Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – I
Ekonomik kriz ekonomik açıdan atlatıldı gibi gözükse bile krizin yarattığı yıkımın siyasi etkilerini uzun dönemde görmeye devam edeceğiz.
Yonca Özdemir
Daha ilk haftalarını yaşadığımız bu yeni yılda 2016 yılının “kısa” bir değerlendirmesini yapmaya çalışmak herhalde beyhude bir çaba olurdu. Dünyada gündemi en çok Suriye’de yaşananlar ve bu durumun yarattığı mülteci krizi ve pek tabi ki yine bununla bağlantılı olarak terörizm sorunu meşgul etti. Ama tabii ki felaketler zinciri bunlarla sınırlı kalmadı. Sağ popülizmin yeniden yükselişi de 2016’ya kocaman bir damga vurdu. Sağ popülizmin özellikle Amerika’da Trump’ın başkan olması ve İngiltere’de Brexitr eferandumu ile tezahür etmesi dünyada adeta bir soğuk duş etkisi yarattı. Peki, nedir popülizmi bu kadar ürkütücü yapan?
***
Popülizmin bir siyasi rejim mi, yoksa sadece bir siyaset yapma tarzı mı olduğu tartışmaları siyaset bilimi literatüründe çok net sonuçlanmış değil. Ayrıca, popülist diye adlandırılan siyasi liderlerin ya da partilerin hem sağ, hem sol kanattan çıkabiliyor oluşu popülizmin net bir tanımını yapmayı iyice zorlaştırıyor. Ancak Kenneth Roberts[1] popülist yönetimlerin her yerde görülen ortak özelliklerini şu şekilde özetliyor:
- “Güçlü” bir lidere odaklı ve paternalist bir siyasi yönetim tarzı;
- Toplumun alt sınıflarına yoğunlaşan heterojen, çok-sınıflı bir siyasi koalisyonun desteği;
- Kurumsallaşmış siyasal arabuluculuk biçimlerini (siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri gibi) atlayarak, lider ile kitleler arasında daha doğrudan bağlantılara tabi olan yukarıdan-aşağıya (top-down) siyaset yapma süreci;
- Alt sınıfları öven, anti-elitist, egemen gruplar ve entelektüel karşıtı bir söylemle karakterize edilen muğlak veya derleme, ama mutlaka “kutuplaştırıcı” bir söylem;
- Popüler destek için maddi bir taban oluşturmak üzere yaygın yeniden dağıtım ve/veya patron-yanaşma (patron-client) ilişkileri yöntemlerini kullanan bir ekonomik proje.
Bugün Amerika’nın yeni başkanı Trump’a, Macaristan’da Orbán’a, Hindistan’da Modi’ye, Türkiye’de Erdoğan’a, ya da Filipinler’de Duterte’ye baktığımızda karşılaştığımız tablo tam da bu şekilde. Dolayısıyla, aslında eski bir siyasi terim olan “popülizmin” bugün yaşanmakta olan siyasi gelişmeleri tanımlarken sıklıkla kullanılmasına şaşırmamak gerek. Günümüzde özellikle sağ popülizmin bu kadar yükseliyor ve hatta iktidara geliyor oluşu tarihin tekerrür edip etmediği sorusunu yaratmaya başladı bile. Nitekim I. Dünya Savaşından sonra da dünyada popülizm rüzgârları esmiş ve o dönem faşist rejimlerin iktidara gelmesi, ardından da II. Dünya Savaşı ile sonuçlanmıştı.
Bana kalırsa endişelenenler hiç de haksız değil. Bu yazı dizisi boyunca savunacağım üzere, popülizmi dünyadaki ekonomik değişimlerden ve bu değişimlerin sınıflar üzerindeki etkilerinden bağımsız düşünmek mümkün değil. Aslında bugün bizi çok şaşırtan popülist liderler neoliberal kapitalizmin ve onun yarattığı 2007-2008 krizinin siyasi sonuçlarından biri, belki de en önemlisidir. Ekonomik kriz ekonomik açıdan atlatıldı gibi gözükse bile krizin yarattığı yıkımın siyasi etkilerini uzun dönemde görmeye devam edeceğiz. Ne yazık ki bu etkiler dünya demokrasisi ve dayanışması açısından hiç de parlak sonuçlar getirmeyecek. Hele faşizme evrilme olasılığı olan bir popülizmin dünya üzerinde yaratacağı çatışmalar ve yıkım tahmin edemeyeceğimiz boyutlarda olacaktır.
Ancak, faşizme dönüşmeyen sağ popülizm de ciddi bir problemdir. Nitekim yazar ve filozof Umberto Eco popülizmin faşizmden ayrı düşünülmesinin aslında gereksiz olduğunu iddia eder.[2] Onun "sonsuz faşizm" diye adlandırdığı olgunun bir parçası olmak için siyasi bir doktrinin faşizmin temel unsurlarını ve değerlerini paylaşması yeterlidir. Bu unsurları ve değerleri de şöyle sıralar: geleneklerin ve geçmişin, düşünceye karşı eylemin, maçoluğun, kahramanlığın ve onunla bağlantılı olarak ölümün kültleştirilmesi; hayal kırıklığı içindeki orta sınıfa hitap etme; farklılıklardan korku; uluslararası komplolar takıntısı; düşmanların gücünün abartılması; yoksul bir dil kullanımı; farklı fikirlerin vatana ihanet olarak algılanması; ve aynı görüşlere sahip yekpare bir halkın/milletin yüceltilmesi. Görünen o ki bu unsurlar ve değerler bugün en medeni bildiğimiz toplumlarda bile yükselişe geçmiş durumda. Bu da gelecek için karamsar bir tablo çizmemiz için yeterli.
***
20. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan faşizm de tıpkı bugünkü sağ popülist akımlar gibi yoğun bir küreselleşme döneminin ardından ortaya çıkmıştı. Hızlı sanayileşme ve küreselleşme sonucu kapitalizm geleneksel toplulukları, meslekleri ve kültürel değerleri yıkarak batı toplumlarını yeniden şekillendirmişti. Bu aynı zamanda kırsal bölgelerden şehirlere doğru ve yoksul ülkelerden zengin ülkelere doğru yoğun göç akımlarınında yaşandığı bir dönemdi. Bu değişimler toplumlardatravmalar yaratıyor ve müthiş bir güvensizlik hissine yol açıyordu. Bu ortam vatandaşları piyasaların ve yabancıların kötücül etkilerinden korumayı vaat eden sağ, milliyetçi politikacılar için elverişli bir zemin yarattı. Bu şekilde faşist akımlar güçlenmeye başladılar ama 1929’a dek bu akımlar çok da etkili olamadılar. Ancak 1929 Büyük Buhranı (Great Depression) ile bu akımlar gerçekten tehlikeli ve etkili olmaya başladı. Almanya ve İspanya gibi ülkeler eski rejimlerinin çökmesiyle faşizme teslim oldu.
Aslında 20. yüzyılın ilk yarısında faşizme neden olan ekonomik krizin yıkıcı ekonomik etkilerinden çok siyasi sistemin krize gerektiği şekilde karşılık verememesiydi. Almanya ve Amerika’yı karşılaştırdığımızda bunu daha iyi anlarız. Bu iki ülke işsizlik, iflaslar ve üretimin düşüşü açısından krizden en çok etkilenen iki ülkeydi. Kriz sonrası Almanya’da Weimar Cumhuriyeti ve demokrasi Nazilerin elinde son bulurken, Amerika demokrasiyi ayakta tutmayı, hatta daha da güçlendirmeyi başardı. Farklılığın nedeni bu devletlerin krize verdiği karşılığın değişik olmasından kaynaklanıyordu. Almanya’da devlet halkının acılarını hafifletmek için pek bir şey yapmaz ve muhalefetteki Sosyal Demokrat parti dahi cazip bir alternatif program üretmezken, Amerika’da Başkan Franklin Roosevelt’in “Yeni Düzen” (New Deal) denilen sosyal ve ekonomik programı ile devlet vatandaşlarına yardım ediyor ve sosyal refah devletinin temellerini atılıyordu. Diğer Avrupa ülkelerinde de devletler krize etkin bir şekilde karşılık veremediler. 1930’ların başında kıtadaki merkez partilerin hemen hemen hepsi hala piyasalara güvendiği ve kapitalizmin olumsuz etkilerine karşı güçlü bir şekilde cevap veremediklerinden itibarlarını yitirmiş durumdaydı. Dolayısıyla demokrasiye olan güven azalmış, böyle bir ortamda da faşizm güçlenmişti. Faşistler mevcut düzeni sert bir şekilde eleştirmekle kalmamış, alternatif bir planla da ortaya çıkmışlardı. Onlara göre demokrasi verimsiz, tepkisiz ve zayıf bir yönetim biçimiydi ve tamamen başka bir yönetim biçimiyle değiştirilmesi gerekiyordu. Önerdikleri yeni düzende devlet yeni iş yaratarak, sosyal devleti genişleterek, sözüm ona sömürücü kapitalistleri yok ederek ve kaynakları milli çıkarlar yararına kullanan şirketlere aktararak vatandaşlarını kapitalizmin en yıkıcı etkilerinden korumayı vaat ediyordu. Faşistler milletlerini zayıflatan bölünmeleri ve çatışmaları bitirme sözü de veriyordu, ama tabii ki onlarla aynı fikirde olmayanları yok ederek. Ayrıca milletlerinin ezilmiş gururunu canlandırmayı da taahhüt ettiler. Böylece Almanya, İtalya ve başka ülkelerde faşistler son derece farklı seçmen gruplarını ve sınıfları cezbetmeyi başardılar.
***
Peki, bugün de benzer bir tehlikeyle mi karşı karşıyayız? Popülizmin ardından faşizm mi gelecek? Doğrusu, bütün faşistler popülisttir ama bütün popülistler faşist değildir. Ancak popülizmin faşizme evrilmesine engel olacak şey popülist liderlerin karakterinden çok ilgili ülkenin demokratik kurumlarının ne kadar köklü ve sağlam olduğu ile ve bu kurumların halklarının taleplerine ve ihtiyaçlarına ne kadar cevap verebildiği ile ilgilidir. Yani, bütün popülizmler faşizme dönüşmese de popülizm faşizmin habercisi olabilir. Bugün popülizmin yükselişte olduğu ülkeler arasında gelişmiş olanların faşizme karşı daha güçlü teminatları var. Bu teminatlardan biri 20. yüzyılın ilk yarısına kıyasla çok daha kökleşmiş olan “demokrasi geleneği ve kurumları.” Diğer teminatları ise 20. yüzyılın başlarına kıyasla daha gelişmiş olsa bile 1979’dan itibaren hızla erozyona uğramış olan “sosyal devlet.” Bugün neoliberalizm sebebiyle “sosyal” yönü oldukça aşınmış olan devletlerin kendini sosyal ve ekonomik tehdit altında hisseden gruplara yeterli bir güvence veremediğini görüyoruz. Aslında sorunun özü 2007-2008 krizi değil, bu krizin patlamasına da yol açan neoliberal kapitalizmin kendisidir. Neoliberal küreselleşme hızlandığından beri özellikle belli sınıflar içinde ciddi sosyal ve ekonomik sorunlar yaşanmaktaydı ve kriz sadece bu sorunları daha üst bir seviyeye taşıyarak endişeleri artırdı. Özellikle geleneksel partilerin sistemin bu gittikçe büyüyen sancılarını görmezden gelmesi ve kendini gittikçe güvencesiz hisseden kitlelere hala daha fazla piyasa, daha az devletile cevap vermesi sonucu dünyada yeni ve çok ciddi bir “demokrasi krizi” ortaya çıktı. Böyle bir ortam, aynı 1930’larda olduğu gibi, sağ popülist akımlar için çok elverişli bir zemin yaratmaktadır.
Özetle, sağ popülizm hem demokraside hem kapitalist sistemde ciddi sorunlar olduğunun açık bir belirtisidir. Faşizm de aynı şeylerin belirtisidir. Eğer aşırı derecede serbestleştirilen piyasalar devletler ve siyaset tarafından tekrar dizginlenmezse, eğer hükümetler vatandaşlarının yaşadığı sosyal ve ekonomik sorunlar için hemen çok daha fazla bir şeyler yapmaya başlamazsa, eğer merkez sağ ve sol siyasetçiler uluslararası sermaye yerine kendi vatandaşlarına ulaşmak için daha çok çaba sarf etmezse o zaman bazı ülkelerin popülizmden faşizme kaydığına tanık olabiliriz. Hangi ülkelerin daha çok bu tehlike altında olduğunu sonraki yazılarımda ele alacağım.
Notlar