1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – III: Avrupa, Quo vadis?
Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – III: Avrupa, Quo vadis?

Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – III: Avrupa, Quo vadis?

Ne yazık ki neoliberal küreselleşmenin bir aygıtı haline gelen AB, siyasi ve sosyal entegrasyon konusunda çok fazla ilerlemeyi beceremedi, ya da tercih etmedi.

A+A-

 

Yonca Özdemir

[email protected]

 

Eğer 2016’da Trump’ın başkan seçilmesi dünya kamuoyunu en şok eden gelişme idiyse, bir diğeri de kuşkusuz ki Haziran’daki Brexit referandumunun sonucuydu. Ancak Brexit Avrupa’da popülizmin yükselişinin sadece bir örneğiydi. Nitekim son yıllarda Avrupa’nın pek çok ülkesinde popülist partiler ve liderler önemli siyasi kazanımlar elde etmeye başladılar. Avrupa’da popülizmin yükselişi Amerika’dan çok daha önce, küresel ekonomik krizden de önce başlamıştı.

*  *  *

Amerika önderliğinde kurulan savaş sonrası düzeninin en büyük destekçisi hiç kuşkusuz ki Batı Avrupa olmuştur. Başta Marshall yardımları, daha sonra da serbest ticaret düzeninde elde ettikleri avantajlarla bu düzenden Amerika gibi Avrupalılar da nasiplendi. 1980’e dek tıpkı Amerika gibi Batı Avrupa’da da refah düzeyi arttı ve hem sermaye hem işçiler ekonomik büyümeden faydalandı. Bu sırada Batı Avrupa yine Amerika’nın teşvikiyle bir entegrasyon projesi başlattı. Ancak, 1970’lerdeki krizle birlikte neoliberal kapitalizme geçiş başladı ve başlangıçta siyasi bir proje olarak başlayan Avrupa Birliği (AB), gitgide neoliberal küreselleşmenin Avrupa’daki uygulaması haline geldi. 1989’da komünist rejimlerin çökmeye başlamasıyla birlikte Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri de bu projeye dâhil olmaya başladılar. Hem işçi ücretlerinin yüksek oluşu, hem de otomasyon sebebiyle Batı Avrupa’da iş ve yatırımlar azalırken, sermaye başta Orta ve Doğu Avrupa ve sonra da Asya ülkeleri olmak üzere diğer mekânlara kaymaya başladı. Neoliberal küreselleşmeyi Avrupalılara dayatma mekanizması olarak işleyen AB süreci özellikle 2007-2008 krizi ile sekteye uğradı ve2000’lerin başlarında AB üyeliği sayesinde hızlı büyüme kaydeden Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ve AB’nin diğer çevre ülkeleri krizden en fazla etkilenen ekonomiler oldu.

Aslında AB gerçek bir bütünleşme yaratsaydı, bu süreç daha sancısız geçebilirdi. Ne yazık ki neoliberal küreselleşmenin bir aygıtı haline gelen AB, siyasi ve sosyal entegrasyon konusunda çok fazla ilerlemeyi beceremedi, ya da tercih etmedi. Sosyal devlet ve sosyal haklar konusu, Amerika’daki kadar olmasa bile, neoliberal küreselleşme sürecine kurban gitti. Siyasi bütünleşme süreci de bürokratik bir şekle büründü. “Avrupa’nın demokrasi açığı” diye anılan bu sorun AB siyasi mekanizmalarının halk katılımından uzak, halkın taleplerine cevap vermeyen bir şekilde işlemesini ifade ediyor. Nitekim fazla yetkisi olmayan Avrupa Parlamentosu hariç Avrupalı seçmenin seçtiği hiçbir AB organı bulunmuyor. Bu durumda Avrupa toplumu AB’yi kendi seçmediği bürokratlar tarafından yönetilen ama kendi hayatlarını derinden etkileyen kararlar alan bir kurum olarak görmektedir. Bu süreçten faydalanan görece yüksek eğitimli, varlıklı ve kozmopolit Avrupalılar için bu çok rahatsız edici bir durum olmasa da, sosyal ve ekonomik konumları tehlike altındaki orta ve alt sınıf kitleler için AB yaşadıkları endişelerin tüm sorumlusu olarak görünmektedir. Nitekim Avrupa’daki ulus devletler artık küresel kapitalizm sayesinde yerine getirmekte zorlandıkları sorumlulukların suçunu da AB’ye atarak hem kendi ellerini rahatlattı, hem de AB’nin günah keçisi haline gelmesine katkıda bulundu. Seçilen sol hükümetler dahi mevcut neoliberal programlara bağlı kalıp alternatif bir ekonomik program ile ortaya çıkmayınca Avrupa’da merkez siyaset iyice tıkanmaya başladı. Bunun yanı sıra AB de sadece krize yetersiz yanıt vermekle kalmadı, Yunanistan gibi krizi derinden yaşayan ülkelerde kemer sıkma politikalarının uygulanması için bir baskı aracına da dönüştü.

Daha önceki yazılarımda[1] bahsettiğim gibi, popülizm neoliberal küreselleşmenin ve onun olumsuz etkilerinden çok bu problemlerin siyasi düzende bir karşılık bulamamasından dolayı, yani demokrasinin krize girmesi sonucu ortaya çıkar. Jan-Werner Müller’in deyimiyle popülizm sorunu siyasi temsille, yani kimin halk adına ve nasıl konuştuğu ile ilgilidir. Popülistler demokrasinin yerine getirmediği vaatleri yerine getirme vaadiyle sahneye çıkarlar.[2] Küreselleşme sürecinde güçlü şirketler ve varlıklı bireyler dünya zenginliklerinden daha çok pay alırken ve daha az vergi öderken, çoğunluk için iş olanakları ve gelirler azaldı ve yaşam şartları kötüleşti. Siyasi düzenin bu gelişmelere tepkisiz kalması da popülizme destek veren endişeli seçmenleri yarattı. Amerika’da neoliberal küreselleşmenin yarattığı çelişkilerin siyasi bir sonucu olarak ortaya çıkan popülizm, Avrupa’da hem neoliberal küreselleşmenin hem de onunla bağlantılı şekilde gelişen Avrupa entegrasyonunun çelişkileri sonucu olarak ortaya çıktı.

*  *  *

Avrupa’nın sağ popülist partileri –Fransa’da Front National, İngiltere’de UKIP, İtalya’da Lega Nord, Yunanistan’da Altın Şafak, Avusturya’da FPÖ, Hollanda’da PVV, Finlandiya’da Gerçek Finler, Macaristan’da Fidesz, vs.–hepsi son yıllarda güçlerini artırdı. Peki, bu Avrupa’da yeni bir faşizm tehlikesine mi işaret? Dizinin ilk yazısında belirttiğim gibi, köklü bir demokrasiye ve yerleşmiş demokratik kurumlara sahip ülkelerde popülistler iktidara gelse bile fazla manevra kapasiteleri olmayacaktır.[3] Popülizm daha çok yeni ya da istikrarsız demokrasilerde ciddi bir siyasi tehdit kaynağıdır ve faşizme doğru evirilme tehlikesi barındırır.

Bugün İngiltere’de Brexit kararı çıkmış ve Fransa’da Le Pen’in cumhurbaşkanı olma şansı yüksek olabilir, ama popülizmin esas tehlike oluşturduğu yerler Orta ve Doğu Avrupa ülkeleridir. Yani sağ popülist liderlerin ve partilerin artan seçim başarıları Batı Avrupa’da sıkıntı yaratabilecekse de, bu ülkelerde demokrasinin yerleşmiş olması, güçler ayrılığı, başta sol partiler, sendikalar ve sivil örgütler olmak üzere demokratik kurumların güçlü oluşu sağ popülizmin faşizme evirilmesine engel olacaktır. Hâlbuki komünizmden anında kapitalizmin kucağına düşen Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri için durum farklıdır. Onlar kapitalizme geçişi demokratik kurumlarını iyice yerleştiremeden yaptılar. Serbest piyasaların siyasi liberalizmi de beraberinde getireceği inancıyla hızla kapitalist sistemle bütünleştirilen bu ülkelerde yoğun AB desteği sayesinde ilk yıllarda fazla sorun çıkmadı. Ancak sonra durum hızla değişti.

Dünya kamuoyu çok farkında olmasa da bugün Orta Avrupa’da sağ popülist liderler önderliğinde milliyetçi muhafazakâr bir devrim yaşanıyor. Polonya,  Macaristan ve Slovakya milliyetçi-popülistler tarafından yönetilmekte, Çek Cumhuriyetinin de tanınmış bir popülist cumhurbaşkanı (Milos Zeman) var. Bunlar gittikçe baskıcı rejimler haline dönüşüyor. Macaristan başbakanı Viktor Orbánve Polonya’nın lideri Jarosław Kaczyński özgürlükçü olmayan bir demokrasiyi tercih ettiğini açıkça söyledi. Bir zamanların komünizm sonrası liberalizme en güzel örneği kabul edilen bu iki ülkede bugün popülist hükümetler hukukun üstünlüğünü ortadan kaldırmakla meşgul ve aşırı göç karşıtı bir söylem içinde. Peki, AB bu otoriter-milliyetçi-burjuva vizyonuna nasıl tepki verdi? Öncelikle Batı Avrupa hükümetleri Euro’nun kaderi ve kendi ekonomik sıkıntıları ile o kadar meşguldüler ki doğudaki komşularında olan bitenlerle uzun süre ilgilenmediler. Durumu fark ettiklerinde de AB’nin kendi üyesi hükümetlerin davranışlarını değiştirmek için çok az araç ve teşvike sahip olduğunu anladılar. Bu da AB’nin zaten krizle yerlerde sürünen itibarına inen yeni bir darbe oldu.

Avrupa’da sağ popülizm gibi sol popülizmin de yükseldiğini söyleyenler de var, fakat İngiltere’de Corbyn’i, Yunanistan’da Syriza’yı ve İspanya’da Podemos’u Trump, Le Pen, UKIP ya da Front National ile aynı kefeye koymak büyük haksızlık olur. Kitlelerin endişelerine, toplumsal sıkıntılara hitap eden ve AB’ye şüphe ile yaklaşan her partiye ya da lidere popülist demek sıkça yapılan bir yanlış. Solda yükselen bu akımları sosyal demokrasiyi yeniden keşfetmeye çalışan makul girişimler olarak görmek gerekir.[4] Kızgın ve endişeli kitlelere alternatif bir vizyon sunulması gerekiyor, ama sorun bugün el altında böyle bir alternatifin bulunmamasıdır. Nitekim eğer Avrupa sağ popülizm tehlikesini bertaraf edecekse bunu elbette ki en çok da halkçı alternatif politikalar önerebilecek bu yeni sol oluşumlarla başarabilecektir.

*  *  *

Peki, yakın gelecekte Avrupa’yı ne bekliyor? 2017'de birçok Avrupa ülkesinde genel seçimler yapılacak ve yabancı düşmanı, AB karşıtı popülist hareketlerinin seçimlerde iyi sonuç elde etme riski var. Fransa'da ve belki Hollanda'da iktidarı popülist liderler devralabilir. Bunlar esasen zenginlere fayda sağlayan çelişkili politikalar uygulayacaklar. Bu süreçte yoksullar daha çok kaybedecek, çünkü vaatlere rağmen işsizliği azaltamayacaklar. Muhtemelen çok karşı oldukları göçmenlerin ve mültecilerin gelişi de devam edecek. Neticede, etkili yönetilemeyen popülist hükümetler çökecek ve liderleri ya görevden alınacak ya da yeniden seçilemeyecekler. Bu süreç yıkımla sonuçlanmayacaktır ama yine de bir gerilemedir. Bu gerileme döneminden bir an önce çıkmak için popülistlerin büyük bir ustalıkla kullandığı toplumsal hayal kırıklıklarının iyice anlaşılması ve bunlara çare bulunması lazım. Ayrıca Orta Avrupa’daki faşizme doğru gidişatın da acilen durdurulması gerekir. Bu kapsamda AB’nin neoliberal bir projeden daha fazlası olduğunu, yani hukukun üstünlüğü ve sosyal-bireysel haklara dayalı bir ulus üstü siyasi örgüt olduğunu kanıtlaması gerekiyor. 

Brexit vakasının ise ayrı bir önemi var. AB’nin bugün içinde bulunduğu kriz Brexit referandumu ile iyice su yüzüne çıktı ve İngiltere’nin AB’den çıkma sürecinin başlaması ile AB çatırdamaya başladı. Bu bir domino etkisi yaratabilir. Yani, popülizm Batı Avrupa’yı 1930’ların faşizmine geri götürmeyecekse de, Avrupa entegrasyonunun sonunu getirme potansiyeline sahip. AB bu krizi aşmak istiyorsa sermayenin taleplerine olduğu kadar halkların taleplerine de cevap vermek zorunda olduğunu, bu sebeple de bir an önce sosyal ve siyasal bir projeye dönüşmesi gerektiğini anlamalıdır. Sadece Avrupa’da değil tüm dünyada demokrasiyi kurtarmak için kapitalizmin bağnazca uygulanan aşırılıklarının acilen terk edilmesi gerekiyor.


Notlar

[1] Yonca Özdemir (2017, 29 Ocak), “Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – I,” Gaile No. 403 <https://www.yeniduzen.com/kuresel-kriz-ve-sag-populizmin-yukselisi-i-85987h.htm>; ve Yonca Özdemir (2017, 5 Şubat), “Küresel Kriz ve Sağ Popülizmin Yükselişi – II: Trump vakası,” Gaile No. 404<https://www.yeniduzen.com/kuresel-kriz-ve-sag-populizmin-yukselisi-ii-trump-vakasi-86217h.htm>.

[2]Jan-WernerMüller (2016). What is Populism? (Philadelphia: University of Pennsylvania Press).

[3] Özdemir (2017, 29 Ocak).

[4]Müller (2016).

Bu haber toplam 7931 defa okunmuştur
Gaile 405. Sayısı

Gaile 405. Sayısı

İlgili Haberler