1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Kurumlarımız ve 'Onlar'
Kurumlarımız ve Onlar

Kurumlarımız ve 'Onlar'

Mertkan Hamit

A+A-

Mertkan Hamit

[email protected]

 

        

5 Eylül Pazartesi günü Işık Kitabevi tarafından düzenlenen Kitap Fuarı'nın panel konusu   'Kurumlarımız ve Biz' olarak belirlenmişti. Birinci bölümü gerçekleştirilen bu etkinliğin, ikinci bölümünde bulunamayacağımdan dolayı ve aynı zamanda şu anda okuduğunuz yazının ikinci panelden önce hazırlanmış olması sebebiyle kimi noktalara değinilmemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Özet olarak, Tuğrul İlter, Umut Bozkurt, Erdal Güryay ve Fatma Güven'in sunumlarından oluşan “Kurumlarımız ve Biz” isimli panelde tartışmalar kapitalizmin ne olduğu, özelleştirmenin sosyal ve ekonomik anlamdaki etkileri ve tüm bunların ardından adanın kuzeyindeki özelleştirme furyasının günün sonunda nelere mal olabileceği yönündeydi. Bana göre sunumlar birçok konuya ışık tutmasına rağmen 'kurumlarımız ve biz' panelinde tartışılmayan bir nokta vardı. Bu noktayı aşağıda daha fazla genişleteceğim fakat kısaca söylemem gerekirse panelde 'ötekiler'in çok fazla irdelenmemiş olduğunu düşünüyorum. Sanırım bunun sebebi panelde sunum yapanlardan, paneli takip edenlere kadar neredeyse herkesin aslında muhalif duruşa sahip olmasına rağmen, aynı zamanda da hegemonik güç ilişkilerinde de etkisi olan kitleyi temsil etmesiydi. Bu yazıda amacım, bana göre orada tartışılması gereken fakat maalesef mümkün olamayan bir konuyu tartışarak, Kıbrıs'ta neoliberalizm konusunun boyutunu farklı bir noktaya getirebilmektir. Kısacası, bu tartışmayı sürdürebilmek için elimden geldiğince 'kapitalist ilişkiler sırasında dışlanan grupları ve solun tutumunu' irdelemeye çalışacağım.

        

         Teorik bir giriş yapmak yerine, panel sırasında Tuğrul İlter tarafından açıklanan fakat diğer sunumlarda da belirtilen birkaç noktayı açmaya çalışacağım. Bunun için, kapitalizmin yarattığı 'atık oluşturma meselesi' ile giriş yapmak ve bunun üzerine tartışmayı şekillendirmek yerinde olacaktır. Atık oluşturma konusunu genel hatlarıyla şu şekilde açabiliriz: Kapitalist üretim ilişkileri sırasında kâr yapmak amacıyla sermayeye egemen olan gruplar acımasız yöntemlere başvurmaktan çekinmemektedirler. Bunun da ötesinde, kapitaliste göre insan emeğinin işlenmemiş bir ham maddeden veya bir top kumaştan farksız hale getirilmesi son derece normaldir. Emeğin insan ve yaşamla eş bir noktada olduğunu düşünmeden, insana özgü koşulların yok sayılarak mevcut kapitalist ilişkilerin kar noktasından formülize edilmesi; istenildiği kadar kâr getirmeyen insan emeği ile çöpe atılacak olan bir miktar kağıt parçası arasında herhangi bir farkın olmadığı kabulünü meşru kılmaktadır. İşte bu yüzden, çeşitli sebeplerden dolayı tam-verimli çalış(a)madığı iddia edilen birçok insan değersiz kabul edilmektedir. Yeteri kadar kâr yapamadığını düşünen birçok işverenin işten çıkardığı işçi bu noktada atıktan, yani çöpten farksızdır. Çöp yerine konulan birçok insanın ise toplumsal statüsü, yaşam tarzı ve talepleri mevcut duruma göre değişikliğe uğramakta ve insan hayatına ciddi zarar vermektedir.

        

         Atık halden, yeniden üreten bir değer olarak sürece dahil olmak isteyen ücretliler, maaş ve haklar noktasında kapitalist sınıf ile pazarlık potansiyellerini kaybederek daha da güçsüzleşmektedirler. Bu durum, ücretlileri daha az kazanç ile daha ağır çalışma şartları altına sokarken, benzer bir şekilde 1970’lerin sonundan beri hegemonyanın bir tercihi olan sosyal devlet hizmetlerinin özel sektöre kaydırılıyor olması da dar gelirli kişilerin zaruri masraflarının karşılanmasının daha da zorlaşmasına sebep olmaktadır. Ekonomik ilişkilerdeki tercihlerin ciddi bir biçimde güçlüden yana yapılıyor olması ise toplumsal ve sınıfsal ilişkilerin kırılganlaşmasına ve kutuplaşmasına sebep olurken insan görünmez kılınmaktadır. Benzer biçimde kapitalistler üretim ilişkileri sırasında şirketlerinde veya fabrikalarında çalışan insanı sadece bir şey olarak görürler.

 

         Geçtiğimiz ay içerisinde İngiltere'de yaşanan şiddet olaylarını da benzer bir boyutta ele almamız mümkündür. 6-10 Ağustos tarihleri arasında Kuzey Londra'da genellikle Afrika ve Karayip kökenli göçmenlerin yaşadığı Totthenham bölgesinden başlayıp İngiltere'deki birçok kente yayılan olayları sadece Mark Duggan'ın polis tarafından haksız bir biçimde öldürülmesi üzerine başlatılan eylemler olarak görmek bana göre son derece hatalıdır. Olayın, Wood Green'de yapılan nümayişten, polis ve eylemciler arasındaki gerginliğe, oradan da çeşitli dükkanların yağmalanmasına, polis araçlarının ve şehir içi ulaşım amaçlı otobüslerin yakılmasına kadar genişleyip diğer bölgelerde de sürmesini çok daha geniş bir yelpazede algılamak bana göre son derece önemlidir.

        

         Bana göre olay mevcut hegemonik ilişkiler içerisinde daha önce belirtildiği gibi 'atık' duruma getirilen ve açık hapishane misali ülkenin çeşitli bölgelerinde hayatlarını sürdüren dışlanmış, hiç kimsenin yapmak istemediği işleri yapmak zorunda bırakılmış olan bu kişilerin oluşturdukları toplumsal tepkinin bu boyuta ulaşmasını tetikleyen birçok sebep vardır. Bunlardan bana göre en etkili olanı ise, önceki yıl iktidarı devralan Tory Partisi ve Liberal Demokratlar tarafından gerçekleştirilen bütçe kesintileridir.

 

         Margheret Thatcher'ın İngiltere'de gerçekleştirdiği sosyal devleti etkisiz kılan ve neoliberal ilişkilerin gerçekleştirilmesinin önünü tıkayan engelleri kaldıran uygulamalar günümüzde 'big society' sloganıyla yeniden uygulanmaya çalışılıyor. Tory Partisi lideri ve Başbakan David Cameroon ve küçük ortağı Liberal Demokrat lider Nick Clegg iktidarı devraldıkları günden bugüne kadar ideolojik olarak yanlı birçok karar almaktadırlar. Bunların arasında üniversite harçlarının 3 kat artırılması, sosyal yardım desteğinin sınırlanması, göçmen işçilere karşı zorlayıcı ve acımasız yöntemlerin geliştirilmesi yer alıyor. Bu uygulamaların sınıfsal açıdan getirdiği kutuplaşmanın yanı sıra, sosyal yardım desteğine muhtaç biçimde yaşamını sürdüren birçok insanı çaresiz duruma düşürdüğü aşikârdır. Yapılan bu kesintilerin ardından İngiltere'deki ve özellikle ülkenin en pahalı bölgesi olan gettolarda yaşayan 'atık insanlar' ise 'devlet' denilen ve son değişikliklerle iktidarı meşrulaştırmaktan başka ülkede yaşayanlara görünür anlamda hiçbir hizmet veremeyen bu yapının son zincirlerinden çok da gönüllü olmadan koparak, dayatılan düzene ve tahakküme karşı tepki vermeye başlamışlardır.

 

         Yaşanılan tüm bunlar sadece bir ay önce kapitalizmin beyni olan İngiltere'de oldu. Toplum içindeki 'atıklar' kurulu düzen içerisinde görünür olabilmek için tepkilerini kendilerince gösterdi. Yaşanılan olaylar sırasında fotoğraflara baktığımızda ise eylemcilerin düzen medyası tarafından lanse edildiği gibi sadece siyah-erkek olmadığını; kadınların ve beyazların da benzeri bir biçimde tepkilerini dile getirdiğini fark ettik. Tüm bunlara ek olarak belki de olayların en şaşırtıcı tarafı yapılan bu etkinliğin bir parti, örgüt veya kuruluş güdümünde değil, daha çok bireylerin kolektif biçimde tepki göstermesi şeklinde vuku bulmasıydı. Benzeri durum Atina'da 6 Aralık gecesi Alexis isimli 15 yaşında bir çocuğun polis kurşunuyla öldürülmesinde de yaşanmıştı. Her iki durumda da iktidar uğruna ideolojik olmak yerine günü kurtarmayı seçen sol hareketin kitlelerle bağlantısının ne derece zayıf olduğunu bir daha gördük.

 

         İngiltere'de yaşanan olaylarda, sol değerleri ileriye taşıyacağını iddia ederek İşçi Partisi lideri olan Ed Milliband'ın durumunu göz önüne sererken, benzer bir biçimde İşçi Partisi'nin Hackney bölgesinin 'radikal' milletvekili Diana Abbot ise milletvekili olduğu bölge olan Hackney'de ve olayların başladığı Totthenham bölgesinde sokağa çıkma yasağının getirilmesini düşündüğünü medyaya açıkladı. Benzer bir biçimde, Sosyalist İşçi Partisi, grupları yağmalama ve şiddet olaylarından vazgeçmeye davet ederken, mücadelenin Sosyalist İşçi Partisi tabanında verilmesi gerektiği yönündeki ültimatomu, eylemleri yapan kitle üzerinde hiç etki yaratmadı. Sol'un toplum ile bir araya gelemediği ve alt sınıfları temsil edemediği bu şartlar altında dükkanları talan ederken mikrofon uzatılan genç bir kadının 'Bu da bizim alışveriş yapabilme yöntemimiz' sözleri ise sanırım kapitalizmin 'atık olan insanları' ne hale getirebileceğini göstermesi açısından son derece manidardır.

 

         Peki Kıbrıs'taki neoliberal oluşum ile İngiltere'nin çeşitli bölgelerinde yaşanan bu olaylar arasında ilişki nedir? Aslında önceki bölüm oldukça uzun bir giriş niteliğindeydi. Benim gelmek istediğim nokta, kapitalizmin yarattığı bu 'atık' insanlara karşı Kıbrıs solu nasıl bir alan yaratmalı sorusuna acilen bir cevap verilmesine duyulan ihtiyaçtır. Bana göre buna verilebilecek cevap, buna yönelik oluşturulabilecek tutarlı bir politik bilinç, etik değerler ve kapsayıcı siyasi talepler ile mümkündür. Bana göre bunları göze alarak yapabileceğimiz bir açılım Kıbrıs'ın kuzeyindeki solun yeniden toparlanması için son derece gereklidir.

 

         Kıbrıs'ın kuzeyinde diğer coğrafyalardan gecikmeli olarak yaşanan neoliberal dalga gittikçe hızlanan bir biçimde atık insanların oluşmasına sebep olmaktadır. Bunlar Kıbrıs'ta KTHY mağdurları, yabancı ülkelerden gelen ve hiç parasına çalıştırılan işçiler veya sadece işsizler olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada bahsedilen gruplar gitgide genişlerken, mağdur gruplar arasında sol tarafından bilinçli olarak veya bilinç dışı çizilen çizgi yerli mağdurla yabancı mağduru ayırmaktadır. Oysaki sol mağdurun ve ezilenin tarafında dururken bunu vatandaşlık ya da soy-sop filtresinden geçirmeden yapması esastır. Bana göre Türkiye'nin adadaki sömürgeci pozisyonu ile Türkiye'den, Türkmenistan'dan veya herhangi başka bir memleketten gelen işçinin durumu birbirinden ayrıdır. Buna göre var olan durumu net bir şekilde ortaya koymak ve 'atık olan insanları' savunacak bir hareket olarak solun kendini yeniden tasarlaması önemlidir. Sanırım mevcut durumun ekonomi politiğini yapmak bu noktada son derece gereklidir. Çünkü günün birinde önceki paragrafta anlatılan başkaldırıyı Londra'da Totthenham bölgesi yerine, Mağusa'nın Maraş bölgesinde veya Lefkoşa’nın Surlariçi'nde yaşama ihtimalimiz olasıdır. Peki benzeri bir durumda yazının başında söylediğim gibi 'hegemonik ilişkilerin içinde olan Kıbrıslıtürk solu' acaba toplumdaki ötekilerin başkaldırmasına karşı söyleyebileceği 'Haklı olabilirsiniz AMMA....' ile başlamayan cümleleri olabilecek mi? Özellikle Kıbrıslırum toplumu dışında 'öteki' olarak görülen birçok gruba kendini son derece kapalı tutan Kıbrıs solu kendi coğrafyası içinde nasıl bir enternasyonalist dayanışma üretebilecek?

 

         Bana sorarsanız bugüne kadar Kıbrıs'ta barış şiarı dışında kendine özgü bir alternatif ekonomi, güç ve iktidar ilişkisi formülü oluşturamamış olan sol, bundan sonra da aynı şekilde devam ettiği sürece çok da başarılı olamayacaktır. Sol'un bugün yaşadığımız tüm kokuşmuş ilişkilere alternatif üretmeden talip olması, sadece bir maske değişikliği olarak kendini konumlandırması anlamına gelir. Bu şartlar altında iktidar talebi makyajdan öteye gidemeyecek ve sanırım maskenin renginin Yeşil, Mavi, Kırmızı ya da Siyah olması gelecek için çok fazla bir şey ifade etmeyecek.    

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1197 defa okunmuştur