Kuşburnu içer miyiz? Birinci Kısım*
Dijital bir platformda geçen hafta yayına giren, senaryosunun Hakan Günday’ın yazdığı ve Onur Saylak’ın yönettiği Uysallar dizisi, baş kahramanın yukarıdaki sözleriyle özetlense de dizi hem diyalogları hem metaforları ile derin bir analizi hak ediyor.
Pervin Yiğit
[email protected]
*Bu yazı, Uysallar dizisiyle ilgili spoiler içerdiği için, diziyi izlemeyenlerin okuması önerilmez.
** Yazının devamı önümüzdeki ay yayımlanacaktır.
"Bir şey mi yapıyorsun sonuna kadar yapacaksın. Öyle bırakıp gitmek yok! Bir adam tanıyorum ben mesela herif her şeyi yarım bırakıyor. kitap okuyor yarım bırakıyor. Ne bileyim bir yola çıkıyor sonra vazgeçiyor dönüyor. Bir de evli, iki çocuğu var bunun... Bok gibi de para kazanıyor. Görünüşte her şey tamam. ama herifte hiç bir şey tam değil.
'Nerede lan?' diyorum, 'hayatının öbür yarısı nerede?'. Yok... yarısı ölmüş çünkü. Düşün yani bir nevi intihar etmiş adam. Ama o bile yarım kalmış. Çünkü hiç böyle bir gece yaşamamış ki hayatında. hiç böyle bizim gibi şurada durup her şeye siktiri çekmemiş ki...
Salak gibi sürekli kendini sıkmaktan herif kangren olmuş. Hayatı kangren olmuş. Ruhu kangren olmuş. Aptal herif." Oktay
Dijital bir platformda geçen hafta yayına giren, senaryosunun Hakan Günday’ın yazdığı ve Onur Saylak’ın yönettiği Uysallar dizisi, baş kahramanın yukarıdaki sözleriyle özetlense de dizi hem diyalogları hem metaforları ile derin bir analizi hak ediyor. Bu yazıyı okuyacak olanların diziyi izlemiş olduklarını varsaydığım için, detaylı bir özet yapmaya girişmeyeceğim. Fakat bir cümle ile dizinin amacını özetleyecek olursak, yapımcıların bize orta yaş krizine girmiş, İstanbul’da yaşayan bir beyaz yakalının gözünden var oluşu sorgulatmaya aslında kendi benliğimizin anlamını sorgulatmaya çalıştığını söyleyebiliriz.
Dizide sekiz bölüm boyunca şu anda yaşadığımız dünyanın tüm gerçeklikleri eleştiriliyor. Özel okullardaki karnelerde notların yüksek verilmesi, üniversite sınavının yarattığı depresyon, telefon ekranıyla yaratılan sanal dünya, buna direnen küçük kızın bile sonradan bunu kabullenmesi, kadının varlığı ya da yokluğu, hizmet sektöründe çalışanların kibarlığının arkasındaki hınç ve öfke, kadın sığınma evinden polisi arayan görevliye polisin yardımcı olmaması, yolda yürüyen sıradan vatandaşa kimlik sorabilme hakkı ve bu hakka sahip polisin tavrı ve daha sayamayacağım onlarca eleştiri kullanılan müziklerle, kitaplarla ve sanatsal objelerle de günümüzün sosyal bir röntgenini muhteşem bir şekilde veriyor.
Bu kadar detay varken amacım hepsini tek tek incelemek değil, fakat dizi üzerinden bu adayarısındaki sıkışmışlığımızı ve bunun sebepleri ile sonuçlarını yeniden okumak.
İstanbul’da yaşayan baş karakterimiz Oktay 44 yaşında; iyi bir üniversite bitirmiş, hemen akabine Nil ile evlenmiş, iki tane çocuğu olan, çok para kazanan aşırı sıradan biri olarak görülüyor. Oktay deyim yerindeyse “herkesin istediği hayat standartlarına sahip”, fakat herkes kim? Bu standartları kim belirliyor? Daha da önemlisi bu standartlara sahip olunca ne kazanıyoruz? Saygınlık mı, mutluluk mu, başarı mı?
İşte bu noktada herkesin “hayata” adım atmadan önce sorgulaması gereken fakat ölene kadar üzerine düşünmekten köşe bucak kaçtığı “olması gereken ve “olması istenen” ikilemi devreye giriyor. Dizi boyunca bu çelişki her bir karakter üzerinden detaylı bir şekilde gösterilirken, herkesin aslında kapitalizmin mükemmel şekilde işleyen çarklarına nasıl hizmet ettiği, bunu yaparken de kendine ve dünyaya nasıl yabancılaştığı bazen dramatik çokça absürt bir şekilde işleniyor. Evet bu düzenin sürmesi için, herkes aynı insan olmak zorunda, aynı meslekleri, fazla parayı, aile hayatını, popüler müziği ve sanatı hatta aynı yemekleri arzulamak zorunda; bir başka deyişle herkes bu düzen içerisinde olmasını istediğini değil, olması gerekeni yapmak zorunda. Neden? Çünkü öyle olması gerekiyor. Neden? Çünkü herkes öyle yaşıyor. Peki o zaman deyip devam edenlerin dizisi Uysallar; ya da bu adaya görünmez zincirlerle bağlanmış, birbirine benzeyen insanların dizisi.
“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir”. Michel Foucault
Başroldeki evli kadın ve erkek beraber olarak ilk kez yatak odalarında görülüyorlar. Duvarda Adem ve Havva’nın olduğu bir resim var. Kutsal kitaplardaki bilindik hikayede, cennet bahçesinde yaşayan ikilimiz yemeleri yasak olan elmayı yiyerek Tanrı tarafından cezalandırırlırlar ve dünyaya gönderilirler. Burada cenneten kovulurken kimin suçlu olduğu ve kimin sebep olduğu da ayrıca önemlidir. Olması gereken ve olan hikayemizde, yılan Havva’yı, Havva da Adem’i kandırır ve sonuç olarak elmayı yiyen de emre itaat etmeyen de Adem olur. Fakat dizide alternatif bir versiyon var; resmin solunda Adem ve yılan varken sağında Havva elinde elmayı yerken görünüyor. Olması gereken senaryoyu değil, “birinin” olmasını istediği versiyonu görüyoruz. Bilinenin aksine Havva elmayı kendisi yiyerek sorumluluğu kendisi alıyor. Adem’in elmayı yemesi “olması gereken” iken Havva’nın yemesi özgürce bir istek belirterek senaryoyu değiştirme serbestliği veriyor. İşte ilk karedeki bu çelişkiden sonra da tüm dizi bunun üzerine basarak ilerliyor.
Oktay’ın hayatına baktığımızda, yapması gereken tüm zorunlulukları kendi özgür iradesi ile yaptığını sanarak “ideal” bir hayat kurduğunu görüyoruz. Dizinin gösterdiği evrede de gençlik tutkusu olan “punkçı” Oktay’a belirli saatlerde geri dönerek ideal hayatının sebep olduğu varoluşsal yaralarına merhem arıyor. Konu burada punkçı, anarşist, komunist olmak değil aslında, özgürce yapmak istediği bir “şey” olmak. Küçükken anne babasının kavgalarını ve birbirlerine bağrışlarını duymamak için sığındığı punk müziğine, bu kez 44 yaşında kendi hayatının yıkılışının sesini duymamak için sığınıyor. O “herkesin” istediği muhteşem hayatının aslında ideal olmadığını fark ettiği an, gençken güvenilir olarak tabir ettiği sığınağına koşuyor, ama büyük bir farkla; bu kez kapitalizmin çarkında yıllarca işlemiş, yorulmuş, kendine yabancılaşmış ve kaçamadığı sorumlulukları olan bir adam olarak.
Dizi zaten Oktay’ın fiziksel olarak bulunduğu durumdan kaçmaya çalışması ile başlıyor. Bunu başaramayınca da hayatına devam edebilmek için kendine yeni bir alternatif buluyor. Büyüdüğü eve gittiğinde karıştırdığı odası ve eşyaları ve akabine gençliğini geçirdiği barda duvarda kendi el yazısı ile ölene kadar punk yazdığını görmesi sonucu nefes alabileceği o korunaklı alanı yeniden yaratmaya girişiyor. Oktay’ın yıllar önce yazdığı yazıyı hatırlamaması ve kendi yazısı olduğunu anladıktan sonra yaşadığı şaşkınlık ve üzüntü ile vermesi beklenen tepki neden bu insan olduğuna üzülmesi ya da neden istemediği bir hayatı yaşıyor diye sorgulaması iken, Oktay neden kaçmaya çalıştığını, neden çocuklarından ayrılmaya ve o muhteşem düzeninden vazgeçmeye çalıştığını sorgulayarak tepki vermeyi seçiyor. Çünkü o da biliyor ki, o hayatı yaşarken istediğini sandığı tercihleri bilerek yaptı. Zorla değil ama bir yanılsama ile özgür olduğunu sanarak inşa ettiği o aileyi artık koruması gerektiğini (olması gereken bu), her ne sebeple olursa olsun artık kaçamayağını bu yüzden de durumu kabullenmesi gerektiğini biliyor. “Ben bu hayatı istemiyordum” deyebilmek bile Oktay’ın bilinçaltında suç olduğu için, ilk şok anında bile benliğini, arzularını, ideallerini inkar edip, ailesi odaklı bir pişmanlıkla tepki veriyor. Spinoza’nın dediği gibi “havaya atılan taş düşünebilseydi, kendi isteğiyle yere düştüğünü sanırdı”; Oktay da yaşadığı her şeyde özgürce karar verdiğini düşünme yanılsamasını yaşamaya devam ediyor.
Oktay’ın neden bu insan olduğuna dair tabii ki tek bir sebep yok ama konuya psikolojik bir altyapı vermek için ilk sahnelerde gösterdikleri “Kral Oeidipus” kitabı Oktay’ın hayata karşı pasifliğini bir anlamda meşrulaştırıyor. En basit şekilde, erkek çocuğun bilinçdışında babasına karşı olan nefretinden dolayı babasını öldürüp, annesine sahip olarak babasının yerine geçtiğini anlatan ve psikoloji literatürüne de Oedipus Komplexi olarak geçen hikaye, Oktay’ın ve babasının ideal çocuk ve ebeveyn ilişkisine sahip olmadığını gösteriyor. Küçükken babasının otoritesine karşı çıkamayan Oktay, sonrasında da evdeki ve iş yerindeki pasifliğini koruyarak kendisine dayatılan her ne ise onu kabul ediyor kısacası birey olamıyor.
"Bunu alan bunu da alır diyorlar ya, meğer bütün hayatım öyleymiş benim. Maaş alan kredi de alır, gittik aldık. Kredi alan araba da alır. Araba alan, ev de alır. Ev alan bilmem ne de alır. En son artık mezar yeri bakıyordum, aile mezarlığı alacaktım, 44 yaşında." Oktay
Oktay’ın bu sözleriyle özetlenebilen, daha fazlasını arzulamak ve ona ulaşmak için kendini zincirlerle olduğun yere sabitlemek olarak görebileceğimiz bu durum, özgürce şeçilmiş bir durum olmaktan ziyade, kapitalizmin, onu içselleştiren bireylerin sürü psikolojisi ile birbirlerini de etkileyerek insanı her gün daha da çok kendine yabancılaştıran bir çıkmaz. Maaşla başlayan ve sonu gelmeyen, aslında getirilmeyen bir sonsuz arzu durumu; araba varken daha iyi bir araba almak, ev varken daha büyük bir eve sahip olmak, hep daha fazlasını dayatan bir topluma adapte olmaya çalışmak modern insanın en büyük görevi oluyor. Fazlasını aldıkça insanın saygınlığının çoğaldığı bir gerçeklikte, insanlar fiziksel olarak daha fazla yer kaplayarak dünyada daha önemli olduğunu düşünüyor. Asrın hastalığını kimse sorgulamadığı için, büyük evler ve arabalar size kapitalist dünyada diğerlerinden farklı bir değer kazandırıyor. Hastalıklı topluma ve düzene uyarken, normal olduğunuzu düşündüğünüz için de bunu eleştirmek ya da değiştirmek aklınıza bile gelmiyor. Kapitalizm aldığınız oksijenle beraber bir zehir olarak sadece beyninize değil, zihninize de nüfuz ediyor ve herkes günün sonunda aynı evlerde yaşayan, aynı arabaları süren ve hatta aynı hobileri yapan bireyler olarak aynılaşıyor.
Dizinin en güçlü metaforu olarak kullanılan cezaevinin inşa edileceği yerdeki çobana, Berhudar Bey’in “bırakın cezaevi buraya yapılsın, ne güzel maaşlı, sigortalı” işiniz olacak demesi de bu düzenin kısa bir reklamı. Bir insan neden doğada hayvan otlatır ki? O da maaşlı çalışsın, “garanti” hayat adı altında ne kadar süreceği belli olmayan bir hayatı güvene almak için, bugünü değil de olup olmayacağı belirsiz yarını düşünerek kendini zincirlesin; bu düzene, topluma, eşine, işverenine...
Bu düzenden kaçamayacağımızın diğer kanıtı da Anakara’nın dönüşümünde veriliyor. Oktay’ın kurmaya çalıştığı punk hayatında “Anakara” olarak isimlendirilen ve hem Ankara’ya hem Anarşizme selam çakan işgal evinin, karşı durduğu tüm düzenin bir gecede nesnesi olması, kapitalizmin modern dünyada ne kadar ezici bir güce sahip olduğunu gösteriyor. Dizideki Ankara-İstanbul ikiliği, ve Anakara başlı başına başka bir yazının konusu fakat “pis, farklı, dışlanmış, garip, istenmeyen” olarak etikenlenen gerçek insanların gerçek hayatlarının olduğu Anakara’ya, popüler kültürün bir gecede gelmesi ve kapitalizmin Anakara’nın gerçekliğini bir anda tüketerek onu da pop nesne haline getirmesi, sonunda da yine Oktay gibi “kaybolmuş” biri tarafından yıkılması kapitalist düzende sahte hayatların, gerçek hayatlara her zaman galip geldiğinin bir göstergesi olduğunun altını çizmek gerekiyor.
Mevcut düzenin diğer güçlü eleştirisi de sis ve hava kirliliği ikilemi üzerinden veriliyor. Oktay’ın bulunduğu hayattan kaçamamasının sebebinin sis olması ve tüm dizi boyunca da herkesin; gerçek dünyanın gerçek sorunlarına kayıtsız kalanların bile, fonda sürekli bu tartışmaya maruz kalması bize bu metaforun mevcut iktidarı temsil ettiğini gösterse de, ben bu ikilemi özgürlük ve sorumluluk üzerinden okumayı tercih ettim. Ne olduğu belirsiz bu örtünün sis olduğu durumda, elimizden bir şey gelmediği için ve bizden bağımsız bir sebeple sis orada bulunduğu için birey olarak sorumluluktan kaçabiliyoruz. Halbuki durumun hava kirliliğinden dolayı olduğunu söylersek, tüm sorumluluğun bizde olduğunu kabul ediyoruz. Tabii ki bu düzenin mükemmel bir parçası olarak sorumluluk almadan, sıradan bir şekilde sorgulamadan yaşamayı tercih eden insanlar için cevabın sis olması gerekiyor.
Dizide anlatılan kuşak zaten apolitik olmakla suçlanan y kuşağı. Başka bir beyaz yakalı Suat’ın “biz niye tur rehberi gibiyiz?” sorusu, y kuşağının neden cevap olarak “sis”i seçtiğini de gösteriyor. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın modunda, sokakta hava kirliliğini protesto eden bir grup gaz yerken, brunch yaptıkları mekanda kafalarını kaldırıp dışarıya bakmayan, sokak çocuklarını “görmeyen”, gerçekliğin yeni dünya sorunlarını gözardı eden ve bu yüzden eleştirilen y kuşağı, hiçbir yaptırıma isyan etmediği için, bu kısır döngüde mutsuz olarak gösterilerek çok sert bir şekilde “tur rehberi” olarak eleştiriliyor. Bu profildeki insanlar için de olası açıklama tabii ki kolaya kaçmak, sorumluluk almamak ve havada sis var demek oluyor.
“O zaman uyandım zaten, dedim, Oktay senin nasıl bir hayatın var? Ne oldu sana?. Belki de hep böyleydim, ne bileyim. Zaten geçen gün ne düşündüm biliyor musun? Bir şey olur insanlar imza toplar mesela değil mi? Ben hayatımda hiçbir yere imza vermedim. Bir yürüyüse falan hiç katılmadım. Sokağa çıkıp bir slogan atmadım. Ne bileyim bir pankart taşımadım. Hiç yapmadım ben böyle şeyler. Bu hayatta hiçbir şeyi protesto etmedim ben. Televizyondan seyrettim hep”.
Daha önce de belirttiğim gibi, konu Oktay’ın punk kültürünü benimseyip punk müzik dinlemesi değil, çünkü o kültürü zaten içselleştirmiyor; ergen bir “punkçı” iken bile, ne babasına, ne düzene, ne öğretmene baş kaldırıyor. Şu anda da gizli bir punk hayatı olması yine bir isyan değil. Oktay mutsuz olsa da sisteme karşı durmayı bir alternatif olarak görmüyor; ilk ve tek kaçış anında “sis”den dolayı geri dönmek zorunda kalması, tam da istediği bir durum aslında; “ben yapmak istedim ama sis vardı ve başaramadım”a sığınmak, kendi karakterinin de işine gelen bir durum oluyor. Punkçı olması da eskiye özlem duymasından kaynaklanıyor, o zaman yaşadığı duyguları yeniden yaşamak istiyor. Fakat eski benliğini hatırladığı anda “ben neden çocuklarımı bıraktım” diye sorması, zaten geçmişe dönse de yine bu yaşadığı hayatı seçeceğini gösteriyor. Nostalji yapıp, punkçı gibi takılabiliyor; hatta aydınlanma yaşadığı an okuduğu kendi yazısını Anakara’ya yazmak istiyor. Ama artık özgür bir ergen olarak değil, bu düzenin en ideal figürü olarak yazıyor; kalemle değil, ışıkla; hem de istediği zaman yakıp söndürebileceği şekilde. Punkçı gibi davrandığı diğer hayatına hazırlanırken, alyansını çıkarmadan, alyansın üzerine başka yüzük takması da bu hayatı değiştirmeye cesaretinin olmamasının bir kanıtı. Alyansı çıkarsa belki de neyi istemediğini görecek, fakat Oktay’ın yapabildiği şey “olması gereken” kimliğinin üzerini geçici olarak kapatıp, açana kadar nefes almak. Amaç değişmek değil, Moloz olmak değil, esas amaç sahip olduğu hayata devam edebilmek için nefes alabileceği alan açmak. Bazı insanlar bunu karşısındakini aldatarak yapıyor, bazıları sürekli yeni arkadaş gruplarına girerek, bazıları görünüşlerine fazlasıyla önem verip, sürekli değişiklik yaparak, bazıları akşamları gizli gizli pavyona giderek, bazıları ise kumar oynayarak, uyuşturucu kullanarak. Yollar farklı ama tüm yollar aynı amaca hizmet ediyor; cezaevinin bahçesinde biraz temiz hava alıp, içerideki hayata biraz daha dayanabilmek için.
Oktay’ın yeni bir hayat kurmak yerine, zaten bunu yapamayacağı ve çelişkiler içinde yaşamaya devam edeceği sabahları güne başlamadan izlediği bina yıkımı videolarından da seyirciye veriliyor. Bir yandan kendisine geçici bir oksijen tüpü yaratırken, bir yandan da alter egosunu yaratıyor. Alter ego, en basit tabirle olduğumuz kişinin dışında bir kişilik yaratmaktır; personadan farklıdır çünkü personada günümüzdeki düzende daha başarılı olmak ve normal görünmek için kendimize mecburen başka bir maske kurarız, fakat alter ego bilincimizde yarattığımız dostumuzdur; maskeniz değildir. Persona, Oktay’ın şirketteki haliyken ki bunu modern dünyada herkes yapıyor; alter egosu Moloz oluyor ve Oktay Moloz’u kullanarak geçici kaçış yolu yaratıyor.
Oktay’ın yeni bir hayat kurma cesareti olmadığından, bu dayatılmış düzen kendi üzerine bir sis gibi çöktüğü için tek yapabildiği alter egosu Moloz ile günün belirli saatlerinde nefes alacağı bir hayat kurmaktır. Tam da bu sebeple dizideki sis kavramının mevcut iktidardan da, onun baskısından da daha ağır bir durum olduğunu, çünkü bireysel olarak insanlara mental bir kölelik getirdiğini ve bunu meşrulaştırarak insanlara çaresizliği öğrettiğini düşünüyorum.
Bu noktada Moloz’un deprem olmadan önce okuduğu kitaptan da söz etmek faydalı olacaktır. Hakan Günday’ın birçok kez hayranlıkla bahsettiği ve kendi kitaplarında da izlerini göreceğimiz Louis Ferdinand Celine’in bahsedilen Gecenin Sonuna Yolculuk kitabı bu kez de dizide karşımıza çıkıyor. Baş karakter Berdamu önce 1. Dünya Savaşı’na katılır, sonra Afrika’ya, Amerika’ya ve Paris’e gider. Oldukça uzun olan bu romandaki maceralar hem edebi olarak hem de insanın varoluşu açısından çok değerli olsa da dizi için bence önemli olan kısım kahramanın savaşla ilgili düşünceleridir. Berdamu’ya göre dünyadaki her şey anlamsız ve saçmadır. Bu sebeple savaşta ölmek kadar da saçma bir şey yoktur. Berdamu korkakça davranarak hayatta kalır ve bunun için de memnun olduğunu dile getirir. Her şeyin farkında olan ama düzenin bozulmaması için susan, bir şeylere katlandığını bilen ama neden onlara katlandığını sorgulama cesareti olmayan bu yüzden de hiçbir şeyi değiştirmeye çalışmayan, her şeyi olması gerektiği gibi kabul edenlerin kendilerini bulduğu bu kitap, Oktay’ın yaptığı gibi sahteliği gerçekliğe tercih etmeyi aşağıdaki cümlelerle öğütler;
“Yaşam yalanla dolup taşan bir çılgınlıktan ibaret olduğuda göre, insan ne kadar uzaktaysa, yalanlarına ne kadar çok şey katabiliyorsa o kadar mutludur; bu da doğal ve olması gereken birşeydir, hazmedilmesi zor olan gerçektir” Gecenin Sonuna Yolculuk
Biz de yalanlara anlam katarak mutlu olmaya çalışan insanları görüyoruz bu dizide. Sadece Oktay değil, herkes yalnız. Kocaman evin salonunda yan yana asılı duran ve birbirlerine bakacak şekilde tasarlanmış ama birbirini “görmeyen” kadın ve erkek resimleri ile dikkat çekilen bu yalnızlığın altında günlerce mutlu aile rolleri yapıldığına şahit oluyoruz. Kimsenin istemediği ama Oktay’ın “bu evde yaşamaktan mutluysanız bu çekime de katlanacaksınız” diyerek herkesi susturduğu bu çekimlerin dizide hiç bahsedilmeyen sosyal medyanın bir eleştirisi olma ihtimali de var. Kamera “an”ları kaydederken, o anın ruhunu yakalayamıyor; herkes ayrı ayrı kameraya bakıyor, çok ciddi konular da konuşuyorlar fakat göz göze birbirlerine bakmaları yasak. Bireyler birbirleriyle kavga ediyor, ağlıyor, orada olmaktan sıkılıyorlar fakat kameraya bunlar hep “mutluluk” olarak yansıyor çünkü ailece verilen her kare illa ki o ailenin huzurunu ve mutluluğu gösteriyor. Tıpkı sosyal medyada herkesin birey olarak yansıttığı personalarının sahte olması, kendi var oluşlarının yalnız kalması ve sosyal medya aracılığı ile kurulan gerçekliğin yalan olması gibi.
"Sinirlendikçe nazikleşme Oktay, çok sahtekârca bir şey bu". Nil
Dizide her karede semboller ve metaforlar var; yukarıda bahsettiklerimden ayrı pavyonda duvardaki resmin Boticelli’nin Primavera- İlkbahar tablosunu anımsatmasından tutun da, salondaki kolları kırık olan Afrodit heykeli, mektubun Tolstoy’un Aile Mutluluğu kitabının arasına konması, Bentham’ın panopikon’u, liltv’nin Lilith göndermesi olma ihtimali, duvar yazıları, şarkı sözleri ve fark edemediğim birçok nesne anlamlandırılmayı bekliyor. Bunların yanında da kör göze parmak hesabı sürekli kullanılan bir de cezaevi metaforu var.
Küçük kız hariç herkesin zihninde yarattığı hapishanede yaşaması, örnek cezaevi hücresinin konforlu ve bembeyaz olması, şeklinin dışarıdan anahtara benzemesi, Oktay’ın özgürce seçtiği punkçı kimliğinde boynunda asma kilit olması ve onun anahtarının da işverende olması ile emek sürecinde yabancılaşma; bunların hepsi çok açık bir şekilde bireyin kendisini mental olarak bir hapishaneye tıkması ve anahtar kendinde olsa dahi kapıyı açmaya cesaret edememesine vurgu yapıyor. Muhteşem bir cezaevi ya da Avrupa’nın en büyüğü diye yücelttikleri kavramın yusyuvarlak bir kare tanımının absürdlüğünden öteye gidemediğini, lüks hayatların içindeki kölelikten başka bir şey ifade etmediğini anlıyoruz. İşte bu esaretin sebebinin kendisi olduğunu fark etmeyen birey, çözümü hep dışarıda daha çok tüketimde arıyor; insanı, sevgiyi, doğayı, maddeyi, sanatı tüketerek derdine derman bulmaya çalışıyor. Halbuki Moloz, hayalindeki Tornistan’ı anlatırken “kendine dönenlerin” ülkesi der, mutluluğu başka yerde arayanların değil. Moloz’un samimiyeti, onca yalan karakterin içinde ne kadar gerçek olduğunu da gösteriyor. Moloz, biri anlatmak istemediği sürece soru sormayan, kendi hayatının farkında olduğu için başka hayatları merak etmeyen özgür biriyken, kendi zihnindekil cezaevinde yaşayan diğer karakterlerimiz ise mecburen samimiyetsiz, mutsuz ve ikiyüzlü olarak görülüyorlar.
Bu gerçeklik ve sahtelik ayrımında önemli olan diğer nokta, -mış gibi yapmak. Herkes çok mutluymuş gibi, ideal aile hayatına sahipmiş gibi, çok eğleniyormuş gibi yaparak, kaybolmuş durumda olduklarını etraftaki insanlardan en önemlisi de kendilerinden saklıyorlar. Bu taklitler yapılırken, kim gerçek kim yalan, hangi persona konuşurken hangisi susuyor, kim ne istiyor, tüm yüzlerin gerçekliği birbirinin içine giriyor. Sahte ve gerçek o kadar ince bir çizgiyle ayrılıyor ki, durumu yaşayan insan bile neyi neden yaptığını düşünmeden hangisi gerçek bilmeden otomatik ve kurgusal bir şekilde yaşamaya devam ediyor.
Oktay’ın en gerçek anlarından biri Moloz’un hastaneye götürülme sahnesiydi. Ağlayarak punkçı arkadaşlarından onlarla yeteri kadar ilgilenmediği için, onlarla bir aile kuramadığı için özür diledi ama neden o şekilde davrandığını yine anlamadan bunu yaptı. Aslında Oktay kendisinden bekleneni, yıllardır alıştığını yapmaya devam ettiğini yeni ortamında da gösterdi ve şaşırtmadı. Yıllarca sadece maddi destek sağlayarak beraber olduğu insanlarla yakınlık kurmaya alışan Oktay, karısına ve çocuklarına yaptığını bu kez de ikinci hayatındaki punkçı arkadaşlarına yaptı; para vererek onların hayatlarındaki kendi varlığını garantilemeye çalıştı. Oktay’ın sevgisini göstermek için bildiği tek yöntem buydu ve o kadar uzun süre bu samimiyetsiz yolla samimiyet kurmaya çalıştı ki, en alternatif hayatta bile yine alıştığını yapmaya devam etti. Aynı şekilde babasının ekseninden çıktığında da yine özgürleşememiş, yeni ailesinin, patronunun eksenine girmişti; çünkü insanın alıştığını yapması daha konforlu ve maalesef daha korunaklıdır.
Devrim yapmak zorken, devrim istemek daha kolaydır, alıştığındır, sahtelikle de olsa sürdürebildiğindir ama bir eylem yapmak gerçeklik ister, samimiyet ister. Bu noktada kapitalist sistemin de samimiyetsizliğe dayandığını söylemeden geçmemek gerekir. Son yılların popüler söylemi şirketlerin de bir aile olduğu bu samimiyetsizliği aileye kadar indirdiğimizi gösterir. Şirket ya da çalıştığınız herhangi bir yer, belirli bir emek harcadığınız ve onun gerçek karşılığını almadığınız bir kurumdur; işverenle ilişkiniz çıkar ilişkisine; maddi bir alışverişe dayanır. Aile ise duygusal bir temeli olan, karşılıksız sevginin hüküm sürmesi gereken korunaklı bir yeri tabir eder. Bu iki karşıt kurumu eşitlediğinizde, aileyi de oportunist bir amaçla kurulan bir düzen haline sokarak, modern toplumun tüm samimiyetsizliğini ailenin de içine sokmuş olursunuz. Böylece insan olmamıza dair elimizde kalan en güçlü tarafımız; duygusallığımız ve gerçekliğimiz de henüz işe gitmeden sabah uyandığınız aile içerisinde yok olur gider.
Aileden bahsederken, dizideki kadın karakterlerden, duygusal ve görünmeyen emekten de bahsetmek yerinde olacaktır. Nil’in derin bir karakter analizinin verilmemesi, kendisi için evlendiğinden beridir hiçbir şey yapmadığını söyleyen bir kadının, kendine dair ilk yaptığı şeyin bedeniyle ilgili olmasının üzerinde durulmaması, plaza kadını diye etiketlenen Yağmur’un beden algısı, eril düzen, cam tavan gibi kavramlar, hostes olmaya çalışan kadının uğradığı şiddet ve kadın sığınma evleri daha feminist ve eleştirel bir bakış açısıyla yazılabilirdi. Fakat bunun yanında, punkçı sevgililerin ikisinin de adının Deniz olması toplumsal cinsiyet eşitliğine dair hoş bir detay verdi. Yine de özellikle y kuşağını temsil eden kadınların kendisine dair bir şey yapmaya kapitalizmin yarattığı güzellik algısına uymak ile başlamasının altı yine absürt bir kurguyla daha fazla doldurulabilirdi diye düşünüyorum. Çok eleştirilen Yağmur’un taciz ile ilgili diyalogunun eleştirmenlerden tarafından abartıldığını, yazarın kadınların başına benzer olayların geldiğini ve buna tepki vermek yerine sustuklarını eleştirdiğini varsaymakla beraber, bu konuya yazının ikinci kısmında değineceğimi belirtmek isterim.
“Sahici bir sarsıntı, sahte bir dengeden iyidir” Behzat Ç.
Onca verilen emek, harcanan yıllar, kendi istediğini sandığın bir ilüzyonun peşinden heba olan hayatlar.... Sonuç? Mimar olan bir adamın evden çıkmadan önce binaların yıkılışını izlemesi gibi, bir yandan yaparken yıkmak, yaşarken ölmek, özgürken köleleşmek, sahtekarlığın içinde samimiyet aramak...
Uysallar’daki gibi yitip gidiyoruz hayatın içinde, bu yüzden bu dizi birçok kez izlenmeyi, üzerine düşünmeyi, yazmayı hak ediyor. Açık bırakılan sonu pek beğenilmese de, bence dizi amacına uygun bir şekilde sonlandı; herkes sahte personası ile, kendi içine dönmeden aynaya bakmadan, o kısır döngünün içerisinde milyonlarca kez dönüp durmaya devam ederek yaşayacağını gösterdi. Bu final ile yazarın, Sartre’ın “Çıkış Yok” oyununa gönderme yaptığını ve diğer insanların bizim cehennemimiz olmasına atıfta bulunduğunu düşünüyorum ve bu konunun analizini de Mayıs ayının Gaile’sine bırakıyorum.
İnsanlık “uygar topluma” geçerken, insanlar ilk olarak yaşadıkları alanın fiziksel sınırlarını çizip orayı sahiplendi ve bunun normal olduğunu kabullenen herkes de kendi sınırlarına aidiyet geliştirdi. Bugün ise bu gerçeklik-sonrası zamanda, insanlar mental sınırlar çizip onların içerisine hapsoluyorlar. Olması gereken hayatı, tabuları, normları kendileri istermiş gibi kabullenip, mutluluk rolü oynayan, bunu sosyal medyada ifşa eden, etrafında da kendisine benzeyen insanlar bulup hep beraber bu sahte dengeye inanan insanlar bugünün çoğunluğunu bir başka deyişle gerçekliğini yaratıyorlar. Toprağa sınır koyan insan yüzyıllarca ölümlere sebep olurken, zihnine, arzularına ve var oluşuna sınır koyan post modern insanlar da yine ölümlere sebep oluyor; bu kez belki de fiziksel olarak ölümden daha kötü bir yok oluşa, mental bir kayboluşa sebep oluyor.
Hepimizin farklı şiddetlerde bir şekilde tecrübe ettiği bu var oluş krizlerinin çözümü ne peki? Uysallar, kolay olanı seçen, sisin arkasına sığınarak topluma uyan ve normal olan insanları gösterdi bize. Onların dünyasında yaşamak için, “sis var ben kaçamıyorum” derken buna inanmak gerekiyor; olması gereken’i kabul ederken, olmasını istediğinle yüzleşmeden yaşamak gerekiyor. Çok zorda kalınca da, biraz estetik operasyon, biraz zanax, biraz eğlence ile hapishanenin avlusunda nefes alıp tekrar parmaklıkların arasına dönmek kabul edilen bir çözüm sunuyor. Çünkü normal olan bu şekilde yaşamak, çünkü herkes böyle yaşıyor, çünkü yapman gereken bu. Değişmeye, Moloz’a dönüşmeye sahici sarsıntılara yer yok bu düzende; yapılması gereken seçmen gereken mesleklerin listesinden birini seçmek, kendine yakın profilde bir eş bulmak, onunla çocuklar yapmak, herkesle aynı yerlere tatil gitmek, aynı yemekleri yemek, aynı sergilerde aynı eserlere güzel demek. Nesi zor ki bunun? Eski köye yeni adet getirmeye, tüm düzeni sarsa sarsa değiştirmeye “gerek yok” bu düzende. Mutlu bir kedi olmak yerine mutsuz bir insan olmayı kim ister ki?
Hadi kuşburnumuzu içelim, maskelerimizi takalım ve birbirinin aynısı olan hayatlarımıza devam edelim, yeter ki ağzımızın tadı bozulmasın.