“Kurtar beni anne..!”
Kesip saklamışım, bir vesileyle yeniden karıştırdığım bir kitabın arasından çıktı. 11 Temmuz 2005 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Nilgün Cerrahoğlu’nun köşe yazısı. Başlığı “Srebrenica’dan Londra’ya”. Yazı, yirmi birinci yüzyıla beş kala (1995), Avrupa’nın ortasında cereyan eden insanlığın yüz karası Srebrenica (Srebrenitsa) Katliamı’nda oğlunu kaybeden lise öğretmeni Seniha Saraç’ın bir İtalyan gazeteciye anlattıklarıyla başlıyor ki, yürek dayanmıyor:
“En büyük acı, oğlumun yokluğu değil… Yüreğimi yakan keder, Şefik’in sesi ve aklımda kalan son yakarışları.. Onu sürükleyerek götürdüler…
Sürüklendiği her metrede kendinden bir parça yitirdi… Genç bir erkek olarak yeni yeni edindiği tüm gurur ve cesareti kaybetti… Sırp bombardımanında ölen babasının bıraktığı boşluğu evde oysa doldurmayı hep bilmiş, bir gün öncesine dek bana destek olmuştu... Ama Sırplar bizi dışarı çağırmaya başladığında titremeye başladı.. Çığlıklardan gece boyu göz kırpmamıştık… Şafak sökerken, megafondan bir ses yükseldi: ‘Hepiniz dışarı çıkın!’
Kayınpederim ağlamaya başladı... Zaman, 50 yıl öncesine dönmüştü..Vaktiyle yaşadığı Jablanica kentinde Naziler de aynı şeyi yapmıştı..Bütün gece ağzından tek kelime çıkmayan oğlum, o zaman bana sarıldı ve ‘her şey bitti anne’ dedi: ’Hepimizi öldürecekler!’
Dışarı çıktığımızda diğer gençleri gördüm.. Kimi, annesinin eteğine yapışıyordu.. Kimi başı dik, Sırplara doğru yürüyordu. Böyle yapmakla, vakur bir son hak edeceklerini, son anda bir şeylerin değişeceğini umuyor gibiydiler... Ama değişen hiçbir şey olmadı… Hepsini götürdüler… Kıpırdamak istemeyenleri, bacaklarından tutup yere attılar... Köpekler gibi sürüklediler..
Sırp askerlerinin onu da yere atmasını beklemedi Şefik.. .Yere uzandı… Onu ayak bileklerinden tutup sürüklediler... Önce hiç ses çıkarmadı… Ama birkaç metre sonra hiç tanımadığım bir sesle bağırmaya başladı… O güne dek gırtlağından böyle bir ses çıktığını hiç duymamıştım.. ’Anne!’ diye bağırıyordu: ‘Kurtar beni anne..!’
Oğlum 17 yaşındaydı ve annesini istiyordu… Yalnız bana değil, ‘Kurtar beni’ diye dünyadaki tüm analara sesleniyordu… Yerlerde sürüklenerek alıp kendini götürenlere, onların da bir anası olduğunu hatırlatmak istiyordu… Ve analara bu yapılmaz, diyordu..”
Anne Seniha Saraç’ın, insan olanı darmadağın edecek kertede acıklı hikâyesini yeniden okudum. Ruhsal ve zihinsel olarak dindirmekte zorlandığı büyük bir ıstırap yaşadığı (başka türlüsü mümkün müydü?) aşikârdı. Ancak bu trajik tabloyu daha da ağırlaştıran başka bir şey vardı. O da, içinde ömür boyu taşıyacağı, acıların en büyüğü, en derini evlat acısını yaşayan annenin aynı anda peşini bırakmayan bir ‘utanç’ duygusundan da mustarip olmasıydı. Abartıyor muydum, sanmıyorum. Yaşanan süreci çok daha vahim ve de hazin kılan bir durumdu bu ve akla ister istemez şu soruları getiriyordu: Anne Seniha Saraç, oğlunun henüz on yedi yaşında katledilişine mi, yoksa ölüm karşısında cesaretini ve onurunu yitirerek içine düştüğü korkaklığına mı yanıyordu? Ölüme doğru vakur adımlarla yürüyen kimi gençler gibi davranmadığı için geriye kalan ömründe kendi yaşayacağı utanca mı; katliamın her yıldönümünde ölen kahramanlar için yakılacak olan ağıtlarda, ölüme giderken yerlerde sürünen ve yalvaran kendi oğluna yer bulamayacağına mı; yoksa zor bir itiraf halinde dudaklarından dökülen “En büyük acı, oğlumun yokluğu değil...Yüreğimi yakan keder, Şefik’in sesi ve aklımda kalan son yakarışları.. Onu sürükleyerek götürdüler..” sözleriyle oğlunun anısına ve sevgisine ihanet ediyor olduğunu içten içe hissediyor olmanın dayanılmaz ağrısı mıydı, yüreğinde sancıyan ve beyninde azap soruları halinde uğuldayan.? Acaba hangisiydi.. Ve asıl bütün bunları içinden geçiriyor olması, dehşet verici değil miydi?
-------------------
Ne zalim bir çelişki
-------------------
Bir ananın oğlunu yitirmiş olduğu gerçeği ve acısı karşısında yaşadığı bu tuhaf ruh/zihin karmaşası ve tereddüt duygusu ne menem bir şeydi..? O ananın, henüz on yedi yaşında olan oğlunun yasını doğru dürüst tutamıyor olması, tutmak bir yana, vahşice öldürülmüş olduğu gerçeğinden çok, o ölüm anından geriye kalan görüntülerin ağırlığı altında ezilmesi ve buna bağlı olarak bir utanç duygusu içinde kıvranıp durması ne zalim bir çelişkiydi..? Aklı ve duyguları oğlunun yok edilmiş olmasından çok, giderken çıkardığı seslere ve yakarışlara takılan bir ananın, o görüntü ve anılara bakarak ölüsünü ‘kahramanlık’ mertebesine yükselterek kutsayabilmek ve iç huzura kavuşmakla, ‘unutulmaya’ bırakmak -çünkü o kahraman olma cesareti gösterememiş, aksine korkarak geride bir utanç bırakmıştı- ikilemi arasında gidip gelmesi ne büyük bir işkenceydi..!
Eski Yugoslavya’da yaşanan bu facia sadece o bölge insanları ve Bosnalı annenin kendisiyle sınırlı değil. Orada Sırp-Boşnak çatışması (düşmanlığı) nedeniyle yaşanan olay, uluslaşma ve ulus-devletleşme sürecinin, yani yeni bir kolektif anlayış ve yapılaşmanın gündeme gelmesiyle ortaya çıkan ve de evrensel ölçekte karşılığı olan tarihsel kırılmanın bugünlere taşan bir örneğini ifade ediyordu. O tarihsel dönemeçte (uluslaşma ve ulus-devletleşme sürecinde), insanlığın başına bela olacak ulusçuluk (milliyetçilik) ideolojisiyle birlikte, insanlık macerasında yeni bir zihniyet ve değerler dünyasının ortaya çıktığı ve çok uzun sürecek kanlı bir hesaplaşma döneminin başladığı biliniyor. Buradan yola çıkarak uluslararası ilişkiler bu çerçevede kuruluyor/kurgulanıyor, tarih ve insanlık durumu bu kapsamda yeniden tarif edilip yazılıyor ve bu müktesebat insanoğluna yeni bir (ulusal) bilinç, (ulusal) sorumluluk ve (ulusal) değerler manzumesi olarak sunuluyor. Ağırlıklı olarak etnik merkezli (etnosantrik) bir anlayışı hâkim kılan bu kurgulama, en çok ‘öteki’ ile olan düşmanlıklar ve çatışmalar zemininde hayat buluyor. Ve her ulusun kahramanları da, cesurları da, vatanseverleri de, birinin diğerini yok etmeyi başardığı oranda açığa çıkıyor, bu yerine getirildiği oranda kolektif (ulusal) onay görüyor, gurur vesilesi oluyor. Tarih, kültür, edebiyat onlarla, onların hikâyeleriyle anlam kazanıyor, kolektif hafıza buradan besleniyor. Toprak uğruna kan dökülürse vatan oluyor, bayrak rengini dökülen al kandan alıyorsa bir bez olmaktan kurtuluyor, şehit olmak mertebelerin en yükseği olarak kabul ediliyor. Buradan hareketle kahramanlar yüceltiliyor, “kurtar beni anne!” diye haykıran genç insanın ölümünde o ananın çok doğal olarak duyacağı acı ise utanç duygusuyla yer değiştiriyor. Ancak bütün bunlar olurken dünyanın her yerinde savaşların çocuk-genç-yaşlı, cesur-korkak, kadın-erkek, din-dil-renk-etnisite hiçbir ayırım gözetmeden herkesi zalimce yutuyor olduğu gerçeği yaşanmaya devam ediyor. Ölümün yapmadığı ayrımı yaşam ve yaşayanlar yapıyor. Her ulus kendi kahramanlarını ve biricikliğini yüceltirken, ‘öteki’nin kahramanını ve biricikliğini lanetliyor. Bu kan ve nefret dünyasından türetilen ulusal retorikler ve ritüeller, aynı doğrultuda yazılan ‘resmi tarih’ düşmanlık ve nefret ateşini sürekli körüklüyor. Bir tarafın sevinci ötekinin kederi, onuru diğerinin onursuzluğu, acısı ise berikinin mutluluğu haline dönüşüyor. Ne yerleşik siyaset ve siyasi akıl, ne de ‘insan’ merkezli olduğu iddiasındaki alternatif siyaset ve siyasi akıl (ve ideolojiler) bu dehşet tablosuna bir türlü engel olamıyor. Bilim ve bilimsel akıl ise son kertede bu zalim gücün aracı ve hatta kendisi oluyor ve adeta insan kanı ile besleniyor. Sonuçta insanlık yirmi birinci yüzyıla gelende iki Dünya Savaşı vahşeti yaşıyor ve ardında milyonlarca ölü ve yıkılmış ülkeler bırakıyor. Ve bu vahşet daha küçük ölçeklerde hâlâ devam edip gidiyor..
----
Tüm savaşlar evlatlar ölüyor
----
Bosnalı anne/öğretmen Seniha Saraç’ın dramatik hikâyesi, çatışmaların yaşandığı dünyanın her yerindeki bütün analarının hikâyesi… Bu hikâyelerde ırk, dil, renk ve din farklılığı yaşanan acıların şiddetini ve niteliğini değiştirmiyor. Sonuçta bütün savaşlarda oğullar ölüyor ve bu ölülerin son anlarında vakur ve cesur olmaları ya da korku içinde “Kurtar beni anne!” diye haykırmaları, onları geri getirmediği gibi, anaların gözyaşlarını da dindirmiyor.
Sonuçta savaşlarda ölen bütün oğullar -cesur ya da korkak- dünyanın bütün analarının oğulları, onların acıları da bütün anaların acıları. Bu acıyı dindirecek olan ise ölümü kutsayan, düşmanlık ve nefret aşılayan kahramanlık hikâyeleri, toprağı kanla sulayarak vatan yapma çabaları, bunları dillendiren siyaset/siyasi ve entelektüel akıl değil; barışı ve birlikte yaşamayı, paylaşmayı öne çıkaracak, toprağı birlikte yaşamanın vatanı yapma çabalarını dillendirecek, bunun evrensel ölçekte güç ve yaygınlık kazanması ve de hayata geçirilmesi gayretini sürdürmekten geri durmayacak siyaset/siyasi ve entelektüel akıl olacaktır.