1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Kültürel Miras ve Diyarbakır Sur
Kültürel Miras ve Diyarbakır Sur

Kültürel Miras ve Diyarbakır Sur

Kültürel Miras ve Diyarbakır Sur

A+A-

 

Ahmet Gülmez
[email protected]

Bu yazının başında öncelikle kültürel mirasın ne olduğunu açıklamakta yarar var. Kültürel miras veya kültür mirası, daha önceki kuşaklar tarafından oluşturulmuş ve evrensel değerlere sahip olduğuna inanılan eserlere verilen genel addır. Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunması Sözleşmesi, kültür mirasını üç sınıfta gruplandırmaktadır: Anıtlar, Yapı toplulukları ve Sit alanları. Dikkat edildiğinde bu öğelerin somut, elle tutulur ve gözle görülür öğeler olduğu açıktır. Ancak, son dönemlerde sıklıkla dile getirilen ve başka bir kültürel miras özelliği taşıyan, adına da “Somut Olmayan Kültürel Miras” denilen kültürel miras şekli de bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO)’nun yaptığı tanım şöyledir:

“Aynı zamanda ‘yaşayan miras’ olarak da adlandırılan somut olmayan kültürel miras; topluluklar tarafından kuşaktan kuşağa aktarılan uygulamaları, temsilleri, ifadeleri, bilgiyi ve becerileri içermektedir. Somut olmayan kültürel miras, topluluklara aidiyet ve devamlılık duygusu sağlamakta, diğer yandan yaratıcılığı ve refahı teşvik etmekte, doğal ve sosyal çevrenin yönetimine katkı sağlamakta ve gelir yaratmaktadır. Geleneksel ve yerli bilgi olarak adlandırılanların çoğu sağlık hizmetleri, eğitim ve doğal kaynaklar sistemlerinin yönetimine entegre edilmiştir veya edilebilecek niteliktedir.”

UNESCO’nun tanımından yola çıkarak şöyle bir adlandırma olabilir sanırım: Kentin Hafızası...  Bu ad ne demek peki? Yaşam, “insan doğar, büyür, ölür” gibi basit bir tanımla açıklanabilecek bir kavram değildir bence. Güçlü bir belleğe sahip olan insanın, sadece annesiyle yaşadığı ilişkiyi temel alınız; göreceksiniz ki, çok da yüzeysel veya basit bir anlatımla geçiştirilemeyecek bir konudur insan yaşamı. Bellek ise, insanın zaman, mekân ve toplumla kurduğu ilişkiyi daha da anlamlı kılar. İnsanlar oluşturdukları toplumları tek birey olarak etkileyebildikleri gibi kolektif yapılar/gruplar oluşturarak da etkiler ve kültürün gelişiminde rol alırlar.

Kimi zaman bazı adlandırmalar duyarız: İtalyan tarzı mimari, Gotik vb. gibi... Bunlar, bir anda oluşan adlandırmalar değil aksine, temsil ettikleri kültürün yıllarca biriktirilen kültürel öğeleriyle anlam kazanmış yapılardır. Herhangi bir bölgedeki bir evin kapısının şeklinden tutun, yapılan yemeklerin içine serpiştirilen baharatlara kadar her türlü yaşanmışlık bir toplumun kültürel mirasını oluşturur aslında.  Bu mirasın içinde ise somutlaştıramadığımız ama bir şekilde karşımıza çıkan toplumsal öğeler “Somut Olmayan Kültürel Miras” olarak adlandırılır. Sözü edilen bu kültürel miras, binlerce yıl varlığını sürdüren kültürlerin günlük yaşamında yer etmiş ve pek de farkında olmadığımız ortak bir “hafıza” olarak açıklanabilir. 

“UNESCO 2003 Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesi; bu kırılgan mirasın korunmasını, canlılığının güvence altına alınması ve sürdürülebilir kalkınmaya katkı sağlama potansiyelinden faydalanılmasını temin etmeyi amaçlamaktadır. UNESCO’nun bu alandaki eylemi,  üye devletlerin dünya genelinde koruma için uluslararası işbirliğini teşvik etmeye ve bu yaşayan mirasın sürdürülebilir korunması lehine kurumsal ve profesyonel çevrelerin yaratılmasına destek olmaktadır.”

Üstteki açıklamadan yola çıkarak somut olmayan kültürel mirasın hassas ve özenilmesi/korunması gereken bir gerçeklik olduğunu söylemek yersiz olmaz sanırım. Özellikle de çağımızın son hastalığı “küreselleşme” ile konu vahim bir hâl almaya başlamıştır.  Bu noktadan hareketle meseleye bir kırılma olarak bakmak yersizdir; daha ötesi olan yok olmakla eş bir durum yaşandığı ortadadır. Yok olmaya yüz tutmuş kültürler gerçeği ile karşı karşıyayız! Tam da bu noktada, kültürü çiçeğe benzeterek metaforik olarak açıklayacak olursak, her coğrafyada farklı bir çiçeğin yetiştiği ve çiçeklerin yalnızca büyüdüğü doğaya özgü özellikler taşıdığı oranda var olduğu söylenmelidir. 

Uzun yıllar “her birey özeldir” anlayışını benimseyen liberalizm, günümüzde artık neoliberalizme evrilerek tek tipleştirmenin yolunu kapanmayacak şekilde açmaktadır ve kendine has bir şey bırakmadan önüne çıkan tüm kültürleri bir potada eritip tek ve katıksız bir dünya toplumu yaratmakta hiçbir sakınca görmemektedir. Günümüzde mimariden tutun sanatın her hâline yansıyan bir benzeşme ve basitleşme hâli vardır. Bu basitleşme hâli, yalınlıkla karıştırılmamalı tabi. Aslında bu durumun farkına varan ülkeler var; ama bunun farkına vardığını söyleyip de uymayan ülkeler çoğunluktadır. Buna en iyi örnek herhalde Türkiye’dir. Nedenini şöyle açıklamak yeterli sanırım. “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nı Türkiye imzalamamıştır.

Şu anda Diyarbakır’ın Sur ilçesi “güvenli” tanklarla ve ağır silahlarla çevrili vaziyettedir. Top atışları ve ağır silah kullanımı nedeniyle birçok yapı yıkılmış ya da tahrip olmuştur.  Kentin içinde iş makineleri ve hafriyat kamyonları durmadan çalışıyor. Ne var bunda demeyin! Daha geçen yaz (Temmuz 2015) devlet yetkilileri ve yerel yönetimlerin özverili çalışmalarıyla Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesine dâhil edilmiştir. Sur ilçesi ise surların içinde kaldığı için “Tampon Bölge” ilan edilmiştir. Belirtmek gerekir ki, Sur ilçesi ve Hevsel Bahçeleri zaten doğal sit alanıydı; ancak UNESCO, miras listesine alırken devletleri muhatap kabul etmekte ve devletler de bu bölgenin korunmasına dair garanti vermektedir.  Sonrası ise içler acısı! Sur ilçesinde operasyonların bittiği söylenmesine karşın görüyoruz ki tam bir kültürel kıyım yaşanmaktadır. Sur’un içine büyük iş makineleri hafriyat taşımakta ve önceden kalma açıklıklarsa beton bloklarla setlenmektedir. Kent, adeta insansızlaştırılmakta, aslında “kimliksizleştir”ilmeye çalışılmakta ve “hafıza”sı silinmekte!

Sur bölgesindeki 7000 civarı parsel Bakanlar Kurulu tarafından aceleyle kamulaştırılmıştır. Koruma kurulu ise, ne denilirse kabul eden bir kuruma dönüştürülmüştür. Lice ilçesindeki Dakyanus Antik Kenti’nde karakol yapımına izin verilirken yapılan tarifin vahameti ortada: “Temeli kazmaya başlayın, eğer 60 cm’ye kadar bir şey çıkmazsa devam edin, çıkarsa üstüne beton dökün yine de devam edin!” Aslında çok şey söylenebilir; ama şu gerçek karşımızda tüm yakıcılığıyla durmaktadır. Bir ülke kendi sınırları içindeki bir coğrafyaya “müstemleke” hukuku uyguluyor, ama gözler kör kulaklar sağır olmuş! Konuşan, derde ortak olmaya kalkışan da takibata uğruyor ya da işinden oluyor. Çözüm olur mu olmaz mı bilemem. Şu an için görünürde bir şey yok; ama çözümün anahtarının ‘diyalog’ olduğu kesin. Herkes özgürce konuşabildiği an, çözüm de kendiliğinden gelecek zaten...

 

 

Bu haber toplam 3835 defa okunmuştur
Gaile 364. Sayısı

Gaile 364. Sayısı