Kurnaz

Kurnaz

Kurnaz

A+A-


Salamis Ayşegül Şentuğ
[email protected]

“Hiç bir iz bırakmadan, şeytandan kaçılabilir mi?” diye sordu nefes nefese kalmış yavru kurt, “başkalarının gittiği yolu takip edersen, hiç bir iz bırakmamış olursun” dedim. Çok hızlı ve hatasız olmalıydım. Hala kurnaz sayılsam da, gerek kendimi metafiziksel ereğe adamışlığım, gerekse gözü tokluğumdan ötürü gençliğimdeki atikliğimden çok şey kaybetmiştim. Diğerleri hızla koşup leylaklar ve sarısalkımlı akasyalar arasındaki külrengi dumanda teker teker gözden yiterken, ben epeyi arkada ve nefes nefese kalmıştım. Aylardır komşunun getirdiği kuru bıldırcınlarla günü geçiriyor, yalnızlık tapınağımdan dışarı adım atmıyordum. Hamlaşmış ve pekleşmiş sıska bedenimin ite kaka yuvarlanışını izlemenin kederi, çoluk çocuğun maskarası olmanın yanında hiçti. Yanımdan geçip giderken “yogi tilki koşamaz, şeytan onu yiyecek!” diye tekerlemeler söyleyip, hem sofuluğumla, hem de güçsüzlüğümle alay ediyorlardı. Onların gözünde tüm gün kaşınan, aciz, uyuz bir ev köpeğinden farkım yoktu. Maceraperest ruhun erdemlerinden nasibini almamış bir hepçil olur muydu hiç? Bizler gölgesizce koşup, tek başımıza avlanmak, karın tokluğu için birbirimizi hırpalamak, keyfimizce yan gelip yatıp canımız çektiğinde de kendimizi tehlikenin kucağına bırakmak için yaratılmıştık. Yarını düşünmek tıynetimizde yokmuş. Yok ki, bir avuç ormanı kurtaramadık.

Varlığımı sürükleyemiyordum. Bilincimin en düşük konumundaydım. Gözümün gördüğü her şey üçüncü boyutundan kopmak üzere, ve bir sayfada yaşıyormuşçasına donuktu. Gökte, uzak sazlıklardaki yumurtalarını terk etmek zorunda kalan haykıran turna kuşları, amber gölgeli ufukta sarı mimoza, yalancı sagu palmiyeleri, kapok ve gülibrişim ağaçları arasında dans edercesine kaçan ay-aylar, tüm bunlar, korkuya bulanmalarına rağmen hala güzeldiler güzel olmasına ancak, katıksız bir yanılgının izdüşümü olabilir miydiler? Hayır, bir hikaye kahramanı olamayacak kadar silik, ve yorgundum. Düşmandan kaçarken suya mürekkebini bırakan bir sepya gibi üzerimden akıyordu yorgunluğum. Kimse beni yazmakla vakit harcamazdı. Kaçarken bile kahramanlık peşinde koşan o alacakaranlık kralı sergerde aslanı seçip, yere göğe sığdıramazdılar örneğin, ya da o, her kral gibi kendi kendine, kahramanlık ölçülerinden palavralar diker ve zavallılar ruhlarını bu uydurma cengâvere kolayca teslim ederdi. Dahası kendi halinde şu tek toynaklı çirkin tapir bile, kabus yiyicisi olarak bir mitolojiye yaraştırılabilirdi. Amma ve lakin bu dünyada hiç bir işe yaramayan tek canlı ben vardım ya; tekdüze ve sefilce bulunan endişelerim ve ağırkanlılığımla tilkilerin yüz karası, benden de hiç bir hikayeye kahraman olmazdı. Bu ormanın mutsuz hayvanları sadece bir işe yaradıklarını hissettiklerinden -ki bu önemlidir-, ve karşılığında hayatlarını sürdürebildiklerinden -ki bu daha da önemlidir-, çiçeklerin gölgelerini sular gibi, hayatı ıskalayarak yaşamaya, yalancı kahramanlar yaratıp onlara inanmaya devam ediyorlardı. Daha hızlı, daha gösterişli, daha yeni, daha lüks, daha konforlu olunca, kuskusuz daha geç istila etmeyecekti bedenlerini ölüm. "O zaman bu telaş niye?" diye sorup dururdum. Oldum olası acelecilikten nefret etmişimdir. Tüm yanılgılar, hezeyanlar acul aklın peşinden gelir. Oysa simdi ardına bakmadan topallayarak koşan ben kimdim? Kimdi bu kahinden hâl sorar gibi zangır zangır titreyen, korkak mahluk? Soldaki kayalıklar aşı boyasından mı turuncu, güneş umacı kılığında mı batmakta, yoksa batıdan bir kızıl tilki sürüsü mü yaklaşıyor... Belki de kıyamet böyle bir şey.

Tüm hayvanlar adanın güneyindeki mimoza sahiline doğru hızla kaçmaktayken, ben bir an duraksadım. İlenen birkaç sürüngen dışında ormanın kuzey yakası dımdızlak kalmıştı. Kırmızı gagalı dağ kargalarından Şeytan’ın kuzeyden yaklaştığı duyumunu almıştık. Kaç kişiydiler? Eski dünya öykülerinde anlatıldığı gibi yüzü kuru bir çam kozası denli pul pul dökülmüş, bakışları en az bir kez yaşam yitirmiş gibi vakur ve şiddetli ve dahası bir başına koskoca tabiata yetecek kudrette miydi? Tüylerim reçine olmuştu. Servili köşeyi döndüm ve dik uçurumun yamacında durdum. Hemencecik düşüverecek oldum telaşa. İlk kez bu kadar yüksekteydim. İlk kez bu kadar uzak görüyordum. Demek dünya böyle akla sığmayacak kadar sonsuzdu. Ya da aklımın almadığı her şeyi sonsuz sayıyordum şu anda. Argus'un yüz gözü yetmezdi bu güzelliği hatmetmeye.. Manzaranın yüce haşyetinden mi, yükseklere çıkınca yüreğimde yük arttığından mı bilinmez, o anda aydınlandığımı hissettim ve aklıma dahiyane bir fikir düştü. Yorgun bir balığın ağlara teslim oluşu gibi, uzandım kayaya, yapış yapış olan narin postumu yere serip tüm ağırlığımı üzerine döktüm ve gökyüzünü seyre daldım. Şeytana başkaldırma tasarısının heyecanı ile bulutların tükenmez ferahlığı arasında bir yere yayıldım. Dağ benim bir parçam oldu, ben dağın bir parçası. Tombul beyaz yanaklı kadim dostlarım bana gülümsüyor, "hay aklınla bin yaşa, tilki kardeş" diyorlardı sanki. Çocukken akranlarımda anlamadığım şey, hiç bir zaman şu giden bulutlara özenmiyor oluşlarıydı. Halbuki ben inden çıktığımda ilk onlarla selamlaşırdım. Bulutlar, bir ayağı toprağa bir ayağı gökte tanrılara hizmet eden, Janus gibi iki yüzlü bulutlar, ormanda yaşayan hiç bir hayvanın ilgisini yeterince çekmiyordu. Nesneler daha çok ilgilerini çekiyordu. Yine de onlarla bile sahip olmak dışında bir meseleleri yoktu. Oysa bulutlar, fethedilemez, satın alınamaz, hükmedilemez tertemiz kıtalarıydı gökyüzünün. Kara ne kadar da kirliydi! Avlanmak için inden çıktığımda ayaklarım o kire dolanır, patilerim geri geri giderdi. Gözümün alabildiğince pislik. Nasıl olur da gerçeğe bu denli miyoptular? Ağaçlar bunca yükü taşımaktan yorulmaz mıydı? Anlamazdım. En çok ağaçlar yorulurdu oysa. Tüm bu necasetten kaçıp sığındığım, tek dostum, bulutlardı. Yalnızlığın mucizevi kuvvetiyle etrafıma bakındım… Tek dostum, hala onlar. Oysa biraz büyüyünce, kendime etten arkadaşlar da edinmiştim.

Kim bilir neredeydi her biri! Gençliğimde, özellikle geceleri, hepsini etrafıma toplar, uzun uzun anlatırdım... Bir baykuş, birkaç koala, üç vombat, dört beş makimsi maymun ve bir yarasa çetesi.. Çoğu benim gibi gececil... "Başka ormanlarda gördüğünüz her şeye özenmeyin, bu orman, her dünyayı yaşatmaya elverişli değil. Duyduğunuz her şeyi uygulamak yerine, kendinizi özünüzden var edin, küllerinden var olan bir Zümrüdüanka gibi" derdim. "Hayat basit olunca güzeldir. Böyle giderse, kendi sonumuzu kendimiz getireceğiz. Bir avuç ormanı çöpe çevirdik. Bir şeyler yapmalıyız" der, söylenir dururdum. Dinler miydiler? Hele o ağaçkakanlar! Özellikle o sanatçı geçinen kızıl taçlı olanları... Ayni ağacı kakala dur! Laf anlatmak ne mümkün! O her toplantıya gelen, bilge baykuş bile dediklerime kulak vermedi, dinlemedi. Dinlemediler.. Kendi kendilerini yiyip bitirdiler ve ne oldu? Önce toprakları tükettiler, kavgadan, pislikten geçilmez bir yere dönüşünce de haliyle karanlıklar efendisi Şeytan’ı peşimize taktılar. Ormanımız elden gitti. "Bu çorak toprakta hiç bir şey bizim hayrımıza değil artık, kaçalım," dediler. "Çünkü artık hiç bir yer vaatler edilen topraklar değil." Niye vaat peşindesiniz, çıkarsız iş olmaz, gökyüzünden kurtarıcı inmez, dedim. Şeytan’ın gelişi yakındır, bakın her yer hektar hektar lüks, hektar hektar dışkı. Günün ötesi dün. Bir bakmışsın, en dibe, güneş kadar batmışsın. Hepsinde öyle bir hal ki sanki orman saf marula* ormanı!

Ancak ben, ormana yayılan sabah sisi gibi sinsice dağılan huzursuzluğu, öğrenilmiş bir rahatlıkla karşılayamadım. Simdi çığlık atsam mı, dedim, de kendini işle güçle oyalamayı huzur sayan ahaliyi tedirgin mi etsem.. Yok, onların kulakları içseslerini bile duyamamaktan körelmiştir. Duysalar da umursamadan, umursar gibi görünürler, sana bu duruma katlanamadığından ötürü bir süre acırlar ve sonra akşama yine uçan sincaplar domalan mantarı avına, sabahleyin de karıncalar çürük meyve arayışına çıkarlar. Olan benim boşa nefes tüketmekten yorulmuş ciğerlerime olur. Ben de kendimi ormanın girişindeki dev baobaba bağladım. Eninde sonunda birilerinin dikkatini çekecektim. Kimse gelmedi. Göl kenarında yaşayan haberci flamingolardan birisi, kendini mavi yeşil alge verdiği zamanlardan, ta ak pak bir bebek olduğu günlerden arkadaşımdı. Başka ormanlara haberimi uçurmasın diye birileri yosununu kurutmuş, hayvancağız açlıktan ölmüş dediler. Haftalarca “vazgeç anarşist tilki, bu vakitten sonra kimse seni kurtaramaz” diyenlere en sonunda "asıl sizi kim kurtarsın kendinizden" diye rest çekerek kendimi inime kapattım. Şimdi, ne farkımız kaldı. Onlar gibi, ben de yollara düştüm. Ben de gözkapaklarım olabildiğine gergin bir uyanıklıkta, yolun sonu nereye varacak bilmeden, kaçıyorum.

Lâkin alay ettikleri "yogi tilki", "anarşist tilki" az önce, hayatlarını kurtaracak bir çözüm bulmuş olabilir. Şeytan’ı kurnazca oyalayarak, ormanın kalan kısmını kurtarabilir.

Biliyorum, aklımdaki bu fikir, turfanda değil. Dünyanın nice yerlerinde yaşayan bir çok hikayede, şeytana her ne ile kafa tutulmuşsa öyle yapacağım ben de. Birinin, bunu yapması gerek. Bin Bir Gece Masalları’nda Şehrazat ölüme nasıl direnmişse, Efrasiyab’ın Hikayeleri'nde** Bişey Dede Azrail'i nasıl alt etmişse, öyle kafa tutacağım. Şeytan’la bu yamaçta, dostum bulutların tanıklığında yüzleşeceğim ve onu oyalamak için hikayeler anlatacağım. Bitmemiş her hikaye ölüme meydan okur, ve her hikaye ancak başka bir hikayeyle son bulur. Bu orman, ancak böyle kurtarılabilir. Şeytan, bugün insansa, yarın tanrı, öbür gün kim bilir ne. Ancak hepsi de yola gelip, iyileşebilir. Şimdi, o gelip beni bulana dek, hikayelerimi hazır etmeliyim.

---------------------------------------------------------------------

*Marula: Afrika’da yetişen, meyvesi kendinden alkollü bir ağaç türü. Bu meyveyi yiyen hayvanlar sarhoş olur, uyuşuklaşır ve saçmalar.

**İhsan Oktay Anar, Efrasiyab’ın Hikayeleri, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998

Bu haber toplam 1865 defa okunmuştur
Gaile 271. Sayısı

Gaile 271. Sayısı