Kürşat Başar’la “Yaz”
Kürşat Başar’la “Yaz”
Simge Çerkezoğlu
Bir insan şiir yazar gibi bir romanı kaleme alabilir mi, işte Kürşat Başar bunu yapabiliyor. Onun kitaplarında derin duygular, sarsıcı itiraflar ve kendinizle yüzleştiğiniz anlar var. Kısaca onda duygu ve edebiyat var. Sanırım müzikle olan ilişkisi de bu gücünden kaynaklanıyor. Böylece sadece yazmıyor beste de yapabiliyor. Onunla zaman öyle çok çabuk geçiyor ki. Yeni kitabı Yaz’ı konuşuyoruz. Kitabı konuşurken çocukluğunu ve Kıbrıs’la ilgili anılarını da öğreniyorum. Bu kitapta Kıbrıs’a da gönderme yapan Başar, özünde yine insanı ve duyguları hedef alıyor. Bana sorarsanız da tam on ikiden vuruyor…
YAZMAK İÇİN BİRİKTİRMEK GEREK
Yeni kitabınız on bir yıl aradan sonra ortaya çıktı. Merak ediyorum yazmak için biraz biriktirmek mi gerekiyor?
Elbette yazmak için biriktirmek gerek ama onun dışında benim yazı tarzım zor bir tarz. Bilinç akışı dediğimiz bir tarzda yazıyorum. Senaryo gibi kurgulayıp içini doldurmak yerine içimden gelerek, biraz şiirsel, cümlelerin sesine bile çok dikkat ederek yazıyorum. Bu da insanı çok zorlayan bir yazı tarzı. Bununla birlikte kitap 300 sayfa ve yaklaşık 150 sayfasını da yazdım ve çöpe attım. Ayrıca bu kitabı baştan sona yaklaşık dört kez yazdım. Her seferinde kurgu ile oynadım. Aslında ben yazdıklarımla çok fazla oynuyorum yoksa bu kitap üç yıl önce de bitebilirdi. Biraz değişik olsun istiyorum. Onun için de kendime göre uğraşıyorum. Kitap dışında bu on yıl içinde çok başka işler de yaptım. Gazetecilik, televizyon programcılığı, dizi ve film senaryoları ve müzikal… Bunların hepsini yaptım. Bu arada üç yıl önce de kendi orkestramı kurdum. Tabii orkestrayla birlikte çok fazla konser de yaptık. Aynı zamanda bir albüm de çıkardık, “Keşke Burada Olsaydın” ismiyle ve tüm bunlar çok zamanımı aldı.
Daha önce “Başucumda Müzik” kitabınızda gerçek bir hikâyeyi Fatin Rüştü Zorlu’yu anlatmıştınız. Yeni kitabınız Yaz’da da gerçek bir hikâyeden yola çıkıyorsunuz, peki karakter de gerçek mi?
Gerçek olan kısmı Kıbrıs’la ilgili olan kısmı, gerisi kurgu fakat bu romanda benim hayatımdan çok fazla iz var. Zaten bir romancı olmaya çalışan çocuğun hikâyesini anlattığı için doğal olarak benim de yazı ve kitaplarla olan ilişkimden çok söz ediyor. Olayların tümü gerçek değil ancak gerçek olayları ben kendi kahramanımla özdeşleştirdim diyebilirim.
“BABAM BAYRAKTARDI”
Bu kitapta Kıbrıs var. Sizin adayla olan bizim bilmediğimiz bir bağınız mı var, yoksa içinde Kıbrıs olan bir kitap yazma fikri nasıl oluşacaktı diye düşünüyorum.
Kıbrıs’a ben ilk kez 1974 yılında geldim. Babam burada görevliydi. Babam mücahitlerin komutanıydı, onlara o zaman Bayraktar diye hitap edilirdi. Ortaokulu burada okudum. Daha sonra çok uzun yıllar gelmedim. İlk gelişimde artık yetişkindim ve bir film projesi için buradaydım. Film için 1963-1974 yılları arasındaki baskıları yaşayan çok fazla kişi ile röportaj yaptım. Böylece adaya dair bilgim ve malzemem birikti. Kıbrıs’a dair çok da kitap okudum. Burada çok eski dostlarım da var. Onlar da bana çok yardımcı oldu. Aslında Kıbrıs’ı ayrı bir roman olarak tasarlamıştım. Hala da bu planım var ancak bir şekilde bu romanı yazarken de içine Kıbrıs girdi, olaylar öylece harmanlandı.
HİÇBİR ŞEYE KARŞI MİLLİYETÇİ BAKIŞIM OLMADI
Kıbrıs konusunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sanırım ikinci kez Şafak Nöbeti için 20 Temmuz’da buradasınız. Adaya ve yaşanan olaylara biraz milliyetçi bakışınız olduğunu söyleyebilir miyiz?
Milliyetçi olarak baktığımı söyleyemeyiz. Şöyle şöyleyim ben Kıbrıs’ta mağdur ve mazlum olan halkın Türkler olduğunu düşünmekteyim. Eğer Barış Harekâtı olmasaydı bugün Kıbrıslı Türkler Filistinlilerin durumunda olacaktı. Güçlü ve zengin olan, verimli toprakları ve deniz kıyılarını alan taraf Kıbrıslı Rumlardı, ancak bundan memnun olmayan da yine onlardı. Elbette tüm bunlar geçmişte kaldı, kitabın sonundaki bir detay da aslında milliyetçilikten uzak duruşumu ortaya koyuyor. Belki gözünüzden kaçtı ama her şeyi geride bırakmak isteyişim aslında milliyetçilikten ne kadar uzak durduğuma işaret ediyor. Zaten hiçbir zaman ve hiçbir şeye karşı milliyetçi bakışım olmadı. Yine de o dönemde ezilen ve mazlum olan halk Türklerdi ve bunu anlatmam gerektiğini düşündüm. Sonuçta kitap da o dönemi anlatıyor. Yoksa bugün bunların hiçbirini söylemek zaten mümkün değil.
Şafak Nöbeti size ne ifade ediyor?
Bana çocukluğumu, bütün o zaman dinlediğim hikâyeleri hatırlatıyor. Ama bu artık kavga, çatışma, kin veya nefret değil de bunlardan uzakta bir hisle, neredeyse eğlence gibi yapılan güzel bir organizasyon. Ortada kimseyi rencide edecek, birilerini suçlayacak ya da geçmişin intikamını alacak bir durum yok. Ben daha önce de aynı organizasyona İlhan Şeşen’le gelmiştim. Hep çok güzel geçti.
YAZMAKLA GİTMEK ARASINDA
Yazmakla gitmek arasında bir ilişki olduğunu gerçek hayatınızda da düşünüyor musunuz?
Yazmaya biraz da gitmek için başladım aynı kitaptaki karakter gibi. Her zaman inandığım bir şey var. Kitaplar sizi hiç kıpırdamadan bulunduğunuz yerden çok uzaklara bambaşka zamanlara ve mekâna taşıyabiliyor. Yazmak da ilginç bir şekilde böyledir. Yazmaya da çocukken öyle başladım. Bir yaz evdeydim. O dönem bir roman yazmaya başlamıştım. Dört çocuk ıssız adaya düşüyor ve büyüklerin olmadığı özgür bir hayat sürüyorlar. Kitaptaki kahramanın yazıya dair anlattıkları da tam buydu zaten.
Yeni projeleriniz var mı? Bundan sonraki planlarınız neler?
Yeni albüm projem var. Aslında altı ay önce yapacaktık ama kitap bitmeyecek paniği ile bunu biraz erteledim. Sevgili Zeynep Talu ile birlikte çalışmaya başladık yine. Eylül, Ekim gibi bu çalışmaları yoğunlaştıracağız. Bu sefer çok ünlü isimlerin olduğu bir albüm yerine, daha çok benim bestelerim ve Burçin Büke’nin bestelerine yer vermeyi ve solist olarak da daha az tanınan sesleri, gençleri kullanmayı düşünüyoruz.
Kendinizi notalarla mı yoksa sözcüklerle mi daha kolay ifade ediyorsunuz?
Tabii sözcüklerle çünkü ben çok küçük yaştan bu yana yazıyor ve okuyorum. O benim için kendiliğinden gelen çok normal bir şey. Hatta benim için yazmak konuşmaktan bile daha normal ve rahat. Müzik bu hayatta elbette ayrı bir dil, ayrı bir şifre. O biraz daha zor ve dolaylı bir anlatım sanırım.
TÜRKİYE MEDYASI İÇLER ACISI
Türkiye medyasında yıllarca çalıştınız. Hala program yapıyorsunuz. Yıllarca köşe yazarlığı da yaptınız. Şu an size Türkiye medyası nasıl görünüyor?
Türkiye’deki medya şu anda keskinleşmiş taraflar halinde işliyor. Bu normal bir süreç değil. Hiçbir demokratik toplumda iktidara bağlı bu kadar çok medya olmaz. Kuşkusuz dünyanın birçok yerinde belli partileri veya iktidar partilerini destekleyen, bunu deklare eden gazeteler vardır. Ancak bu başka bir şey, gazeteciliğin temel ilkeleri ise çok başka bir şeydir. İkisini birbirine karıştırırsanız gazete gazete olmaktan çıkar. Artık bir misyon haline gelir. Bu da doğru bir şey değil. Yine de ben Türk okuyucusuna çok güveniyorum. Okuyucular bence her zaman biraz kuşkucudur ve bugün gazetecilerin yapması gereken double checki artık onlar yapıyor. Mesela farklı kanallardan haber izleyip ortalamasını alıyorlar. Bu tabii mesleğimiz açısından çok acıklı bir durum. Ben yıllar önce de bu eleştirileri çok yazmıştım. Güvenin sarsılması sonuçta mutlaka gazeteleri vuracaktır da demiştim. Siyasilerle bu kadar yakın ilişki, patronların siyasilerden çıkar beklentisi, iyi gazetecilerin elenmesi ve belli çıkarları olanların ön plana çıkması mesleğe zarar verecek de demiştim. Hatta “İğreti Yaşamlar” kitabımda da tüm bu fikirler vardı. Sonuçta maalesef dediğim oldu. Umarım bu dönem geçer çünkü şu an Türkiye medyası içler acısı.