık dehlizlerinde kayboluyordu. Bu karanlığa insanlar “derin devlet” diyordu ve oraya dokunmadan, oraya karşı çıkmadan, orayı deşifre etmeden yol alıyorlardı.

Derin devlet, eskiden beri farklı anlamlar yüklenen, kiri pası içinde barındıran muğlak, bir yanıyla devletin iç dinamiklerini oluşturan, devletin ta kendisi olan mafya tipi bir örgütlenmedir. Maaşlı çalışanları bazen kişisel çıkar elde etmek, bazen de kölelik ruhuyla efendisine hizmet için her türlü pisliğe bulaşmaktan, yasadışı eylem yapmaktan geri durmazlar.

Romanın isimsiz ana karakteri, Saim Baran isimli barışçıl, insan hakları için hayatı boyunca mücadele etmiş bir yazarı öldürüyor. Saim Baran bize Musa Anter’i hatırlatıyor. Musa Anter Kürtlerin bilge babalarından biriydi ve barışın sıkı bir savunucusuydu. Savaşın ortasında sesini duyurmak için canla başla çalışıyordu, illa barış diye diretiyordu. Savaşı destekleyenleri, savaştan beslenenleri rahatsız etti ve öldürüldü.

Cinayet mahallinde yaralı kurtulan ve daha sonra yazdığı Dıjwar adlı kitabında Anter cinayetini anlatan Miroğlu henüz AKP sıralarında milletvekili koltuğuna oturmamıştı. Bu cinayetin ayrıntılarını yıllar önce, Miroğlu’nun kitabından okumuştum, hatta bazı bölümlerine de inanmıştım.

995 km’de bir okur olarak cinayet mahalline gelmeyen Agit’in kim olduğunu tahmin ettikten sonra, romanın diğer karakterleri üzerine düşünmeden edemedim. Roman ilerledikçe benim için kurgu olmaktan çıktı, heyecanlı bir polisiyeye dönüştü.

Doksanları yaşayanlar, kitabın bir başka karakteri Nihat Astsubayın da günümüzün üst düzey, son yirmi yılın kilit isimlerinden biri olduğunu anlayabilir. Mungan bu konuda da sağlam ipuçları veriyor okura. Her ne kadar kitapta Nihat Astsubayın Kürtler hakkındaki konuşmalarından Türk olduğu söylense de aslında o da bir yanıyla Kürt. Çünkü bir Kürdü en çok, bir yanıyla Kürt olduğu halde Kürt kimliğini reddeden Türk milliyetçileri yok sayıyor, ötekileştiriyor. Faşizmin bütün katı kurallarını uygulayan da onlar. Bu topraklarda yaşayan, devlet kademesinde yükselmek için Kürt kimliğini reddeden, gizleyen, “Kürt olmaktan utanan” binlerce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşından biri Nihat astsubay. Şimdi aklıma takılan bir başka soru, Agit ve Nihat astsubay, Musa Anter cinayetini beraber mi planladılar.

Agit’in aynı zamanda devlete çalışan bir muhbir ve Saim Baran’ın güvendiği bir yakını olduğunu, belki de uzak bir akrabası olduğunu biliyoruz. Anter cinayetini işleyen katil kitabın birçok yerinde, Agit’in niçin buluşma yerine, otele gelmediğini merak ediyor. Mungan da okura, bak, burada bir sorun var, diye ipuçlarını, tetikçinin merakı üzerinden veriyor okura. Oysa yan rolde, hiçbir amaca hizmet etmeyen bir karakter gibi duruyor Agit. Bu kitabı okuyan, velev ki yabancı, bir Alman eleştirmen olsun ve Türkiye’nin doksanlı yıllarını hiç bilmesin. Agit’in roman örgüsüne hizmet etmediğini, kitapta fazlalık gibi durduğunu düşünebilir, haklıdır da. Bu durumda kitap kurgunun, romanın sınırlarını zorluyor. Agit’in roman örgüsünün dışında kalması, doksanları bilenler için yadırganacak bir durum değil, çünkü onlar Agit’in bu cinayetteki rolünü biliyor. Yazar gene de ilerleyen sayfalarda katilin merakını gideriyor, Agit’in gerçekten hasta olduğunu belirtiyor ve katil rahatlıyor.

Doksanlar Türkiye’sinde, “Tüm ülke çapında toplam on dört binden fazla faili meçhul cinayetin on bir bininin OHAL bölgesinde işlendiği…” resmi ve daha fazlası da gayri resmî kayıtlarda geçiyor. Bu cinayetlerin birçoğu hem devletin kolluk kuvvetleri hem paramiliter güçler tarafından işlendiği, Susurluk Kazası sonrasında yapılan meclis araştırmalarında bir kısmı basına da yansıdı.

Tetikçinin üyesi olduğu örgüt iki binli yıllarda yasal bir partiye dönüştü ve meclise girdi. Hem de domuz bağıyla, satırla işledikleri cinayetlerin hesabını vermeden. Herkes radikal dinci partiyle faşist partinin nasıl aynı sıralara oturduğunu, nasıl birbirlerinin sırtını sıvazladıklarına şaşırdı. Mungan’ın kitabını okuyunca taşlar yerli yerine oturuyor. Bu noktada 995 km, bir kara polisiye ya da salt bir edebi eserden öte, Türkiye’nin gerçekleriyle ilintili bir korku romanının bütün öğelerini taşıyor diyebiliriz. Kişi ülkede yaşanan bunca şeyden sonra ister istemez paranoyak oluyor ama paranoyak olması takip edilmediği ya da her an başına kötü şeyler gelmeyeceği anlamı taşımıyor maalesef. Mungan insanın kanını donduran bir korku romanı kaleme almış, katiller ise elini kolunu sallayarak aramızda dolaşıyor. Üstelik günümüzde onlara katil demek de suç.

995 km’deki her sahne ve eylem başlı başına bir başka roman, hikâye, film ya da oyuna konu olacak derinlikte. Eğer kitap bir roman olmasaydı, her sahnesi, her diyalogu ve anlatımı aynı zamanda bir soruşturma konusu olmalıydı.

İşlenen suçlar cezasız kaldıkça bu çarkın dişlileri, muhalifleri ve ötekini diri diri parçalayarak varlığını sürdürmeye devam edecek. Bunu durdurmanın tek geçer yolu, herkes için barışı ve adaleti savunmak. Barış ve adaleti savunmak ise bu topraklarda tarihin hiçbir döneminde bu kadar tehlikeli olmamıştı.

Mungan’ın korku romanı, okuru devletin karanlık dehlizlerinde 995 km’lik bir yolculuğa çıkarıyor. Yakın tarihi, savaşın başka bir yüzünü anlatan önemli dönem romanlarından biri olarak okurun hafızasında yer alacağa benziyor. Okur olarak bir kez daha, geçmişin hiç geçmediğine, zamanın ilerlemediğine, hatta hep aynı anın içinde yaşadığımıza tanık oluyoruz.

(BİANET.ORG – Kadir IŞIK – 27.7.2024)

Bu yazı toplam 1396 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar