Kumar ve Kıbrıs
Kumar ve Kıbrıs
Stella Aciman
Geçtiğimiz günlerde, Türkiye’den hafta sonunu geçirmek için Kıbrıs’a gelen bir grup arkadaşımı görmek için Girne’ye gittim. “Kumar turuyla geldik” dediler. Yeme, içme, yatma, yol… Her şey bedava! Amma… Yine de her şeyin bir bedeli var tabii ki. Cebine de en az 500 doları koyacaksın ve o parayı illa ki casinoya bırakacaksın. Eğer kazanırsan “oh ne ala, tatil hepten bedavaya geldi” diyerek zilleri takıp oynayacaksın, ta ki bir daha gelene kadar. Çünkü o parayı misliyle geri vermeye mahkûmsundur. O gece arkadaşlarımı ne yapıp ettiysem de kaldıkları beş yıldızlı otelden dışarı çıkaramadım. Hâlbuki niyetim onlarla küçük bir Girne turu yaptıktan sonra Zeytinlik Köyü’ndeki Archways Restaurant’a gitmekti. Biraz da olsa Kıbrıs’ın havasını koklasınlar istemiştim. Bana “yarın gezeriz” dediler. Akşam yemeğini restoranda, kahvesini loby barda içtikten ve biraz da lafladıktan sonra onları casinoya yolladım, ben de yollara düştüm. Ertesi gün ne mi oldu? Sabahın kör karanlığında kulağımın dibinde çalan telefon sesine fırladım. Arkadaşımın, “ya, kusura bakma bu saatte uyandırdığım için; biz şimdi yatmaya gidiyoruz, şu sabahki programı iptal etsek kızar mısın?” diyen sesiyle kendime geldim. Sabah mahmurluğu ile ağzımdan “siz bilirsiniz” sözünün çıktığını hatırlıyorum. Pazar akşamı uçağa giderlerken telefonla beni yine aradılar ve bin bir tane özrü ardı ardına sıraladılar. Ben ise, “bir daha kumara geleceğinizde beni aramayın lütfen ama tatile gelirseniz buradayım” diyebildim. Sonra oturdum, düşündüm ve şundan bir defa daha emin oldum; “Kıbrıs’ta turizm casinolarda patladı! Bu Ada’ya gelip, otelden dışarıya adım atmayan o kadar çok insan gördüm ki şu geçen dokuz yıl içinde…
/////
Kıbrıs’ın Pazarı…
Yine bir Pazar günü… Güneş bulutların arasında kendini bir gösteriyor, bir saklıyor, sanki dans edermiş gibi. Üç arkadaş, ilkbaharı karşılamak için yollara düştük. Benim için keşfedilecek daha çok yeri var bu Ada’nın. Karpaz’a doğru ilerliyoruz, etraf yeşillenmiş. Sarı papatyalar ve lapsanalar, yeşilin içinden yüzlerini güneşe çevirmişler, edalı edalı hafif esen rüzgârın eşliğinde sallanıyor. Gelincik Köyü’nden sapıyor, Boltaşlı’yı geçiyoruz ve karşımızda tarihi beşinci yüzyıla dayanan, Bizans Dönemi’ne ait Kanakaria Kilisesi’ni görüyoruz. Sarı taşlarla yapılmış muhteşem bir yapı. Kapısında kocaman bir asma kilit… Biraz zorlayarak kapının aralığından içerisini görmeye çalışıyoruz. Arkadaşım, “aranma boşuna, içeride hiçbir şey kalmadı, tüm mozaikler, ikonalar çalındı” diyor. “Tıpkı diğer kiliselerdeki gibi” diye düşünüyorum. Kilisenin önünde arsızca açmış sardunyalardan koparıyorum ekmek için. Bahçedeki kocaman yağ çıkarma taşının önündeki incir ağacı tüm yapraklarını dökmüş, tomurcuklanma zamanını bekliyor sessizce. Arkadaşım yanıma yaklaşıyor, “bu incirin tadı muhteşemdir, yaz sonu sırf bu inciri yemek için buraya gelirim” diyor gülerek. Mis gibi kokan lavanta öbeklerinin yanlarından geçerek kilisenin manastırına çıkıyoruz. İçeride odalar, “neler yaşandı bu odalarda acaba?” diye düşünüyorum. Manastırın şimdiki sahipleri güvercinler olsa gerek çünkü yerdeki pislikler bunu apaçık gösteriyor. Arabaya binerken “bu ülke insanı tarihine neden hiç sahip çıkmıyor, korumuyor” diye söyleniyorum. Avtepe’ye doğru ilerliyoruz “belki Medoş Lale’leri çıkmıştır” diye konuşarak. Üç-beş tane kırmızı gelincik görüyorum ama Medoşlar hala üzerlerindeki kış mahmurluğunu atamamış olacaklar ki yüzlerini bize göstermiyorlar. Manzara müthiş… Yeşilin bittiği yerde mavi başlıyor, Akdeniz! Ruhumuzu doldururken, lapsana ve gavulya yiyerek midemizi de şenlendiriyoruz.
Yolumuz bizi Kaleburnu’na çıkarıyor. Tepenin üzerine kurulmuş köyü dolaşıyoruz biraz. Ardından küçük meydandaki köy kahvesinde soluklanıyoruz. Köyün insanlarıyla sohbetlerken, bu köyde oturanların hala Rumca konuştuklarını öğreniyorum.
Güneşi geceye doğru teslim ederken Yeşilköy’e geliyoruz. Küçük bir köy restoranında, Kıbrıs’a geldiğim günden beri yiyeceğim en güzel küp kebabı karşılıyor beni, yanında ise bir şişe bira!
Dönüş yolunda “bu ülkeye gelip de otelinden çıkmayan, Ada’nın güzelliklerine sırt çeviren insanlara acıyorum” diye düşünüyorum.
////
Bağlıköy ve işgüzar polisler
Geçtiğimiz Pazar günü ise Bağlıköy’de, festivaldeydim. İki arkadaş Lefkoşa’dan çıktık yola. Gaziveren Yolu üzerindeki Argonya’da bir soluk ve ufak yollu bir alışveriş… Ardından Lefke’de bir turlama ve portakal, limon toplama. Bademler çiçek açmış bile…
Bağlıköy’e geliş, trafik perişan… Yukardan gelenlerle aşağıdan çıkanlar inatçı keçi misali karşılıklı duruyorlar. İki taraf da geriye gidemiyor, polisler çaresiz. Arabamızı aşağılarda bir yere bırakıp, yürüyoruz köye doğru. İlk gelişim bu Bağlıköy’e… Muhteşem manzarasını, yeşilin onlarca tonunu taşıyan ağaçlar, bitkiler şenlendiriyor. Onlarca insan köyün ara sokaklarında dolanıyor, kimileri oturuyor, kimileri yiyor, içiyor… Belli ki mutlular… En azından bugün! Köyden dönüş yolunda, yol kenarlarına park etmiş arabaların ayna altlarına sıkıştırılan kâğıtları görüyoruz. Merak bu ya, eğilip bakıyorum… Ceza kâğıtları! Arkadaşımla birbirimize bakıyoruz “güler misin, ağlar mısın?” diyerek. Ada’nın her yerinde trafik canavarları cirit atarken ortalarda olmayan cefakâr, fedakâr ve de işgüzar polis, gelmiş bir festival günü Bağlıköy’deki arabalara ceza kesiyor. “madem köye araba sokmayacaktın, aşağıdan yolu kesseydin ya…” demezler mi adama?
Deve’ye sormuşlar, “sırtın neden eğri?” diye. O da, “nerem doğru ki?” diye cevap vermiş. İşte halimiz!
Günbatımını Aspava’da yakaladık. Mart ayının ilk günlerinde, bir deniz kıyısında dalgaların sesini dinleyerek balık yemek ve bir bardak şarap içmek ne müthiş bir keyiftir… Hele benim gibi yaşamının büyük bir kısmını İstanbul’un gri kışlarında geçiren biri için.
Bir Kıbrıslı arkadaşım bana, “bu Ada’nın çekim gücü insanı içine alır ve bir daha bırakmaz” demişti. Bu Ada’yı tanıdıkça, arkadaşımın ne kadar doğru bir söz söylediğini daha iyi anlıyorum çünkü o çekim gücüne kapılanlardan biriyim ben!